Fatih BÜTÜN

23 Nisan 2008

İSLAM KARŞITLARININ MUKADDESATI: "İSLAMOFOBİA"

Sonradan ortaya çıkmış bir şey değildir ‘İslamofobia’, İslam karşıtlarının süregelen korkusudur. Bu korku hastalıktır haline gelmiştir onlarda; genelde artar, zaman zaman da azalır. Bu korkudan kurtulmalarının tek yolu; İslam karşıtlığından vazgeçerek Allah’a teslim olmalarıdır. Çünkü bu korkunun sebebi Müslümanların kendisi değil; dinin bizatihi kendisi ve dolayısıyla Allah inancıdır. Korku, adı üzerinde, ‘İSLAM korkusudur’. Şeriatını (hukuk), minhacını (usul, anlayış) ve ibadatını yalnızca Allah’ın tespit ediyor olmasından korkmaktır ‘İslamofobia’. Bu yerinde bir korku mudur yoksa yersiz midir? Zulüm, kibir ve inkârlarında inada devam ederlerse evet, gayet yerinde bir korkudur. Çünkü inkârlarının dünya ve ahretteki karşılığı zillet ve meskenettir, bu da korkulası bir haldir. Bu korku ‘onların’ İslam’ı bilmelerinden mi yoksa bilmemelerinden mi ileri gelmektedir, bu soruyu birlikte düşüneceğiz…

İslam, müminleri ‘dost ve düşmanlarından emin’ kılıp cennetle müjdelerken, inkâr edenleri cehennemle uyarır, bu uyarıya rağmen hareket edenleri ise ‘azab ile müjdeler’. İnkârı maharet bilip hevasını ilah edinen ve Allah’a rağmen hareket edenlerin İSLAM’dan korkmasında şaşılacak bir durum yoktur. Bu manada ‘İslamofobia’nın İslâm’ın hasımları açısından haklı ve de gerekli bir korkuyu ifade ettiği kanısındayım. Çünkü İslam ‘onların’ zulümlerinin, insan haysiyetini yok eden egemenliklerinin, din konusundaki simsarlıklarının sonunu getirecektir, ‘onlar’ bunu Müslümanların çoğundan daha iyi bilmektedirler. Bu konuyu burada bırakmadan şunu ifade etmeliyim ki, kalbinde bu korkuyu taşıyanlara ‘güven telkin etmeye yeltenenler’, ‘onları’ bu konuda teskin etmeye çalışanlar, ‘aslında korkulacak bir durum olmadığını’ telkin edenler beni daha çok şaşırtmaktadır. Onlar kimi ve neyi inkâr ettiklerini, sonucu olarak başlarına neler geleceğini çok iyi bilirler. Bu saflığı gösterenler; her dem ‘İslam’ın barış dini olduğunu’, ‘müşriklerin de hoşgörülebileceğini’ ‘biz de sizdeniz’ edasıyla söyleyenlerdir. İslam’ın hasımları açısından dünyada da ahirette de bir korku vardır.

‘Onlar’, İslam’ın ‘hevalarını ilah edinmelerine’ fırsat vermeyeceğini çok iyi bilmektedirler. Bu korkuyu, yani İslam’ın izzetini hatırlatan ne bir ‘kelime’ ne de bir ‘şahsiyet’e tahammül edilebilirler. ‘Mademki insana şahsiyet kazandıran ‘inanç’tır o halde bu inanç hedef alındığında şahsiyet de hedef alınmış olacaktır. Evet, inancın zaafa uğraması, köklerinden ayrılması ‘şahsiyeti’ zedeler.

Peki, İslam’dan tedirgin olan ve korkan ‘onlarken’; Müslümanlık iddiasında bulunan insanların bu tutumlarına ne demelidir? Ne gibi mi? ‘islam vahşet dinidir’ diyenlere karşı ‘İslam sadece barış dinidir’ demek islambilmezlik değil de nedir? Bu savunmacı refleks sahipleri ne hedeflemektedirler acaba? ‘Onlara’ İslam’ı anlatmayı mı, yoksa manipülasyonlarına kanacaklarını sandıkları yandaşlarını uyarmayı mı? Eğer amaç ‘İslam karşıtlarına’ İslam’ın sadece barış dini olduğunu anlatmaksa diyecek iki-çift lafım vardır: Söz teknolojik gelişmeye, makineleşmeye, muasır medeniyet seviyesine ulaşmaya geldiğinde ‘kafası çalışan!’ zevat, sıra İslam’a geldiğinde mi bilmemekte veya öğrenmeye vakit bulamamaktadır? Yok, amaç eğer yandaşlara manipülasyona gelinmemesi yönünde bir uyarıysa, İslam’ın barış olduğu kadar batılla mücadele dini olduğu da vurgulanması gerekmez mi? Eğer müslümansanız ağzınızla kuş tutsanız onlar nezdinde bir değeriniz yoktur. Bu sebepten dolayı, barışı dinim gereği seviyor ve benimsiyor olsam da ‘İslam barış dinidir’ demeyecek, ‘İslam; batılla, cehaletle mücadele dinidir’ demeyi yeğleyeceğim.

Allah, inancın mümine kazandırdığı heybeti, hak etmeyenlerden çekip almaktadır. Bu heybet; inancında muhkem olmak ve dini Allah’a halis kılmakla kazanıldığı gibi yine aynı şekilde korunacaktır. ‘Dini Allah’a halis kılmak’tan ne anladığımızı açıklayarak devam edelim: Dini Kur’an’dan talim edip, bütünlük içerisinde Peygamberin anlayışına ulaşmaya çalışmaktır.

Peygamber de dâhil hiçbir beşer kendine Allah’ın koyduğu gaye ve metot dışında bir gaye ve metot tespit edip bu hayali gayenin peşinde gidemez, şayet giderse kendisinden kabul edilmez.

            ***

Toplumsal ilişkiler denkleminde İslâm ve Müslümanların kayda değer bir yere sahip olmaya başladığı dönemlerde ‘koparılan fırtınaların’ genel hedefi; İslam’ın emir ve ıstılahları etrafında korku yaratıp, insanları vahyin dilinden uzaklaştırmaktır. Dikkatle bakıldığında, bunu görmemek neredeyse imkânsızdır. İşte ‘İslamofobia’nın hedeflerinden en büyüğü; Müslümanları ıstılahlarından ve vahyin dilinden uzaklaştırmaktır.

‘İnanç’, ‘sahih söylem’, ‘sünnetullah / rabbani metot’, ‘cihat’, ‘emri bil maruf nehyi anil münker’, ‘şura’ gibi kavramlar, ‘İslamofobia’nın estirdiği bu havadan nasibini almış kavramlardır. İslam’ın omurgası denilebilecek tevhit, şirk, küfür, cihat, şura gibi kavramlar etrafında oluşturulan ‘korku’ gereği, bu kavramlar ağza alınmaktan çekinilir olmuştur. Bundan da öte, bu kavramlar ‘radikalizm’le eş-değer tutulmuş ve dine içerden bir darbe vurulmaya çalışılmıştır. Bu kavram ve ibadetler olumsuz bir takım örneklerle eş-zamanlı zikredilmiş ve faturası tümüyle İslam’a kesilmeye çalışılmıştır. Ve bahsolunan kavramları kullananlar ‘ağzına biber sürülmeyi haketmiş’ kişiler cümlesindendir. İşte ‘İslamofobia’nın işlevi tam da bu noktadadır ve bu işlevini tümüyle olmasa da büyük oranda yerine getirmişe benzemektedir. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, vahyin kazandırdığı perspektifle bakıldığında, Müslümanın açıklayamayacağı veya açıklamaktan korkacağı hiçbir kavram yoktur. İslam karşıtlarının çok basit ve bildik bir hamlesiyle İslam ıstılah ve anlayışını ‘yeniden gözden geçirmek’ niyetiyle bozmak, dini Allaha halis kılmamaktır. İslam karşıtlarının amaçlarını fâşeden bir tarzı siyaset olarak karşımıza çıkan ‘İslamofobia’, İslam ıstılahını biçimsizleştirmeye hizmet etmektedir.

Bu sayede kendindeki korku ve tedirginliği ‘ustaca’ bir manevrayla karşı tarafa, yani Müslümanlara hamletmiştir.

Peki, nedir kopan bunca fırtına?

Koparılan bunca fırtınanın bendeki en önemli cevabı; çok yavaş da olsa, Müslümanların, miras aldıkları dinin yerini sınırlarını ancak vahyin tespit ettiği İslâm’a bırakmaya karar vermeleridir. İşte bu İslâm-dışı tüm unsurları rahatsız etmektedir. Peki, durum sadece bundan mı ibarettir. Dedik ya, bu aşama Müslümanların daha yeni yeni ‘sorunlarımızı Kur’ânla çözebiliriz’ demeye başladıkları aşamadır. Bu topraklarda bu aşamaya nasıl gelindiğini ancak, ilk olarak yüce yaradan ve ilhamı ancak İslâm’dan alıp türlü iftiralara muhatap olmalarına rağmen Kur’ânî söylemde diretenler bilir. Çünkü onlar, cihadı ‘maceraperestlik’ olarak değil, Allah’ın muradını anlamak, İslam’ın anlaşılması için direnmek ve yaşamak olarak anlamışlardır. Bu anlayışla peygamberî metot arasında gözden kaçırılamayacak kuvvetli bir bağ vardır. Bu bağa kısaca bir bakacak olursak…

Vahyin gelmeye başladığı ilk yıllarda Müslümanlarla müşrikler arasındaki mücadelenin boyutu ve tarzı iyi kavranmalıdır. Ben, bu ilişkinin salt manada ‘putlarımıza boyun eğeceksin’ veya ‘neden boyun eğmiyorsun’ şeklinde ele alınmaması gerektiği kanaatindeyim. Ehl-i kitabın ve putperestlerin ilişki ve yaşam biçimlerinde ekonomik faktörlerin ve iktidar hesaplarının daha da önde olduğunu görüyoruz. Kaldı ki ehli kitap olmaları hasebiyle onlar da hac yapıyor, onlar da namaz kılıyor onlar da telbiye getiriyorlardı. Fakat İslam’la otoritelerine gelen tehdidin de farkındaydılar. İlk dönemlerde Müslümanlarla yapılmaya çalışılan ‘uzlaşmaların’ özünde; pagan dinlerini İslam’ın içine katma eğilimleri vardı. Lakin bu konudaki İslam’ın tavizsiz tutumu ehli kitabı farklı arayışlara itmiştir. Ve o günden bugüne ‘özü’ aynı kalmakla birlikte bu arayışlar çeşitlenmiştir.

İlk dönem Müslümanları, içinde bulundukları toplumu, inancından tutun da, ekonomi ve siyaset anlayışlarını şekillendiren tüm gelenek–görenek, ıstılah, adet ve tüm simgelerini tanıyorlar; tanımakla kalmıyor, hepsini bir anda terk ediyor, kendi aralarında nükseden her türlü etkilerine en sert tepkiyi gösteriyorlardı. Vahyin ilk muhatabı olanlar bu konuda son derece basiretliydiler. Maharetlerini Kur’an’a borçlu olan bu kuşak şirki, küfrü ve nifakı tüm adet, gelenek ve görenekleriyle tanımakta, onlara karşı tutumlarını yeri geldiğinde sertleştirmekte yeri geldiğinde yumuşatmaktaydılar. Müslümanlar ne zamanki bu dikkatten ödün vermişler, Müslümanlar için o zaman zillet başlamıştır. İnsan her zamanki insandır, şirk, küfür, fısk, nifak, bid’at da her zamankidir.

Özetle ‘İslamofobia’, İslam’ı, sosyal ve siyasi düşüncenin temellerinin dayanak noktası olmaktan çıkarıp, ulusal ve kültürel bir form, bir değer olarak varolmasını hedeflemektedir. Yani ‘İslamofobia’ kışkırtıcıları ve bir kompleksle savunmaya geçenlerin birleştikleri nokta dini Allah’a halis kılmama noktasıdır.

Bugün İslam coğrafyasında yapılmak istenen de İslam’ı ‘ulusal ve kültürel bir formda’ görme arzusudur. Bu sınırları aşıp, İslam’ın kendini her alanda açıkça göstermesi yolunda gayretini geliştirenler ve İslam’ın hiçbir kavram ve anlayışını yersiz korkulara feda etmeyen Müslümanlar galip geleceklerdir.