Mehmed MAKSUT

11 Haziran 2011

İSLAMİ KİTLELERİ AMACINDAN SAPTIRMA SİLAHI: DEMOKRASİ

Yunanca bir kelime olan demokrasi "halk" kelimesinin karşılığı olan "demos" ile "idare" manasına gelen "kratos" sözcüğünden oluşur. Kökü eski Yunan kültürüne kadar uzanan demokrasi kavramı, o çağlardan günümüze çeşitli anlam ve içerik değişikliklerine uğrayarak gelmiştir. Eski Yunanistan'da tek adam idaresi olan diktatörlük ve tiranlığa karşı, halkın kendi işlerine yön verebileceği bir idare şekli olarak demokrasi düşünülmüştür. Ancak Aristo'nun deyimiyle, demokrasi kısa zamanda "demagoji"ye dönüşmüştür. Ona göre demogoji, bir toplumun duygularını çelerek kendi çıkarlarını yürütme yolu idi. Alan Coren’in de dediği gibi demokratik süreçte müstakbel diktatörler, önce düşüncenizi koşullandırır. Neyin, nelerin sizin için yararlı olacağını, neleri istemeniz gerektiğini size dikte ettirirler. Sonra size bunları vaad eder, oylarınızı alırlar.

Demokrasi, egemenlik haklarının halka ait olduğu fikrinde bina edilmiş siyasî bir sistem olarak hep tanımlanmış. Ama buradaki haklar hep söylemde kalmış ve iktidarlar halka haklarını verir gibi yapıp halkı ellerinde oynatmışlardır. Meclisin göze çarpan yerinde "hâkimiyetin millete kayıtsız şartsız ait olduğu" yazıldığı halde gerçekte hâkimiyet, milyonlara nispetle bir avucu teşkil eden güçlerin elindedir. Onlar istemedikçe anayasa ve kanunlar değiştirilemez, haklar ve hürriyetler verilemez, alınamaz, alınmış kararlar uygulanamaz. Demokrasiye laf söylemek kimsenin haddi değildir. Bu sistemi reddettiğiniz zaman adınız gericiliğe çıkar ve siz halk düşmanı olarak cümle aleme tanıtılırsınız!
 
Oysaki bu sisteme yönelik birçok eleştirel yaklaşım ve tanım Müslümanlarca yapıldığı halde hepsi genelde es geçilmiştir. Bu sistemi sadece Müslümanlar mı eleştirmiş? Hayır. İşte demokrasi eleştiren batılı düşünürlerden bir kaçı; A.Lincoln, demokrasiyi "halkın, halk için ve halk tarafından yönetilmesidir" diye tanımlarken J.J.Rousseau, demokrasinin gerçek şekliyle hiçbir zaman var olmadığını ve olmayacağını yani hayal olduğunu ileri sürmüştür. Churchill "en iyi idare şekli değil ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli" olarak kabul etmiştir. James Bovard “Demokrasi iki kurt ve bir kuzunun akşama ne yiyecekleri konusunda bir oylama yapmalarından başka bir şey değil demiş.” George Bernard Shaw “Demokrasi, hak ettiğimizden daha iyi yönetilmeyeceğimizin teminatıdır.” Demokrasi, kendi çıkarları için çalışan az sayıda kişi tarafından atanma yerine, ehliyetsiz ve beceriksiz çok kişi tarafından seçilmişlik ilkesini getirir.” Robert Byrne “Demokrasi, en az nefret ettiğiniz adaya oy verme özgürlüğüdür.” John Simon “Demokrasi, çoğunluğun bilgi sahibi olmadığı konularda, yine çoğunluğun karar vermesini teşvik eden rejimdir.” H. L. Mencken “Demokrasi rüyalar alemine aittir.” Fransız İlimler Akademisi üyesi André Maurois demokrasiyi "ehliyetsizliğe tapış" diye nitelendirdiği halde, geri kaldığı söylenen toplumlarda demokrasinin kutsallaştırıldığını, tartışılamaz ve dokunulamaz kılındığını, demokrasiyi tenkit etmenin ve bir alternatif sistem, model teklif etmenin cesaret meselesi haline geldiğini belirtiyor.
 
Demokrasi elastiki yapısından dolayı nice kereler herkesin kullandığı bir kavram olmuştur. Hitler, Nazizm’i “gerçek demokrasi” olarak isimlendirilmiştir. Mussolini Faşizm’i “ organize, merkezi ve otoriter demokrasi” olarak tarif etmiştir. Laik kesim, yıllardır yaptığı baskıyı yine bu kavramla tanımlayarak kendisini meşrulaştırmış. Amerika, demokrasi ve özgürlük naralarıyla Irak’ı işgal etmiş; katliam ve acılarla dolu bir tabloyu ortaya koymuştur. İnsanlar demokrasiyle sorunlar çözülecek diye bedeller ödemişlerdir. Oysa soruna çözüm olarak sunulan sistemin kendisi de sorun ise o zaman durup tekrar sorgulama yapmak gerekir. Ve insanlar maalesef bunu bir türlü sorgulamamış, kavrayamamış veya kavramak istememiştir.
 
Demokratik seçimlerin sonucunda halkın, temsilcileri vasıtasıyla yönetime katılması hadisesi sürekli demokrasinin övülen noktasıdır. Demokrasinin bu konuda da gerçekleşemediği azıcık düşünen biri hemen fark edecektir. Özellikle halkın siyasî partiler kanalıyla seçtiği milletvekillerini denetlemesinin mümkün olamaması bir yana; onunla normal şartlar altında bile görüşmesi zordur. Ve böyle bir temsil, şeklî temsilden öteye geçmemektedir. Eskiden toplum üzerinde tek tek yetki sahibi olan kişi ve kurumlar, demokratik sisteme geçildikten sonra, güçlerini aynı parti veya ekonomik birlik altında birleştirip, menfaatlerini ortak bir biçimde sürdürme yolunu seçmişlerdir. Toplumda iktisadî güç sahipleri, maddi imkânları ile daha kuvvetli olmakta ve isteklerini daha kolay yapabilmekteler. Diğerleri ise zayıf ve güçsüzlükleri oranında daha az etkili olmaktalar. Sonuçta ülke idaresine yansıyan görüş, iktisadî imkânları ve sermayeyi ellerinde bulunduranlarınki oluyor. Özellikle zengin kesim ellerindeki imkânlar ve iletişim kurumları vasıtasıyla sadece kitleleri iktisaden kendilerine bağlı hale getirmekle kalmıyorlar; aynı zamanda siyasî düzenin oluşması konusunda da büyük ağırlık koyuyorlar. İktisadî hayatta reklâm konusunda olduğu gibi; siyasette de propaganda faaliyetleriyle kitlelerin düşünce ve duygularını etkileme yolları aşılabiliyor. Bu durumda, günlük geçim derdi ve sıkıntıları içerisinde bulunan sıradan insanın kendisine ulaşan haberleri ne ölçüde tahkik edebileceği bellidir. Böylece kanaatler ve tercihlerin belirli etki odakları ile yönlendirildiği görülmüştür.
 
Demokrasi ve İslâm arasında zaman zaman ilişkilerin kurulması için bazı cemaatlerin, platformların oluşturulduğunu son dönemlerde çok sık görmekteyiz. Oysa bu İlk defa Meşrutiyet döneminde, Mithat Paşa'nın başkanlığında Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar(Jön Türkler) grubu: parlamenter ve anayasalı bir sisteme geçmek üzere kendi fikirlerine bir gerekçe ararken, İslâm'ın demokratik prensipler taşıdığını söylemişler. İslam’ın demokrasi yorumunu yapmaya çalışmışlar. Böylece, Padişahın nüfuzunu sarsıp, demokratik bir yönetime doğru yönelmiş olacaklardı. Bundan sonra çağımızda "İslâm ve demokrasi" tartışmasına katılan birçok düşünür farklı değerlendirmeler yapmıştır. Kimi uzlaştırıcı bir tavır benimserken kimi bu sistem ve düşüncenin İslam’a aykırılığından dolayı inkârdan yana tavır takınmıştır. Burada iki ismi anmak istersek: Mevdûdî'ye göre tarihî arka-planı ve felsefî temeli itibariyle demokrasi İslâm ile bağdaşmaz. Demokraside mutlak özgür bireyler, ulus-devletin vatandaşları, halkın kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve ilahî iradeden bağımsız yönetim söz konusudur. İslâm ise her biri Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı müminlerin, içlerinden en iyi olanı seçerek işbaşına getirmelerini, onu denetleyerek ilahî iradeyi gerçekleştirmesini sağlamalarını öngörmektedir. Sudan'lı düşünür Turâbî'ye göre, bağlayıcı olan, ulemanın değil belli bir zaman dilimi içinde Müslüman halkın icmâ'ıdır. Halkın tercihi âlimler ve uzmanlar tarafından aydınlatılmalıdır. Hükümet de halkın iradesini yansıtacak şekilde serbestçe seçilmelidir. Bu şekilde seçilen hükümetin hem teşride önemli rolü olur, hem de şeriatın yorumlanmasında hakemlik yapabilir. İslâmcı hareket de devlet içinde İslâmî ahlâkın koruyucusu olma rolünü üstlenir.
 
Demokrasiyle İslam’ın uzlaşması konusunda diğer ülkelere karşı ABD-AB, Türkiye’yi model olarak seçmiş ve bunun uygulanması için çeşitli partileri, cemaatleri, şahısları oldukça besleyip büyütmüştür. Bu konuda “Medeniyetler Çatışması” eserinin müellifi, ünlü ABD’li düşünür S.P.Huntington Türkiye’nin konumu hakkında şunları ifade etmesi dikkat çekicidir: "Demokrasi ve ekonomik kalkınma Müslüman toplumlar arasında nadir görülmektedir. Türkiye bunu başararak, Müslüman toplumlara onların da başarabileceğini göstermelidir. İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslâmî bir anlayışla demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır. Doğu Asya ülkelerinin de demokrasiye doğru hareket ettiklerini görüyoruz. Bu onların Batılı liberal bir demokrasiyi kabul edecekleri anlamına gelmez. Onlar kendilerine has bir demokrasi şekline varacaklardır. Fakat daha önce de işaret ettiğim gibi ülkeler ekonomik olarak kalkındıkça demokrasiye doğru hareket etmek zorundadırlar; çünkü kendi toplumlarında gücün kullanımı problemini çözmek için istişare mekanizmaları oluşturmaları gerekir. Türkiye'nin lider olma potansiyelinden, bunun için yenileşme modelini bir daha gözden geçirmesine ihtiyaç bulunduğundan söz ettikten sonra şunları söylüyor: "Türkiye'nin kültürel ve dini geleneklerini canlandırmanın ve İslam ve Osmanlı mirasının üzerine modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanının geldiğini düşünebilir... İnanıyorum ki, Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslamî bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır...( s.172, 179)
 
Yukarıdaki İslam-demokrasi ilişkisini ABD sadece Türkiye üzerinden sürdürmüyor. Bu düşünceyi Ortadoğu’ya aktarabilmek için bazı şeyleri yumuşatıyor ve yıllardır düşman gördüğü bazı yapılara karşı ilişkisini de taktiksel olarak değiştiriyor. Örneğin Katar'ın başkenti Doha'da  "ABD-İslam Dünyası Formunda ABD'nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Scott Carpenter, Hamas ve Hizbullah benzeri örgütlere demokratik sürece katılma imkânı tanınmasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiği üzerinde durarak, bu yeni anlayışın Amerika'nın İslamî rejimlere onay vermesi şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekince kendisine, "Amerika, İslamcı grup ya da partilerin demokratik yoldan iktidara gelmesini kabul edecek mi?" diye soru sorulduğunda, "Kabul etmekten öteye kolaylaştırıyor" cevabını veren Carpenter, örnek olarak da, Irak'ın İslamcı yeni Başbakanı İbrahim Caferi'yi gösteriyor. Daha önce AB dışişleri bakanlarının, Lüksemburg'da yaptıkları bir toplantıda da şimdiye kadar İslam ülkelerinde daima laik aydınlarla temas kurulduğu, inanç temelli sivil toplumla daha fazla ilgilenmenin ve İslamcı muhalif gruplarla da diyalog kurmanın zamanı geldiği kaydedilmiştir.
 
İslam ülkelerine demokrasiyi sokmak için mücadele veren ABD yetkililerinin ve demokrasi söylemlerin arkasında hangi tilkiliklerin döndüğünü Müslümanlar artık görmeli ve tavırlarını ona göre belirlemelidirler. Demokrasinin ABD’nin “İslami kitleleri amacından saptırma silahı” olduğunu anlamak işgale karşı belki de Müslümanların ilk ve en önemli zafer adımı olacaktır.
 
“Oyu”nu vermeden oyunu görenlere ne mutlu…
 
Selam ve dua ile…