Fatih BÜTÜN

03 Nisan 2008

YANLIŞ VE SÖMÜRÜYE AÇIK OKUMA BİÇİMİNE REDDİYE

 ‘Naklediciler sadece duyduklarını nakletmekle yetinirler. Basiret ve feraset sahipleri doğrusunu yanlıştan ayırmak için duyduklarını değerlendirmeye tâbi tutarlar. İlim de ancak bu şekilde gelişir.”  (İbn Haldun)
 
Büyük sorunlarımızdan biri ‘gâle kültürü’ diyebileceğimiz ‘nakletme sorunu’dur. Biraz daha açık bir ifadeyle ‘rivayet’e hak ettiği değeri vermede ölçüyü tutturamayışımız. - miş’li geçmiş zamanı ifade eden, akla değil tümüyle ‘söylenen’e dayanan bilgi rivayettir ve ‘zannî’lik ifade eder ki, bu tür bilgi ‘tahkik’ edilmediği müddetçe delil teşkil etmez. İlim ‘gerçeği’ ifade ederken; şüphe götürür bilgi demek olan ‘rivayet’ ‘faraziyye’ye dayanır. Faraziyelerden yola çıkarak yargıya varmada ise hata oranı çok yüksektir.
Bugün Müslümanlar ve İslam âlemi, ‘tahkik’ edilmeyen, ‘zann’ilik ifade eden malumatların ağında kıvranmakta, her türlü sömürü ve yeryüzü zilletine muhatap olmaktadır. İlk olarak vahyi anlamada ve hadisleri, tarihi ve birbirleriyle ilgili rivayetleri/söylentileri değerlendirmekte tahkikten uzaklaşılmıştır. Tahkikten / araştırmaktan uzak bir anlayışla Allah’ın muradına nasıl erilebilir. Sünnetullah’ı nasıl kavrayıp, gayretini bu yönde seferber edebilir! Daha açık bir ifadeyle; hakikatin ta kendisini ifade eden ‘sünnetullah’ı anlayamamanın ceremesini çekmektedir Müslümanlar. Sünnetullah’ın özünü ise; ‘herkese yapıp-ettiğinin karşılığı vardır’ ilkesi oluşturmaktadır. Peki, hiç bir şey mi yapılmamaktadır? Tabii ki yapılmaktadır; lakin yapıp-edilenlerin Allah’ın murâdettiği ile yani ‘olması gerekenle’ irtibatı nedir? ‘Nakletmekle’, ‘rivayet’lerle ilgili ne gibi bir sorun vardır ki Müslümanlar bugünkü sıkıntılara maruz kalmışlardır? Meselenin özünde karşımıza çıkan her meseleye bakışımızda vahyî perspektifi yakalayamayışımız vardır. Vahyîn bize kazandırdığı perspektif, her türlü bilgi, rivayet ve mevzuyu ‘hikmet’le değerlendirebilmektir. Bu manada ‘hikmet’; eşya ve bilgi ile hakikat arasındaki bağı iyi kurabilmektir.
Bugün İslâm âlemini kasıp kavuran hususlardan biri ‘mezhebî problemler’dir. ‘Şii – Sünni’ çatışması da özü itibariyle yukarıda bahsettiğim ‘nakletme’ sorununun bir tezahürüdür. Bugün, zulmü İslam âlemine reva gören melun zihniyet halledilememiş bu ‘sorunu’ ustalıkla kullanmaktadır. Nasıl mı? Tabii ki Kur’anî perspektiften, hedef ve Kur’anî şuurdan uzaklaştırarak… Ama Müslüman istemedikten sonra onun inancına, bakışına, tarih ve sorunları vahyi perspektiften okuyuşuna kim müdahale edebilir! Demek ki bu manada Müslümanların bıraktıkları bir açık vardır. Tespit edebildiklerimizi aşağıda maddeler halinde sıralamaya geçmeden şunu ilave etmemiz gerekmektedir. Vahyin temel ilkeleri ortadadır. İnanıyoruz ki ‘akl-ı selim’ ile vahye yaklaşan her Müslüman en azından temel ilkelerde asla hata yapmayacaktır. Hangi çağda yaşarsa yaşasın problemlerine çıkış yolu bulabilecektir. Çünkü Rasul (a.s) rivayetlere göre ‘ümmetinin batıl üzerinde asla ittifak etmeyeceğini’ bize bildirmektedir ki, buna iman ediyoruz. Durum buyken sorun nerededir, kanaatimizce ‘rivayetlerle’ mesafemizi ve sorunlarımıza esas kabul ettiğimiz kriterlerimizi tespit edemeyip, ‘faraziyeler’ üzerinde hassasiyet oluşturmaktadır. Hassasiyetlerimiz bile ‘Kur’an’ın tespit ettiği ölçüde olmalıdır ki, öncekilerin düştüğü ‘kutsama/tapınma’ şirkine düşülmesin. Bunun için de ‘meselenin özünü’ kavrama, ‘bilgimiz olmayan bir konu hakkında hakkında kesin kanaat oluşturmama’, rivayetleri sebep sonuç ilişkisi bağlamında değerlendirme ahlakına sahip olmalıyız… İş prensiplerden ziyade siyasi ve ideolojik ‘hassasiyet’, ‘duygusallık’ bağlamında ele alınırsa sorunlar daha bir içinden çıkılmaz hal alır.
Asıl değinmek istediğimiz konuya, ‘mezhebi farklılıkları’, yukarıda gerekli gördüğümüz hassasiyet çizgisinde ele almak istiyoruz. Bugün ‘Şii ve Sünni’ sorununda ümmeti karşı karşıya getiren de ‘tarihi rivayetlerdir’. İnanç ilkeleri üzerinde görmeyi arzulayıp da göremediğimiz hassasiyetin tümüyle ‘zan’ ifade eden ‘tarihi rivayetler’e gösterilmesi ümmeti zalimlere karşı sömürüye açık bir hale düşürmektedir.
Bugün gelinen noktada bilgide ‘seçiciliğe’ her zamankinden çok muhtacız. Doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırma; bilginin ve eşyanın hakikatini kavramaya ‘hikmet’ diyecek olursak; ‘hikmet’ten yoksun bir bilginin, sahibini malumatfuruşluktan başka bir şey etmeyeceği bilinmelidir. Bu noktada karşımıza; maharetin ‘bilmek’ten ziyade bildikleriyle hakikat arasındaki bağı iyi kurabilmekte yattığı gerçeği çıkmaktadır.
Başka çaresi yok… Müslümanlar tüm algı biçimleriyle ‘hikmeti’ esas alarak İslam’a rücû etmelidirler. Tüm inanış ve yönelişlerini, hassasiyetlerini, tüm okuyuş ve kavrayış biçimlerini ve de hayat tarzlarını test etmeli, bilgi ve bilgi kaynaklarını vahyin kazandırdığı perspektifle tekrar gözden geçirmelidirler. Köklerimiz olan vahyi ve peygamberin vahyi yaşayış tarzını kavramaya çalışmalıdırlar. Köklerimizi, ne Kureyşli olmak ne Ümeyye’li; ne Laz, ne Türk, ne Çerkez, ne de Kürt olmak ifade eder. Köklerimizi ancak ‘İbrahim Milleti’ olmakla ifade edebiliriz.
Şii - Sünni ayrışmasında tarihi rivayetleri okuma ve anlamada ‘taklitçi kuşak’ zamana göre birçok şeyin değiştiğini, gelenek, alışkanlık ve toplumsal yapıların farklılık arzettiğini unutmuşa benzemektedir. ‘Taklitçi kuşak’ için Şii veya Sünni vb… demiyoruz… Taklitçinin ön plana çıkan vasfı ‘tarafgirliği’dir. Fakat ‘muhakkik’in mümeyyiz vasfı Allah’ın kelamından gayrı her şeyin doğru da yanlış da olabileceğini aklından bir an bile çıkarmamasıdır… ‘Muhakkik’ ittihad ehlidir, ‘mukalit’ ise ‘ittihad, ittihad-ı İslam!’ dese de parçalayıcıdır.
Aşağıda sıraladığımız maddeler tespit edebildiğimiz yanlış ve sömürgecilere açık bir tarih okuma biçimine reddiyedir. Sıraladığımız maddeler, özellikle Muhammed (a.s)’dan sonraki dönemler düşünülerek değerlendirilirse, yazı amacına ulaşmış olacaktır… Bu, kesinlikle ‘tektip’ tarih okuması yapmaya davet değil, hele de tarihi gerçekleri görmemezlikten gelmeye çağrı hiç değil; sadece rivayetlere hak ettiği değeri verme konusunda bir teyakkuz oluşturma teklifi olarak ele alınmalıdır… Her şeyin en iyisini Allah bilir.
 
Yanlış ve sömürüye açık tarih okuma biçiminin belirgin özellikleri:
 
-         Tarihin bir ‘rivayet’ olduğunu unutur… Ve sadece ibret alınması açısından bir değer taşıdığını; doğruluğundan kuşku duyulmayacak tek gerçeğin ‘Allah’ın sözü’, onun kitabında anlattıkları olduğunu unutmuş görürsünüz onu…
-         ‘Onlar bir ümmetti geldi geçti’ ayetine imanının yanında; o günlere dönüp, kişileri görmüş gibi onlara tek tek hükmeder bulursunuz onu…
-         Ona; bilgi, ‘çözümlemek, tahlil etmek, doğruya ulaşmak’ için lazımken O, ideolojik taraf olmak için öğrenme bilgi edinme çabasındadır. Bu manada malumatfuruştur, ama hikmetten çok uzaktadır…
-         Kendi sorunlarına ve içinde bulunduğu Müslümanların sorunlarına bile çözüm bulmakta ilmen ve fehmen yetersizken, tarihe döner ve geçmiş olaylara çözüm aramaya kalkar. Hatalı olduğunu ‘düşündüğü’ kimseleri kabirlerinden çıkarıp cezalandıracak kadar öfkeli görürsünüz onu…
-         Çoğulcudur. Çoğunluğun tespitini ‘alenileşmiş’, ‘el-hakk’ kabul eder. Çoğunluğun kanaatine ‘tarihi objektiflik der, tarih için ‘objektifliğin’ imkanı üzerine düşünmemiştir. Çoğunluğun da hata edebileceğini çoktan unutmuştur…
-         Ne eleştiriye ne de derinlemesine araştırmaya tahammülü vardır. Bu manada fanatik ve Acelecidir
-         İslam’ın ihyasını 1400 yıl önceni tüm iç yakıcı olaylarını bugüne taşımak olarak anlar.
-         Hangi konunun itikâdi, hangisinin kelami, hangisinin siyasi, hangisinin fıkhi, hangisinin ameli konu olduğunu ayrıştıramaz… Konular onun elinde karmakarışık olduğundan dolayı, sonu gelmeyen kelami tartışmaların onun elinde itikadî bir konu haline geldiğini hayretler içinde görürsünüz. Kelami tartışmaların İslam ümmetinin başına sonradan musallat edilmiş bid’atlar olduğunu bilmez veya unutmuştur.
-         Peygamberden sonraki dönemde mezhebi ayrışmaların ‘siyasi’ olduğunu bilmez. Her ayrışmayı dinsel bir ayrışma gibi vehmeder. Bunun için de ‘tekfircilik’ elinden bırakamadığı kulpudur…
-         Kimsenin ‘siyasi tercihinden’ dolayı tekfir edilemeyeceğini bilmez…
-         İdeolojik çatışmaları yenilemekten zevk alır. Üzerinden 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen, o günden hasımlar edindiği gibi bugün hatta yarın bile hasımlar bulmakta zorlanmaz.
-         Müslümanları üzen, mahzun eden günleri elinden gelse, tekrar yaşatma derdindedir. Yani mazinin olumsuzluklarını bugüne hatta yarınlara taşıma konusunda gayretli görürsünüz. Bugünü dünün kara lekeriyle kirletme eğilimindedir.
-         Her iki veya daha fazla düşüncenin (mezhebin) güzel yönleri yanında, açmazları olabileceğini düşünemediğinden ekol edindiği mezhebi dahi hakkıyla idrak edemez…
-          ‘Sahabeyi gökteki yıldızlar’ gibi kabul ederken, bir de bakarsın ki, bir başka sahabeyi tekfir etmediği kalır… Bu anlam da sevdiğini göklere çıkarıp sevmediğini levm ederken görürsünüz onu…
-         ‘İstikbalini geçmişte arar. Geleceği ‘imar’ etmekten çok uzaktır… Çünkü sürekli geçmişle hesaplaşma halindedir.’
-         İslam’ın kavramlarını Kur’an’a göre değil zaman içerisinde kazandığı muharref, siyasi manalarıyla anlamak ve kaybetmeme telaşındadır, bu bağlamda statükocudur.
-         Açılım getirmeye, medeniyet tasavvuruna sahip değildir.
-         Aslında o kendisi de değildir. Sığındığı ‘mezhebî görüş’, siyasi taraf ve sahip olunan fikir itibariyle kendi benliğini yok etmektedir. Farkında kılmak gerek onu…
 
Her şeye rağmen kötü değildir niyeti, sevilenler cümlesindendir.