Şükrü HÜSEYİNOĞLU
KUR'AN KISSALARI IŞIĞINDA MÜCÂDELE FIKHI -IV-
Konuyla ilgili bir önceki yazıda Nuh (a.s.)’ın daveti üzerinden mücadele fıkhına dair çıkarımlarda bulunmaya çalışmıştık. Orada Nuh (a.s.)’ın gemi inşasından söz etmiş, Rabbimizin emriyle bir gemi inşasına koyulduğunu vurgulamıştık. İşte Nuh (a.s.)’ın gemisi, bize, kendi çağımızda cahiliye gemilerinde yer edinmeye, ona kaptan olmaya çalışmak yahut da mevcut cahiliye gemisini tamire koyulmak gibi tercihler yerine, her türlü cahili düşünce ve pratikten hicret ederek, İslam’ın ölçüleri ve hedefleri ışığında kendi gemimizi inşa etmeyi öğretmektedir.
O yüzden Kur’an kıssaları bir tarih bilgisi olsun, insanlara bilgi aktarmak için anlatılmıyor, Kur’an kıssalarında zaman mefhumunun olmaması, kişiler ve mekan konusunda çok sınırlı bilgiler verilmesi bu sebeptendir. Bu tür bilgilere mesajı anlatmak için gerekli olduğu kadar yer verildiğini görüyoruz.
Peygamber kıssalarını okuduğumuzda, her birinde aynı temel mesajlar, aynı duruş, aynı mücadele çizgisinin, onlar karşısında inkarcıların itirazlarının da aynı olduğunu görüyoruz. Değişen, yalnızca farklı toplumlardaki farklı sosyal sorunların varlığı ve bu sebeple Peygamberlerin temel tevhidi mesaj ve mücadele çizgisinden uzaklaşmadan bu farklı sosyal sorunlara yönelik eleştiri ve eylemleri olmaktadır.
Şayet herhangi bir Peygamber kavimlerinin şirk ve fücuruna karşı uzlaşmacı veya bu duruma müdahil olmayan pasif bir yaklaşım ortaya koymuş olsaydı, kavimlerinin ona karşı yaklaşımı da farklı olurdu.
Bu yazıda inşallah Hûd (a.s.) ve Sâlih (a.s.)’ın kıssaları üzerinden, mücadele fıkhına dair Kur’an’dan öğrenmemiz ve bugüne taşımamız gereken hususları anlamaya çalışacağız. Önce şunu hatırlatalaım: Kur’an bize bütün Peygamberlerin kıssalarını anlatmıyor. Kur’an’ın anlattığı Peygamberler öncelikle o gün Mekke toplumunda bilinen Peygamberlerdir. Ki bu Peygamberlerin bir kısmı Arap asıllı iken, çoğu ise İsrailoğlulları içinden seçilmiş Peygamberlerdir. Niçin? Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi Kur’an’ın kıssa anlatmaktaki maksadı bilgi vermek değil. Bu bilinen Peygamberlerin hayatından, insanlara doğru din anlayışı ve kulluk pratiğini yeniden hatırlatmak.
Bilindiği gibi özelde Mekkeli ve genelde Arabistan çoğrafyasındaki müşriklerin ve civardaki Yahudi ve Hıristiyanların düşüncesinde, inancında İbrahim (a.s.)’ın önemli bir yeri vardı. Onlara işte bildikleri, sevdikleri, dahası kendilerini nisbet ettikleri İbrahim (a.s.) üzerinden onlara tevhid akidesini yeniden hatırlatmak amaçlanmıştır.
Hûd (a.s.) ve Sâlih (a.s.), Arap toplumları içinde seçilmiş iki Peygamberdir. Kavimleri olan âd ve Semûd, Arabistan coğrafyasının farklı bölgelerinde yaşamış olmalarına rağmen, birbirlerinin devamı olan iki toplumdur.
Nuh (a.s.)’dan sonra Kur’an’da ismi geçen ilk Peygamber Hûd (a.s.)’dır. Hûd A.s.)’dan sonra ise Sâlih (a.s.)’ın kıssası anlatılmıştır. Sâlih (a.s.)’ın kavmi olan Semûd, Âd kavminin helakından sonra Hûd (a.s.) ve ona iman edenlerin nesillerinin, Arabistan’ın kuzeyine göç ederek teşkil ettiği toplumdur. Her iki toplumda da, putçuluğa dayalı şirk inanç ve pratiklerinin hakim olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra her iki toplumda da dünyevileşme, yüksek ve görkemli yapılar inşa ederek kibirlenme ve güçsüzlere yönelik zorbalığın hüküm sürdüğünü anlıyoruz.
Bilindiği gibi yeryüzünde insanlık tarihi boyunca temel sapma, dinsizlik değil şirke dayalı, tahrif edilmiş din anlayışları olmuştur. Peygamberlerin davetine muhatap olan toplumlar, genellikle önceki Peygamberlere dair bilgileri bulunan, hatta Mekkeli müşrikler ile Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini İbrahim (a.s.)’a nisbeti örneğinde olduğu gibi kendilerini onların izinde gören toplumlardı.
Ne var ki, Peygamberlerin tebliğ ettiği tevhid inancı zamanla tahrif edilmiş, dua ve ibadette aracılık ve hükümranlıkta ortaklık anlayışları tesis edilerek şirk inançları ve şirke dayalı hayat tarzları üretilmiştir. Rabbimiz, art arda elçilerini insanlar arasından seçerek toplumları yeniden tevhid akidesine davet etmiştir. Hûd ve Sâlih (a.s.)’ın davetlerinin temeli de budur.
Davetlerinin bu ana ekseninin yanı sıra ve onun bir gereği olarak her iki Peygamber de, toplumlarında mevcut olan dünyevileşme, tekebbür, zorbalık ve zayıfların hakkının gasb edilmesi konularında müdahil olmuş, bu konularda fiili olarak mücadele içerisinde olmuşlardır. Kur’an’da bu durum Hûd ve Sâlih (a.s.)’ın dilinden şu şekilde beyan edilir:
“(Hûd dedi ki:) Siz her yüksek yere bir anıt bina inşa edip boş şeylerle eğleniyor musunuz? İçlerinde ebedi yaşama ümidiyle sağlam yapılar mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.” (Şu’arâ, 26/128-131)
“(Sâlih dedi ki) Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin ve pınarların içinde. Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında? Bir de dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.” (Şu’arâ, 26/146-150)
Âd kavmi, Arabistan’ın güneyinde (Yemen’in kuzeydoğusu) “kum tepesi” anlamına gelen Ahkâf bölgesinde yaşarken, Semûd kavmi ise Arabistan’ın kuzeyinde yer alan ve “kayalık bölge” anlamına gelen Hicr bölgesinde yaşamıştır. Ki bugün bu bölge Medâin-i Sâlih olarak bilinmektedir. Ahkâf ve Hicr bölgelerinin ismi, Kur’an’da sûre isimleri olarak da yer almıştır.
Bu iki toplumun yaşadıkları bölgelere dair Kur’ani beyanları okuyalım:
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Direkleri (yüksek binaları) olan İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı. O vadide kayaları yontan Semûd kavmine?” (Fecr, 89/6-9)
“Âd kavminin kardeşini (Hûd'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.” (Ahkâf, 46/21)
“Andolsun, Hicr halkı da elçileri yalanlamıştı.” (Hicr, 15/80)
Her iki toplumun da imar alanında ileri bir düzeye ulaştıklarını görüyoruz. Âd kavmi, yaşadığı çöl bölgesini yüksek sütunlu binalar ve su kanallarıyla imar ederken, Semûd kavmi ise kayaları yontarak kendilerine dayanıklı yapılar inşa etmişlerdi. Her ikisi de güç ve zenginlik sahibi topluluklardı.[1]
Şimdi Rabbimizin Kitab-ı Keriminde Hûd ve Sâlih (a.s.)’ın davet ve mücadelelerine dair beyanlarından kimi bölümleri okuyalım ve ardından günümüz için çıkarmamız gereken dersleri ele almaya çalışalım.
Hûd (a.s.) ve daveti
“Ad kavminin kardeşini (Hud'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkâf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti. Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin? Haydi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler. Hud, ilim ancak Allah'ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir kavim olduğunuzu görüyorum, dedi.” (Ahkâf, 46/21-23)
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. Onlara, Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?, dedi. Kavminin ileri gelenlerinden inkâr edenler dediler ki: Şüphesiz, biz seni akıl kıtlığı içinde görüyoruz. Biz senin mutlaka yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz. Hûd, şöyle dedi: Ey kavmim! Bende akıl kıtlığı yok. Aksine ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin vahy ettiklerini size tebliğ ediyorum. Ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım. Sizi uyarması için içinizden bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikir (vahy ve öğüt) gelmesine şaştınız mı? Hatırlayın ki, Allah sizi Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve sizi yaratılış itibariyle daha güçlü kıldı. Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz. Onlar, Sen bize tek Allah’a ibadet edelim, atalarımızın ibadet edegeldiklerini bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azabı bize getir, dediler. Hûd, Artık size Rabbinizden bir azap ve öfke inmiştir. Allah’ın, haklarında hiçbir delil indirmediği, yalnızca sizin ve babalarınızın uydurduğu birtakım isimler (düzmece tanrılar) hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Öyleyse (başınıza geleceği) bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim! dedi. Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayan ve iman etmemiş olanların ise kökünü kestik." (A'râf, 7/65-72)
Görüldüğü gibi Hûd (a.s.)’ın davetine karşılık kavminin cevabı “Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin?” şeklinde oluyor. Demek ki mesajı doğru anlamışlar! Evet, Hûd (a.s.) mesajı dolandırmadan, ertelemeden doğrudan doğruya kavminin putlarını ve putçu akidelerini söz konusu ediyor ve bunları terk ederek yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluk etmeleri gerektiğini ifade ediyor. Yani arı kovanına çomak sokmuş oluyor!
Hûd (a.s.), “Allah'ı şahid tutarım, siz de şahid olun ki, gerçekten ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım”[2] ifadesiyle mevcut cahiliye akidesi ve ona dayalı toplumsal işleyişten beraatini ilan etmiş ve insanları da bu beraate ve yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluk etmeye çağırmıştır. Zaten tüm Peygamberlerin davetinin temel ekseni budur.
Bu noktada Peygamberlerin güç dengesi hesabı yapmadıklarını, şirk akidesini iptal ve tevhid akidesini ikame hususunda bir merhale gözetmediklerini görmekteyiz. Bu açık tavır ve davet, İslami mücadelenin ilk aşamasını ve temelini oluşturmaktadır. Tüm Peygamberlerde olduğu gibi Hûd (a.s.)’ın daveti de bu temele oturmuştur.
Onlar, bu temel mesajı erteleyerek, belli bir güç oluşturana kadar ahlaki ve sosyal sorunlarla ilgilenmek, egemenleri doğrudan karşılarına almayacakları alanlarla ilgilenmek gibi stratejilere asla yönelmemişlerdir. En temel çelişki olan tevhid-şirk çelişkisini öncelikle gündeme getirmiş ve bu alanda insanlara çok ağır da gelse hak sözü bütün açıklığıyla ortaya koymuşlardır.
Sâlih (a.s.)’ın daveti
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yok. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin; sonra da O’na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir. Onlar şöyle dediler: Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Babalarımızın kulluk etiğine kulluk emekten bizi men mi ediyorsun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeye akrşı kuşku verici bir şüphe içindeyiz. Salih, dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bakayım, eğer ben Rabbim tarafından apaçık bir delil üzerinde isem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, O’na karşı geldiğim takdirde beni Allah’tan kim koruyabilir? Demek ki, zarara uğratmaktan başka bana katkınız olmaz.” Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın dişi bir devesi. Bırakın onu, Allah’ın arzında yayılıp otlasın. Ona kötülük dokundurmayın, yoksa sizi yakın bir azap yakalar. Derken onu kestiler. Salih, dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. (Sonra helâk olacaksınız.) İşte bu, yalanlanamayacak bir tehdittir. (Helâk) emrimiz geldiğinde Salih’i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helâktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Zulmedenleri o korkunç uğultulu ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. (Yine) biliniz ki Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Hûd, 11/61-68)
“Hani kardeşleri Salih, onlara şöyle demişti: Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Öyle ise Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Siz buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız? Bir de dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.” (Şu’arâ, 26/142-152)
Görüldüğü gibi Sâlih (a.s.)’ın daveti de, kavminin itirazı da tevhid-şirk temel çelişkisi konusunda oluyor. Sâlih (a.s.) “tek ilahlılığa”, yani tevhid akidesine, yani yalnız Âlemlerin Rabbi’ne yönelmeye, yalnız O’na kulluk etmeye, hükümranlığı O’na has kılmaya çağırırken, Semûd kavmi “çok ilahlılıkta” ısrar ediyor ve “Babalarımızın kulluk etiğine kulluk emekten bizi men mi ediyorsun?” ifadeleriyle itirazlarını dile getiriyorlardı.
Sâlih (a.s.), bu temel mesajının yanı sıra kavminin içerisinde bulunduğu dünyevileşme sorununa karşı uyarılarda bulunuyor ve onları “yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların” emrine itaat etmemeye çağırıyordu. Nitekim halkı Sâlih (a.s.)’a karşı kışkırtan ve onun davetine engel olmaya çalışanlar da Rabbimizin “Şehirde dokuz kişilik bir çete vardı. Bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve ıslaha çalışmıyorlardı.” (Neml, 27/48) şeklinde nitelediği bu müfsidlerdi. Onlar, Rabbimizin kendilerini imtihan ettiği deve ayeti/alametinin[3] de delalet ettiği üzere zayıfların haklarını gasb ediyor, şehirde zorbalık yapıyorlardı. İşte Sâlih (a.s.), halkı bu müfsidlere karşı itaatsizliğe ve yalnızca Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olmaya davet ediyordu.
Kur’an’ın ilgili beyanlarını okuduğumuzda, Hûd (a.s.) ve Sâlih (a.s.)’ın öncelikle davetçi kimlikleriyle tebarüz ettiği görmekteyiz. Allah’ın dinini apaçık şekilde ortaya koymak, bu dinin ilkelerini, insanlardan taleplerini, muhatap olunan toplumda var olan hastalıklara yönelik çözümlerini net olarak ortaya koyup, toplumları Rabbimizin istediği kulluk çizgisine davet söz konusudur.
Hiçbir Peygamberi “Ben Allah’ın dinine dair mesajları aldım, toplum da yanlış içerisinde, ben kendimce bir strateji planlayayım, bu stratejiyi merhale merhale uygulamak için toplumu ilk başta rahatsız edebilecek olan bu açık gerçekleri belli bir süre açıklamayayım, çeşitli ittifaklar kurayım, güçleneyim, neticede toplumu bu mesajlara hazırlayınca davetimi açıklarım” dememiştir. Hiçbir Peygamber, davet yükümlülüğünü zaafa uğratacak bu tür bir hesaba girmemiştir. Tabii ki Peygamberler strateji takip etmişlerdir, hesap yapmışlardır, ancak onların strateji ve hesapları davet eksenli mücadele çizgisiyle uyumlu olmuştur. Dillerini yumuşatsalar da, toplumları sarsacak çok ağır gerçekleri hiç yumuşatmadan, ertelemeden doğrudan doğruya dile getirmişler ve zaten çatışma da buradan çıkmıştır.
Zaten Kur’an’daki peygamber kıssalarında ana mevzu davet ve davet karşısında muhatapların takındıkları tutumlar olmuştur. Bu açıdan İslami mücadelenin ana ekseni ve stratejisinin davet olduğunu söylemek gerekir. Hakka şahitlik etme yükümlülüğü de zaten bunu gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla şahitlik ve davet yükümlülüğünü zaafa uğratacak, bu temel yükümlülüklerin ertelenmesini veya terkini doğuracak her türlü strateji yanlıştır, İslami açıdan meşru değildir.
Bu sebeple hiçbir Peygamberin, davet ve şahitlik misyonundan ve bu misyonun gerektirdiği ilkesel duruşundan, ölçülerinden, kimliğinden geçici bir sürelik de olsa vazgeçerek maslahat ve sonuca odaklı bir mücadele çizgisine yönelmediğini görmekteyiz. Sistematik, yaygın, merkezi (çevre ile sınırlı kalmayıp anakentlerde/kentlerin merkezlerinde yankılanan) bir davet seferberliğinin, Peygamberlerin ana mücadele stratejisini oluşturduğu görülmektedir.
Hedefe giden yolun meşruluğu şartını ihmal etmek, hedefe varıncaya kadar belli ölçüleri, belli sorumlulukları, açık davet yükümlülüğünü, mevcut putlara ve putçu işleyişlere yönelik tevhidi duruş ve eleştirileri erteleme, ihmal etme, kimliği gizleme, bulandırma gibi yaklaşımlar Peygamberlerin sünneti olmamıştır.
Hûd (a.s.) ve Sâlih (a.s.)’ın da ilk adımları da, Yüce Allah’ın kendilerine bildirdiği tevhidi mesajları açıkça dile getirmek ve bu mesajlara dayalı sosyal-siyasal tavır alışlarıyla ortaya çıkmak olmuştur. Öncelikle tepki almayacakları ferdi ahlaka dair konularla davete başlamak gibi bir hesaba yönelmemiş, doğrudan doğruya putçuluğu, dünyevileşmeyi, zorbalığı ve sosyal-ekonomik haksızlıkları söz konu etmişlerdir. Ki bu da tepki doğurmuş ve kıyasıya bir mücadele başlamıştır.
İşte tüm Peygamberler, iman etmenin temelini oluşturan, mevcut batıl/tağuti inanış ve işleyişlerin reddedilmesi ve onun yerine, yaratmayı olduğu gibi emretmeyi de Yüce Allah’a has kılan, yalnız ona kulluğu esas alan tevhid akidesinin kabul edilmesi davetiyle tebarüz etmişlerdir. Bu akideyi ortaya koymak için herhangi bir merhale gözetmediklerini, ertelemediklerini, gizlemedikleri görmekteyiz.
Bizim buradan almamız gereken ders şudur: Bizim öncelikli sorumluluğumuz davettir. Daveti/şahitliği gizlememek, ertelememek ve ihmal etmemektir. Davetçi kimliğimizi zayıflatacak, zaafa uğratacak İktidar odaklı stratejiler üretmekten imtina etmemiz gerekir.
Bunun yanı sıra Hûd ve Sâlih (a.s.)’ın mücadlelerinde de görüldüğü üzere İslami davetin merkezi bir davet niteliğinde olması gerekir. Yani batıl bir dünya görüşünün hakim olduğu coğrafyalarda bu dünya görüşüne karşı açık ve net bir reddiyenin ortaya konulması ve onun doğurduğu sosyal, siyasal, ekonomik zulümlere yönelik pratik bir mücadele içine girilmesi icab eder. Peygamberlerin örnekliklerinde bu merkeziliğin, çevreye, yani halk tabanına yönelik davet çalışmalarıyla bir bütünlük arz ettiğini, birinin diğerinin ihmalini doğurmadığını görmekteyiz. Davette merkezden çevreye veya çevreden merkeze doğru bir gidiş yerine, eş zamanlılık ve eş güdümlülük söz konusudur. Yani, bir taraftan doğrudan doğruya şirkin ve şirke dayalı işleyişin, hükümranlık ilişkilerinin merkezine yönelik net söylem ve duruş söz konusudur, diğer taraftan da topluma yönelik bir davet söz konusudur. Yine bireysel davetle kitlesel davetin de iç içe yürüyen bir süreç olduğunu görüyoruz.
Biz, Hûd ve Sâlih (a.s.) ve yalanlanan diğer Peygamberlerin, bir yanda inkar ve zorbalıkta öncülük edenlerle kavga ederken, diğer yanda halk tabanını bu zorbaların etkisinden kurtarmaya çalıştıklarını, onların zihinlerini ve gözlerini hakikate açmak için gayret gösterdiklerini görüyoruz. Â’raf Sûresi 66, Hûd Sûresi 59, Neml Sûresi 48-49, Şems Sûresi 11-12. Ayetleri okuduğumuzda her iki Peygamberin mücadelesinin bu boyutunu açık olarak görmekteyiz.
Bugün İslam adına, asıl kavga edilecek olan batıl düzen sahipleri, zorbalar yerine, davete muhatap kılınması gereken mahrum bırakılmış toplumlarla davet adına kavga edenleri, yargılayıp topyekün mahkum edenleri gördükçe, fıkıhsızlığın yol açtığı bu acı sonuçlara hayıflanmadan edemiyoruz. Oysa yapılması gereken, bu şekilde toplumları ötekileştirerek zorbaların tarafına itelemek değil, Peygamberlerin yaptığı gibi onları zorbalardan ayırmaya, zorbaları teşhir ederek toplumun hakikati görmesine yardımcı olmaktır. Tıpkı Sâlih (a.s.)’ın yaptığı gibi: “Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.” (Şu’arâ, 26/151-152)
Yine her iki Peygamberin toplumlarına davette bulunurken “emin/güvenilir elçi” oluşlarına vurgu yaptıklarını görmekteyiz. Bu, bilindiği gibi tüm Peygamberlerin ortak mesajları arasında yer almaktadır. Demek ki mü’min, bulunduğu toplumda şahsiyetiyle güven verici bir insan olmalıdır. Sizin şahsiyetinizde sorun varsa, iş konusunda olsun, ahde vefa konusunda olsun sıkıntılı bir haliniz varsa siz insanlar için güvenilir bir davetçi olamazsınız. Endonezya ve Malezya’nın İslamlaşması ile ilgili olarak, bölgeye giden Müslüman tüccarların örnek davranışlarının etkisinden söz edilir. Kâl ile davet, hâl ile davetle bütünleştirilmek durumundadır.
“Emin/güvenilir” oluşlarının, bizatihi Peygamberler tarafından toplumlarına hatırlatılması da önemlidir. Burada, ahlakiliğin öne çıkarılması söz konusudur. Bizler de, davetimizi üzerine bina edeceğimiz emin şahsiyetler olmayı başarabilmeliyiz. Allah Rasulü’nün (s) Mekke’deki vasfının “sâdık ve emin” olmasının İslam daveti açısından ne kadar etkili olduğu bilinmektedir.
Bir diğer husus, Hûd ve Sâlih (a.s.)’ın davetlerinde de gördüğümüz üzere putlarla ve putçulukla mücadelenin önceliğidir. Zira temel mesele budur. İnsanları tevhid inancından, Allah’a kulluktan uzaklaştıran tarih boyunca şirk inançları, anlayışları olmuştur. Günümüzde de bu böyledir. Bugün din dışı ideolojiler olarak bilinen sekülerizm ve laisizm bile aslında birer şirk ideolojisidir. Zira bu ideolojiler Allah’ı reddetmez, Allah’ın hayata müdahalesini reddeder. Yaratan olduğunu kabul eder, ancak emreden olduğunu reddederler. Bu hususuta insan hevasını öne çıkarırlar. Dolayısıyla bugünün Müslümanları için de (geleneksel veya modern) putlarla ve putçuluklarla mücadele temel mücadele zemini olmalıdır.
Yine, Hûd (a.s.) ve Sâlih (a.s.)'ın, toplumlarındaki dünyevileşme, sosyal ve ekonomik haksızlıklar konusunda eleştirilerde bulunduklarını görmekteyiz. Ki tüm Peygamberler, muhatap kılındıkalrı toplumalrda yaşanan sorunlara duyarlı olmuşlar, bu alanalrda fiili olarak mücadele vermişlerdir. Bu da bizler için ihmal edilemez bir sorumluluk alanına işaret etmektedir.
Hûd (a.s.) ve Sâlih (a.s.’) kıssalarından bugün için çıkarabileceğimiz dersler olarak, bu hususları vurgulamakla yetinelim diyoruz. Bunların yanı sıra, her iki Peygamberin de davetlerine herhangi bir karşı ücret istemedikleri vurgusu (Şu’arâ, 26/127; Bakara, 2/145) ve inkarda diretilmesi karşısında hak-batıl uzlaşmasına dayalı bir orta yol arayışına girmek yerine inkarcılarla restleşmeleri (Hûd, 11/54-55) söz konusu edilebilir. Peygamberler haşa maceraperest insanlar değil. Hakla batılın ayrışması için açık bir tutum gerekiyor. Hakla batılın ayrışmadığı zeminlerde şirk gelişir. Zaten tarihte de günümüzde de, şirkin neşvünema bulduğu zeminler, hakla batılın birbirinden kesin hatlarla ayrıştırılmadığı ortamlar olmuştur.
İşte bu yazıda Hûd ve Sâlih (a.s.)’ın örnekliklerinde bir kere daha anlamaya çalıştığımız Nebevi mücadele çizgisi, öncelikle hakla batılın kesin hatlarla birbirinden ayrıştırılması esasına dayalı, müdahanesiz, akidevi anlamda pazarlıksız ve yine akidevi anlamda merhalesiz açık bir davet mücadelesidir. Bizim bugüne taşımamız, bugüne dair fıkhını güncellememiz gereken çizgi budur.