Mehmed MAKSUT

19 Nisan 2012

KUTLU DAVADAN KUTLU DOĞUMA

Türkiye’de Nisan ayının girmesiyle beraber “Kutlu Doğum” adı altında birçok etkinlik yapılmaktadır. Bu etkinlikler resmi anlamda 1989’da Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından kutlanmaya başlamıştır. İlk olarak Hicri 357-567 yılları arasında, Mısır’da hüküm süren Fatimiler başta olmak üzere, Şii Müslümanlar arasında Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın doğum yıldönümlerinde yapılan kutlamalarla ortaya çıkan ve Eyyubiler döneminde Sünni Müslümanlara da sirayet eden Mevlit kutlamaları, giderek yaygınlaşmıştır. Kahire’deki bu geleneği Zengi ve Erbil atabeylikleri de devam ettirmiştir. Osmanlılarda ise 3. Murad döneminde resmileştirilmiştir.

Toplumsal çalkantıların ve siyasi baskıların olduğu dönemlerde, biriken öfkeleri hafifletmek için sistemler tarafından bazı yumuşak uygulamaların ortaya konulduğu bilinmektedir. Bu minvalde, kutlu doğum etkinliklerinin diyanet aracılığıyla başlayıp yaygınlaştırılmasında da böyle bir misyonun olduğu belirtilebilir. Rejim tarafından baskıyla karşılaşan dindar kitlelerin doğrudan Din’in ayrıştırıcı ve temel konularını talep edememenin verdiği sıkıntıyla, siyasi anlamda bir risk içermeyen, Peygamber algısını ve etkinliklerini benimsemeleri gelinen noktanın hazin sonuçlarını göstermektedir. Hakkın dininin toplumda talep edilebilir olması için uğraşmanın zorluğunu gören kesimler, halkın beklentilerine uygun bir potreyle halk nazarında daha çok saygınlık ve taraftar bulabilmek için bu etkinliklere çok fazla anlam yüklemeye başlamalarını; tevhidi çizgiyle meselelere yaklaşma yerine, yöneldikleri halkın yanlış dinsel örf ve renklerine bürünmelerini onaylamak mümkün değildir. Ayrıca bu etkinliklerin sisteme entegre olmuş diyanet gibi kurumların öncülüğünde ve sınırlarında yapılması, peygamberin parçacı, uzlaştırıcı ve öğütçü bir şekilde anlatılması, onun adına nice simgelerin ve bidatlerin ortaya konulmasında kabul edilebilir bir durum değildir. Hz. Peygamberi anlatırken İslam’ın çizdiği sınırların dışına çıkmamak, Hz peygamberi Kuran’ın bize tanıttığı gibi tanımak ve tanıtmakla mükellef olduğumuzu unutmamalıyız. Nitekim bu işi yaparken şu hadisi göz önünde bulundurmak gerekir: “Beni Nasaranın (Hıristiyanların) Meryem oğlu İsa’yı aşırı derece övdükleri gibi övmeyin. Benim için ancak, Allah’ın kulu ve rasulü deyin.”

İlk başta kavramın kendisinin sorunlu olduğunu ifade edelim. ‘Kutlu doğum’ terimiyle peygamberin doğumuna kutsallık atfetmek beraberinde birçok kutsallığı da getirecektir. Bu durum kutsallık adıyla peygamber ile halk arasında İslam’ı yaşama noktasında birçok mazereti de doğuracaktır. Doğuma ve şahıslara kutsallık atfetmek İslam’da olmadığı gibi İslam’ın yıkmaya çalıştığı da bu yanlış kutsal düşüncelerdir. Oysa biz biliyoruz ki kıymet doğumda, günde, şahısta ve saatte değil, şahsiyettedir, davadadır.

"Onlara deyin ki; "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmaïl'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız." (Bakara 136)

İnsanüstü, melek formatındaki peygamber algısının müşrik ve kâfirlere ait olduğunu bize Kur'an-ı Kerim beyan etmektedir. Müşrik ve kâfirler, beşeri özellikler taşıyan, önce Abd sonra Resul olan bir peygamberi şaşkınlıkla karşılamış ve bu durumu kabullenememişlerdir. "Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasul" (Bakara,151) yerine “Onlar "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya"(Enfa, 8) 'Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.’ De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim."(İsra, 93)

Ne acıdır ki bugün, müşriklerin beklentilerine uygun bir peygamber algısı, bu tür etkinliklerin bazılarında ortaya konulmaktadır. Peygamber insanüstü bir konuma çıkarılarak örnek olma vasfı devre dışı bırakılmaktadır. Aynı durum Hz. İsa’nın da başına getirilmiştir. Bu tür etkinliklerin hepsi buna hizmet ediyor diyemeyiz fakat birçoğu buna bilerek veya bilmeyerek yardımcı oluyor diyebiliriz. Özellikle ortaya konulan mesajlar sistemin sıkıntılarını aşmaya yönelik mesajlardır. Ortaya konulan porte, ayrıştırma ve netleştirmeye yönelik olması gerekirken; daha çok pasifize eden, uzlaşan bir porte ortaya konulmaktadır. Aslında buralarda verilen mesajların, yıllardır İslam'la mücadele eden Deniz Baykal’ın mesajlarıyla nasıl uyuştuğu bilmememiz işin vahametini daha iyi görmemizi sağlayacaktır.

Bu programların birinde; Hz. Peygamber'i anlamaya ihtiyaç olduğunu anlatan Baykal, “Kur'an Hz. Muhammed'in en güzel olduğunu belirtir. Örnek olmak taklit etmek anlamına gelmez. Hz. Muhammed'in taklit edilmeye değil, anlaşılamaya ihtiyacı vardır” demiş. Ve özetle Kuran-ı Kerim'in hiçbir devlet rejimi önermediğini iddia eden Baykal “İslam'ın toplumsal hedefi ahlâklı ve adaletli bir düzeni kurmaktır. Dinin bir egemenlik iddiası yoktur. Kuran-ı Kerim bir hukuk kitabı değildir. Dileyen Müslüman olur. Tanrı dilediği kişiyi hidayete ulaştırır” ifadeleriyle sunumunu tamamlamıştı.” Deniz Baykal’ın İlahiyatçının önünde verdiği sakat mesajlara İlahiyatçılardan hiçbir itirazın gelmemesi de apayrı bir sakatlıktır… Peki, yukarıda ifade edilen sözlerle bu etkinliklerde ifade edilen sözler arasındaki benzerlik ve yakınlığı yazmaya gerek var mı?

Doğum günü veya özel bir günü, ibadet ekseninde kutlamanın İslam’da olmadığını ifade etmeliyiz. Bu durum peygamberler için de söz konusudur. Geçmişte herhangi bir Peygamber'in, kendisinden önceki bir Peygamber'in ‘doğumunu’ andığını, kutladığını bilmiyoruz. Bilhassa bazı oğul peygamberler -İsmail, İshak, Yakup, Yusuf- kendileri gibi Peygamber olan babalarının doğumlarını kutlamamışlardır. Ayrıca sahabe döneminde de peygamberin ne ölümü ne de doğumu ile alakalı bir etkinliğin yapılmadığı biliyoruz.

Özellikle Hz. Peygamber'in güllerle simgelenmesi, içerisinde İslam akidesiyle çelişen sözler geçen mevlitlerin okunulması, salâvat kampanyaları adı altında, kişilerin günahlardan arındırılması bu tür etkinliklerde ilk bakışta sayabileceğimiz yanlışların başında gelmektedir. İlgili programlarda peygamberi temsilen “gül” dağıtması, “sevgi, barış ve hoşgörü peygamberi” gibi ifadelerle anılması -onca işgal, zulüm ve savaş olmasına rağmen- dünyada esen diyalog ve hoşgörü rüzgârına, Hz Peygamberin malzeme haline getirilmesinden başka bir şey değildir… Bu gül meselesinin bir diğer riskli boyutu da şudur ki; nasıl, Hrıstıyanlar Hz İsa’yı temsilen “haç” işaretini yaygınlaştırdı iseler buna karşı Müslümanlarda “gül” simgesini yaygınlaştırıyor. “Haç”a karşı gül…

Bu etkinliklerde bir diğer sıkıntı Salâvat meselesindir. Genelde bahse konu olan ayet Ahzap suresinde geçen ayettir. “Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salat getirir Peygambere; ey inanlar, siz de ona salat getirin, tam teslim olarak da selam verin.” (Ahzab 56 ) “Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak, onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (Bakara 152) ayeti bunu gösterir. Aslında ayetin “Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” olarak anlaşılması birçok yanlışı ortadan kaldırmaya yetiyor. Salâvat kampanyalarında eğer niyet günahların af olması meselesi ise bilmeliyiz ki, günahları affettirmenin yolu yaptığı kötülükten dünyadayken tövbe etmek, af dilemek ve onu bir daha yapmamaktır. Bunu yapmadıkça isterseler yüz bin salâvat çekilsin pek fazla bir şey değişmeyecektir…

Genelde iyimser bir bakış açısı olan, özel gün ve gecelerle toplumların İslam’la bağ kurmaya vesile olduğu, insanların bu vesilelerle unuttukları bazı değerleri hatırladıkları gibi gerekçeler de pek doğru değildir. Ayrıca bu kandiller toplumları İslam'a bağlayan bir bağ mıdır, yoksa toplumların İslam’la sahici bağlar kurmasını engelleyen tatmin araçları mıdır? İnsanları İslami hayata yönelten bir arınma vesilesi midir, yoksa İslami sorumlulukların yerine ihdas edilmiş günah çıkarma seansları mıdır? Sorularını sormak gerekir. “Kandil”lerin toplumumuzda daha çok, İslami bir hayatın inşası yerine ihdas edilmiş birer aldatıcı arınma seansları işlevi gördüğünü ve öylece sahiplenildiğini daha ağır basmaktadır.

Ayrıca “Kutlu Doğum” konusunda üzerinde durulması gereken önemli bir husus da: Hz. Peygamber'in, "doğumu", bir bebek olarak dünyaya geldiği tarih midir, yoksa vahye muhatap olarak Peygamberlikle görevlendirildiği tarih midir? Bunu da düşünmemiz gerekir.

Hz Peygambere olan sevgimizi ifade edelim derken zaman zaman O’nu insanüstü bir varlığa dönüştürdüğümüzün farkına varmalıyız. Ne kadar halis niyetle yapılırsa yapılsın Hz Peygamberi insanüstü bir varlık gibi anlatmak onun örnekliğini ortadan kaldırır. Sözün özü İslam’ın emir saymadığı, farklı kültürlerin ürünü olan kutlamaları değerlendirirken bu kutlamalardan oluşan olumsuz etkileri ya da bu kutlamalar ile nereye varılmak istendiğini iyi bilmek lazım. Eğer ki bu tarz kutlamalar Hıristiyanların ritüellerine dönüşüyor ve insanlar üzerinde yanlış peygamber algısı oluşturuyorsa bu etkinliklerden uzak durmak gerekir. O’nu anlamak için öncelikle Kur’an ve Sünnet’e dosdoğru yaklaşmalı, eğip bükmeden yaşamalıyız.

"Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye her kavme bir peygamber gönderdik." (Nahl, 36)

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 25)

“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Âli İmrân, 146)