Mehmet Pamak, İzmir`de `Arap Baharı`nı yorumladı
Özgün-Der Seminerlerinde 15 Ekim Cumartesi günü; İLKAV Başkanı, Araştırmacı-Yazar Mehmed PAMAK tarafından `Ortadoğu Halk Ayaklanmaları ve Müslümanların Durumu` adlı konferans gerçekleşti.
İzmir DEÜ İlahiyat Fakültesi Konferans Salonu'nda gerçekleşen programa yaklaşık 350 kişi katıldı.
Program Hacı EKER’in Kur'an-ı Kerim tilaveti ve Türkçe meali ile başladı. Hamza AKDENİZ'in gündem ile ilgili değerlendirmesinin ardından Mehmed PAMAK konuşmasını yaptı. Konuşmasının geniş özetini aşağıda sunuyoruz.
Mehmet Pamak’ın “Ortadoğuda Halk ayaklanmaları ve Müslümanların tutumu” konulu konferansının geniş özetidir:
İnsanlığın serüveni, hep hak ile batıl,İslam ile cahiliye arasında inişli çıkışlıdır
İnsanlığın dünyadaki imtihanı, ilk insandan itibaren, hak ile batıl, İslam ile cahiliye arasında geçen inişli çıkışlı bir serüveni ortaya koymaktadır. İnsanlık hakkı terk ederek batıla yöneldiği, hak ile batılı karıştırıp cahiliyeyi her ürettiği yozlaşma süreci akabinde, Rabbimiz kullarına doğru yolu göstermek üzere Peygamberler ve vahiy göndererek tarihe ve topluma müdahale etmiştir. İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden kurtarıp adalete ulaştıracak son mesaj ise, miladi 7. yy. da son Peygamber Hz. Muhammed (s) ve Kur’an’la inanlığa gönderilmiştir.
Allah, bu mesajında insanlığa, bireysel ve toplumsal siyasi, ekonomik, hukuki ve ahlaki bütün hayat alanlarını düzenleyen hükümler göndermiş ve hak olan bu hükümlerine teslim olmaya, itaat etmeye, batılla örtmemeye ve karıştırmamaya çağırmıştır. Hayatın herhangi bir alanında kendi hükümlerini değil de, başka hükümleri tercih edenlerin, yani hayatın herhangi bir alanında Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve Allah’a itaati terk edenlerin ise, kafir olacaklarını beyan etmiştir. Allah, Kur’an’da, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otoritenin olmadığına, hükmün sadece kendisine ait olduğuna ve sadece kendi hükümlerine itaat edilerek kulluğun, ibadetin ve itaatin de sadece kendisine tahsis edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bunun dışına çıkanların “cahiliye hükmünü” tercih ederek iman dairesinden çıkacakları uyarısını yapmıştır.
Tarihsel süreçte, tevhidi hat terk edilmek suretiyle, sömürgeleşmeye müsait hale gelinerek, zillete sürüklenildi
Ancak yüzyıllar süren bozulma sürecinde, Kur’an terk edilmiş bırakılarak, Resulün ve ilk neslin güzel örnekliği ve sünnetinden uzaklaşılarak, itaat, ibadet ve kulluk Allah’tan gayrısına da tahsis edilerek, heva ilahlaştırılarak cahiliye yeniden üretilmiş, hem de İslam adı altında pek çok bid’at ve hurafeyle, hak ile batıl karıştırılarak cahiliye kültürüne sürüklenilmiştir. Rabbimizin, Allah’ın ipine (Hablullah’a) Kur’an’a topluca sarılma çağrısına uyulmamış, hak-batıl karışımı farklı din anlayışlarına sahip her parça kendi ürettiği iplere tutunma çağrısı yapmaya başlamıştır. Sonuçta Ümmet tevhidi niteliğini, zindeliğini yitirerek, ümmet olma vasfını ve vahdetini de kaybederek parçalanmış, zillete sürüklenmiş, sömürgeleşmeye müsait hale gelmiştir.
Bunun sonunda gerçekleşen işgal ve sömürgeleşme dönemi sonrasında, bölge ve Müslüman halklar ulus devletlere bölünmüş, işbirlikçi despot yönetimlerin tahakkümü altına girmişlerdir. Büyük ve yaygın zulümler, sömürüler, işkenceler altında uzun dönemler geçirilmiştir.
Yeniden tevhidi uyanış süreci, İslam’ın tehdit ve düşman ilan edilmesiyle kesilmeye çalışıldı
Ancak bölgede tevhidi uyanış süreci (taban bulma anlamında) 20. yüz yılın ortalarından itibaren başlamış, son çeyreğinden itibaren de seküler dünyaca tehdit olarak algılanacak derecede ivme kazanmış, yaygınlaşmıştır.
Bu sırada soğuk savaş, Kapitalist bloğu temsil eden Amerika ve AB ülkelerinin lehine komünizmin dünya siyasi sahnesinden çekilmesi ve SSCB’nin dağılması ile sonuçlandı. Hatta Amerikan politika yapımcıları –ki onlardan birisi F. Fukuyama’dır- artık kıyamete kadar gezegenin kapitalist uygarlık ekseninde şekilleneceği ve ömrünü böylece tamamlayacağı, kapitalizmin dışında insanlığın yaşamına hiçbir uygarlığın müdahil olamayacağı anlamına gelen “Tarihin Sonu Liberalizmin Zaferi” tezlerini gündemleştirmeye başladılar. Halbuki çöken yalnız komünizm değil, kapitalizmi de üreten topyekun modern seküler Batı paradigması idi. Buna rağmen bu gerçeklik örtülmeye ve kapitalizm yeni şartlara göre kendisini yeniden üretip, zafer kazanmış olduğu propagandasıyla dünya insanlığına dayatmaya kalkıştı. Ancak kendisini yeniden üretip, ayakta kalabilmesi için yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bundan sonra İslam, Komünizmin de yıkılışıyla şımarıp zaferini ilan eden küresel kapitalizmin hedefi haline getirildi ve emperyalizmin silahlı gücü NATO’nun da yeni düşman algılamasında, yeni tehdit ve düşman ilan olarak edildi.
Soğuk savaşın bitiminin hemen ardından 1994 yılında NATO’nun en üst düzeyli komutanı olan John Galvin şunu söylemektedir: “Soğuk savaşı kazandık. İşte şimdi 70 yıllık oyalayıcı mücadelenin ardından 1400 yıl boyunca var olan gerçek mücadele eksenine geri dönüyoruz. Bu mücadele İslam’la hesaplaşma mücadelesidir.”
İslam’a ve Müslümanlara karşı bu kamuoyu oluşturma çabalarının ardından 11 Eylül olayları geldi ve Amerika bu senaryo ile bir taraftan Orta Asya’yı kontrol edebileceği Afganistan’ı diğer taraftan Ortadoğu’yu kontrol edebileceği Irak’ı, stratejik açıdan son derece kıymetli bu iki ülkeyi işgal etti.
İslam coğrafyasını işgal ve dönüştürme projeleri ardı ardına devreye sokuldu
İslam coğrafyasına yönelik yeni işgal ve istilalar, sopa ve havuç politikalarıyla dönüştürme projeleri ardı ardına gelmeye başlamıştır. Milyonlarca insan katledilmiş, on binlercesi işkenceden geçirilmiş, on binlercesi zindanlara tıkılmış, mülteci konumuna zorlanmış, açlık, sefalet kaderleri haline getirilmiştir. Çekilen acılar, ödenen bedeller, adaletsizlik, sömürü ve aşağılamalar sonucunda, bölge halklarında öfke birikimi ve değişim arzusu zirve yapmış, patlamaya hazır toplumsal yapılar oluşmuştur. Bölgenin despot yönetimlerini yıllardır destekleyen emperyalist demokrasiler, artık bu gidişin ve mevcut yönetimlerin bölgedeki çıkarlarına zarar verdiğini ve kendi kontrolleri dışında bir patlamayla meydana gelecek değişimlerin aleyhlerine olacağını fark etmişlerdir.
Bölgede, on yıllardır Batı tarafından desteklenen despot yönetimler, monarşiler, diktatörlükler, Batıcı sert politikalarla halkın haklarını, özgürlüklerini yok edip acımasız zulüm politikaları uyguluyorlar. Ancak emperyalist güçler, destek verdikleri bu despot yönetimlerin, haklarını, özgürlüklerini ve kaynaklarını çalarak köleleştirdikleri kitlelere ve Müslümanlara yaptıkları çok boyutlu zulümler sonucunda, bölge halklarının Batı düşmanı ve İslami bir eğilim içine girdiklerini gördüler. Yaklaşık yüz yıl önce kurdukları bu sistemler ve despot yönetimleri artık batı çıkarlarına zarar vermeye başlamıştı.
İslam’i duyarlılığı hiç olmayan ya da çok az olan eski Demirperde ülkelerinde (Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan vb.) STK’ları kullanarak ve halkı sokağa dökerek, “demokratikleşme” adı altında Amerikancı yönetimleri iş başına getirenler, Ortadoğu ülkelerindeki halkları, önce silahla bastırmaya, sindirmeye kalkıştılar. Çünkü buralarda da aynı yöntemi denerlerse, İslami duyarlılığı yüksek olan bu bölge halklarının, İslami yönetimler kurarak Amerikan ve Batı projelerini akamete uğratabileceğinden korktular. Bu sebeple de, buralardaki değişimi farklı yöntemle gerçekleştirmek istediler. Bölge halklarını, önce sopa (işgal ve katliam) ile terbiye edip, ardından da BOP’un havuç politikasını, “demokratikleşme” ve batı yanlısı laik hükümetler oluşturma bölümünüuygulamaya koyacaklardı. Ancak işgalle ele geçirme ve sindirme projesi, direnişle akamete uğrayıp, üstelik emperyalist ülkeler giderek artan büyük bütçe açıklarıyla tam bir ekonomik yıkıma da duçar olunca, bölgeyi terk etmek zaruretiyle karşı karşıya kaldılar.
Bölgeyi dönüştürerek batı çizgisinde tutmanın, emperyalist Batının bölgedeki temsilcisi Siyonist terör devletini güvenceye ve enerji kaynaklarını kontrol altına almanın yolunu aramaya ve bu amacı temine matuf yeni projeler üretmeye yöneldiler. Ancak silahlı müdahalenin başarılı olamaması, direnişin giderek tırmanması gibi sebeplerle, Ortadoğu halklarını da Amerikancı düzenlere ikna etmek, bunun için Müslüman halkları ve İslam anlayışlarını sekülerleştirmek ve emperyalizmin amaçlarına göre reforme etmek üzere, yeni havuç politikası olan dönüştürme projelerine hız verdiler. Bush, Hantington’un “medeniyetler arası savaş” projesini öne çıkarırken, Obama daha çok, “dinler arası diyalog”, “medeniyetler arası uzlaşma” ve Kisinger’in önerdiği “medeniyet içi çatışma”da “ılımlı-radikal” ayrımında “ılımlı” kanadı destekleyip, “model ortak” statüsü vererek, “dine karşı din” projesini uygulamaya koydu.
Bölge Halklarının, Türkiye’nin AKP modeli üzerinden, bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal ve hukuki alanda seküler/laik, muhafazakâr-demokrat, hak ve özgürlükler alanında liberal, ekonomi alanında kapitalist olan “ılımlı İslam” anlayışına razı edilmesi hedefleniyor. Bu amaçla, bölgedeki Müslümanları kolayca etkileyip dönüştürecek, “liberal, muhafazakâr (Ilımlı Müslüman), demokrat” bir “model” ortaya çıkarılıyor. Ve bu model, başta Ortadoğu olmak üzere, bütün İslam coğrafyasında saygı, sempati ve kendi ülkelerinde de gerçekleşmesi özlemiyle karşılanıyor.
Bölgede biriken öfke, dirilen direniş ruhu ve konjonktürün zorlaması, değişimi kaçınılmaz kıldı
Pek çok iç ve dış sebeple, kojonktürün de zorlamasıyla, bölge değişime doğru sürüklenmiş, biriken öfkenin ve direnişin sonunda değişim kaçınılmaz hale gelmiş ve artık emperyalist ülkeler de despot yönetimleri savunamaz olmuş ve değişimi sahiplenip yönlendirmek tek çıkar yolları haline gelmiştir.
İlk değişim Türkiye’de yaşanmış, ABD ve AB tarafından desteklenen bu değişimle Türkiye liberal muhafazakar (ılımlı Müslüman) laik demokratik bir model olarak bölge halklarına sunulmak ve böylece bütün bölge batı yanlısı ve modern paradigma içinde kalan bir değişime yönlendirilmek istenmektedir.
İşte bu süreçte, despot yönetimlere isyan eden halklar, emperyalist ülkelerce laik liberal demokratik batıcı sistemlere doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist ABD ve AB son ana kadar, bir yandan Firavun diktatörlüklerinin sopasını meydanları dolduran halklara göstererek, bir yandan da laik liberal demokrat Batı yanlısı hükümetler kurmanın önünü açma anlamında havucu uzatarak, mazlum halkları “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmaktadırlar. Türkiye modeli, nasıl Kemalist İslam düşmanı radikal laiklikten ılımlı laikliğe, devletçi askeri vesayetten/bürokratik despotizmden liberal demokrasiye geçiyorsa ve yine de İsrail’i tanımaya ve çok yönlü ilişkilerine devam ediyor ve ABD ile stratejik ortaklığını sürdürüyorsa, bölge halklarına aynı modeli takip ederek Firavuni diktatörlüklerden kurtulabileceklerini söylemek istiyorlar.
Türkiye’deki Değişimin Öncüleri Kısmen Kendi İnisiyatifleri ile de Olsa, Emperyalist devletlerle Aynı Hedefe Yönelmiş bulunuyorlar
Türkiye’de eski statükonun zulmüne, bakısına karşı biriken öfke, özgürlük ve adalet arayışı sonucunda oluşan sistem içi muhalif siyasi mücadeleye öncülük eden yerli bir inisiyatif, ülkedeki askeri vesayeti, baskıcı bürokratik statükoyu tasfiye edip, görece özgürlükçü demokratikleşmeyi sağlamak üzere yola çıktığında, askeri vesayeti ayakta tutan küresel güçlerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Kemalist statükoyu ve darbeci vesayeti 80 yıldır destekleyen küresel emperyalist devletler de (ABD ve AB), artık eski statükonun çıkarlarını korumada acze düştüğünü, hatta zarar verdiğini görmüşler, Türkiye’deki sistemi ve onun modelliğinde bütün bölgeyi, yine modern batı paradigması içinde kalarak değiştirecek ve bölgedeki çıkarlarının devamlılığını sağlayacak bir siyasi liderliğe ihtiyaç duymuştur. İşte bu iki arayış ve ihtiyacın örtüşmesi üzerine, Türkiye’nin AKP modeli, ılımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada doğmuş ve zamanla birbirini daha iyi anlayarak, karşılıklı talep ve beklentileri karşılayarak gelişmiştir.
Yaklaşık 80 yıl süren jakoben zora dayalı sekülerleştirme projesinin yerini artık gönüllü sekülerleşme almış bulunmaktadır. Kemalizmin, zora dayalı politikalarla belli bir mesafe alsa da artık tıkanıp ilerleyemediği yolda, aynı hedeflere doğru gönüllü ilerlemeyle muhafazakâr demokrat kadroların öncülüğünde çok daha etkili olunmakta, kendisini İslam’a nispet eden geniş kitleler yanında, tevhidi uyanış süreci öbeklerinin bile büyük çoğunluğu bu sürece aktif katkı verir hale gelmiş bulunmaktadır.
Tabii ki, “ılımlı laiklik” anlayışıyla bireysel ibadetlere özgürlük getirilmesi bizim de işimize gelir ve buna hayır demeyiz. Tabii ki, bu proje çerçevesinde bile olsa gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmı iade edildiğinde; “bunları istemeyiz” demeyiz. Despotizmle, demokratikleşme yanlıları arasında cereyan eden sistem içi mücadelede taraflardan birinde yer almadan, özgün kimlik ve ilkelerimizle despotizme ve zulme karşı tevhid eksenli mücadelemizi sürdürürüz. Bu süreçte demokratikleşme yanlılarının, despotizim yanlılarına karşı galip gelmesine de seviniriz. Zaten geri almak için mücadele ettiğimiz haklarımız, kısmen iade edildiğinde alır ve istifade ederiz. Ancak bu sürecin sonunda ikame edilmek istenen yeni statükoda, laiklik ve kapitalist sistemle uzlaşmış, sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışına razı olmayı asla kabul etmeyiz. Bu dönüştürme ve sekülerleştirmeye karşı mücadele eder, bunu sağlama aracı olan siyasi parti ve iktidarları da ifşa ederek, insanların bu oyuna kanmamaları için çaba sarf ederiz. Mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine râm olmak ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaştırılamaz.
Ortadoğu, Laiklik ve Demokrasiyle İslam’ı Uzlaştıran Türkiye Modeline Meylediyor ve Bu Modele Göre Dönüşüme Hazır Olduğunun Sinyallerini Veriyor
Ayaklanan kitleler, despotların devrilmesi talebinde birleşirken, yerine ikame edilecek sistemin niteliği konusu henüz netleşmiş değil. Üstelik bu ülkelerin önde gelen İslami şahsiyetleri bile artık açıkça, AKP modeline ve “ılımlı İslam”a razı olduklarını açıklıyorlar. Türkiye’nin tevhidi öbekleri ise, bir araya gelip nötr açıklamalarla, despotizm yıkılsın da ne olursa olsun, kimileri de AKP modelini tavsiye eden ya da buna paralel “demokrasi” yanlısı açıklamaları, tam da bu süreçte yapabiliyorlar.
Biz Müslümanlar, despotizme karşı ayaklanan mustaz’aflar, Müslüman olmasalar da, despotizme karşı onların Allah tarafından lütfedilen temel hak ve özgürlüklerinin savunucusu olmak ve onların adalet ve özgürlük arayışlarını görece olumluluk olarak görüp, despotizmin yıkılmasını teşvik etmekle mükellefiz. Allah’ın sosyal, siyasal dönüşüm yasasının, baskı ve zorbalıkla engellenmeden doğal ortamda, fıtri niteliklerin özgürce kullanılmasıyla işlemesi sonucu, toplumların layık oldukları sisteme ulaşmalarının önünün açık olmasını istemeliyiz. Sonuçta despotizme karşı mazlumların yanında yer almakla mükellef olmakla beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak dünyada gerçek adalete ulaşmanın ve ahrette kurtuluşa ermenin yolunun, bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin hakimiyetinde tevhidi adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan geçtiğini anlatmalıyız. Karanlıklardan, zulümattan aydınlığa ve adalete ulaştıracak kurtarıcı mesajı her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmaması ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi, dikkate alınıp alınmayacağına, sonuç alıp almayacağına aldırmadan yerine getirmeliyiz.
Dünya halkları kaderleri üzerinde söz sahibi olmalıdırlar
Bir süredir gelişen halk ayaklanmalarından ve gündeme getirdikleri ortak taleplerinden anlaşılan odur ki, içinde çoğunluğu Müslümanlar oluştursalar da, ayaklananların talebi, daha çok despot yönetimlerin yıkılması ve yerine kendilerine görece adalet ve özgürlük sağlayacağını umdukları “demokratik” sistemlere geçilmesi istikametinde şekillenmektedir. Tevhidi imana sahip mü’minler olarak bizler, bütün dünya halklarının, özelde de İslam coğrafyası denilen bölgede yaşayan halkların, kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını ve Allah’ın sosyal değişim yasasının işleyişine hiçbir zorba tağuti gücün engel olmamasını isteriz. Sonuçta halkın toplumun despotizme karşı adalet ve özgürlük eksenli ayaklanması, her halükarda bir fıtri erdemlilik ve görece olumluluk olarak desteklenmeyi hak etmektedir
Ancak biz ne kadar uyarsak da, toplumlar gönüllü olarak tercih ettikleri istikamette özlerindekini değiştirecekler ve sonuçta neye layık olurlarsa Allah o sistemi taktir edecek ve halklar onunla yönetileceklerdir. Bizim onlara uyarımız ve önerimiz, bu kadar acı çekip, bedel ödedikten sonra, Türkiye’nin laik demokratik şirk sistemini model alacaklarına, dünya ve ahretlerini saadete ulaştıracak İslami adalet sistemini kurup, onlar Türkiye’yi de kurtaracak bir örneklikle bize model olsunlar.
Ama maalesef ülkemizde ve bölgemizde Müslüman halklar ve aydınlar on yıllardır gördükleri zulmün etkisiyle görece olumlu gördükleri modellere doğru meylediyorlar ve çoğu kere de mağlubiyet psikolojisiyle “karşıtına sığınarak var olmaya” çalışıyorlar. Türkiye’deki, diğer bölge ülkelerine nazaran görece daha rahat olan şartlara rağmen pek çok İslamcı aydın ve ‘İslami kuruluşlar’ olarak adlandırılan kesimler, demokratik yeni statükonun görece olumluluk getireceği umuduyla (kimisi içselleştirerek, kimisi de ödünç alarak ve tevil ederek) demokratikleşmişken, daha zor şartlardaki bölge halklarının, bir nevi Türkiye’deki savrulmuş Müslümanların da mihmandarlığında aynı yola yönelmeleri meşru olmasa da, daha anlaşılabilir bir durumdur.
Yeterince Özgürleşememiş ve Bağımsız Düşünemeyen Zihinler, Karşıtlarına Sığınırlar
Küresel ve yerel sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.
İşte ülke ve bölge Müslümanları bu mağlubiyet psikolojisinden kurtularak, zihinleri kuşatan zindan duvarlarını yıkarak, manevi işgalleri aşarak, Hakkı layıkı ile temsil etme niteliğini ve Hakkı temsil etmenin özgüvenini kazanarak, özgün kimlik, ilke, değer, kavram ve modeline sahip çıkarak, insanlığın muhtaç olduğu tek alternatifi oluşturma, feraset, basiret, irade ve cehdini göstermelidirler.
Erdoğan, Kanaatimce hem Samimi İnancı, Hem de Üstlendiği Misyon Gereği, Müslüman Halklara Türkiye Modeli Olan Laik Demokratik Devlet Yapısını Öneriyor
Erdoğan’ın “Arap Baharı Turu”ndaki tutumu ve söylemleri biraz önce ortaya koymaya çalıştığım bu arka planla birlikte değerlendirilmelidir. Erdoğan’ın Mısır halkına yönelik sözleri:“Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” “Bu süreçte inanıyorum ki Mısır halkı ülkede demokrasinin güçlenmesi için laik bir anayasayı benimseyecektir. Laik anayasa, ülkenin daha demokratik hâle gelmesini sağlar ve bu sayede devlet, ülkedeki bütün dinlerin mensuplarına eşit mesafede yaklaşır” diyor.
Halbuki, dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir zaman diliminde, bütün dinlere eşit mesafede duran ve hepsine aynı dini özgürlükleri tanıyan, laik demokratik bir devlet yoktur ve olmamıştır. İslam hepsinde horlanıp dışlanmış ve İslam’ın saltanat sürecinde bile gayrimüslimlere tanıdığı hak ve özgürlükleri Müslümanlara da tanıyan tek bir laik demokratik model ortaya çıkmamıştır.
Görülüyor ki Erdoğan, baskıcı, jakoben, İslam düşmanı Kemalist laiklik yerine, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlere bireysel özgürlük tanıyan ama devlet ve kamu alanını hevaya göre yapılan yasalarla düzenleyen Anglosakson batı laikliğini savunuyor ve benimseyerek, önemseyerek ve içselleştirmiş olarak bölge halklarına öneriyor.
Aslında Tayyip Erdoğan, Bölge Müslümanlarını, Laik Demokratik Parlamento ve Piyasa İlahlarını Allah’a Şirk Koşmaya Çağırmakta Değil midir?
- Ortadoğu’nun despotizme isyan edip adalet arayan halklarını, onlara bunca yıllar zulmeden diktatörleri destekleyip ayakta tutan, kanlarını döküp kaynaklarını sömüren, zulmün esas sahibi, ABD ve AB’nin oluşturduğu Batılı emperyalist devletlerin laik demokrasilerine teslim olmaya çağırmaktadır.
- Kahyanın zulmünden kaçanları, ağanın taguti demokratik sistemine çağırmış olmakta, üstelik ağanın laik demokrasi rejimi adına ikna etmeye çalışmaktadır..
- Halbuki hayatı kamu ve özel diye bölerek ve hayatın herhangi bir alanını Allah’an ve Allah’ın dininden soyutlayarak mü’min kalınamaz. Hayatın herhangi bir alanı Allah’tan soyutlanırsa, orada başka bir ilah ve onun dini egemen olur. Bu bazen kişinin kendi hevası, bazen de başka insanların ve kurumların hevası olur. Erdoğan teklifi olan laik demokratik liberal sisteme göre, bunu kabul edenin en az üç ilahı söz konusudur. Bireysel ibadetler alanında Allah, ekonomide piyasa, siyaset ve hukuk alanında ise, laik demokratik parlamento ilah kabul edilecektir. İşte bunu kabul eden, böyle inana, doğrusu bu olduğuna iman eden kişi, artık tevhid dininden çıkmış, üç ilahlı şirk dinine girmiş olur.
-Yıllardır uyardığımız sekülerleştirme, Protestanlaştırma çabaları, bugün bizzat değişimcilerin kendi yaptıkları ve söyledikleriyle teyid ediliyor ve eklemlenen pek çok Müslüman öbekten ciddi bir tepki gelmiyor? “İslami Kuruluşlar” adı altında bildiriler yayınlayarak demokratikleşme ve sistem içi değişim saflarında aktif destekle rol alanlardan da yeni bir bildiri gelmiyor bu açık saptırma çabasına tepki olarak. Neden?
- Peki, Tayyip Erdoğan’ın tanımladığı ve özlediği laiklik gerçekleştiğinde, Türkiye’deki baskıcı İslam düşmanı laiklik uygulamaları tamamen kaldırıldığında ve dini özgürlüklerin güvencesi olan bir ılımlı laiklik kabul mü edilecektir? Kamu alanına Allah’ın müdahalesini yasaklayan, ekonomik, siyasi ve hukuki alanı düzenleyen kuralları vazeden, piyasa ilahı ve laik demokratik parlamento ilahı da Allah’a şirk koşulduğunda, bir Müslüman bu şirki nasıl kabullenecektir? Bu sentezci din algısının Allah’ın tevhid diniyle bir alakası yoktur. Olsa olsa, içinde kimi İslami motiflerin ve kimi bireysel ibadetlerin de, laiklik, demokrasi, liberalizm ve muhafazakâr sağcılığın ve kimi ulusal kirliliklerin ve tağutun da yer aldığı senteze dayalı, hak batıl karışımı yeni bir dindir. Hayatın kamu ve özel diye ayrıldığı ve farklı alanların farklı ilahlara tahsis edildiği, bireysel ibadetler alanının Rabbinin Allah olduğu, ekonominin ilahının Piyasa olduğu, siyasi ve hukuki alanın ilahının ise laik demokratik parlamento olduğu şirk dinidir söz konusu olan ve Ortadoğu halklarına da önerilen…
- Kanaatimce Erdoğan tarihselci ilahiyatçıların da yönlendirmesi sonucunda, bütün dinlere eşit mesafede laik devletin İslam ile çatışmayacağı konusunda ikna edilmiş ya da yıllardır sürdürdüğü konumu içselleştirip, doğrusunun da bu olduğuna inanır hale gelmiş, bugün artık yaşadığı gibi inanmaktadır. Bence gerçekten değişmiştir, dürüst davranmaktadır ve takıyye yapmadan samimiyetle inandıklarına Müslümanları da çağırmaktadır. Ayrıca Tayyip Erdoğan, laiklik olmadan demokrasi olmayacağı konusundaki tespitinde ise haklıdır. Çünkü demokrasi, yasa yapmada, insan heva ve arzusunun, halkın iradesinin üzerinde ilahi otorite de dahil başka hiçbir otoritenin sınırlamasını kabul etmemektir. Nihai otorite olarak yasa yapımında, insan iradesinin mutlak hakimiyetini esas almaktır.
- Allah Kur’an’da açıkça, bireysel ve toplumsal ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki ve ahlaki bütün hayat alanlarını düzenleyecek hükümler vazetmiş ve kamu, özel ayrımı yapmadan bütün hayat alanlarında kendi hükümlerine tabi olmaya çağırmışken, Tayyip Erdoğan bireysel planda Müslüman olunabileceğini, ancak kamu alanının ve devlet işlerinin hevanın ürünü laik demokratik yasalarla, cahiliye hükmü ile düzenlenmesinin mümkün ve hatta gerekli olduğunu ve bunun da İslam’la çatışmadığını iddia edip, Müslüman halkları cahiliye hükmünü kabule, tevili mümkün olmayacak derecede açıklıkla çağırmıştır. Üstelik herhangi bir sürç-i lisan olmadığını ima edercesine, bu davetini Tunus’ta da ısrarla tekrarlamıştır.
- Tayyip Erdoğan’ın laik demokrasi konusunda ısrarla yaptığı yönlendirme, küresel emperyalist devletlerin yıllardır yapmaya çalıştıkları İslam’ı alternatif olmaktan çıkarıp (BOP’la da yapılmak istenen) bölgeyi batı paradigması ve batı hattı içinde tutacak laik demokratik değişime zorlama hedefi ile örtüşmekte, bu amaca hizmet etmektedir.
Önce İslam ve Demokrasi’yi uzlaştırmaya, örtüştüğünü iddia edip sentez yapmaya kalkıştılar, oldukça önemli bir mesafe aldıktan sonra şimdi de sıra Laiklikle İslam’ı uzlaştırma çabalarına geldi.
“Demokrasi İslam ile özdeştir, Peygamber’in yönetimi en demokratik yönetimdir” diyenler de, “ehvenişer olarak tercih edilebilir, ödünç olarak alınabilir, başka çaremiz yok, modelimiz kavramımız yok, denize düşen yılana sarılır” diyenler de çıktı. Hem ülkede hem de bölgede demokrasi ileri boyutta ve yaygın bir biçimde içselleştirildi. O zaman kimse laikliği de sahiplenmiyor ve hatta laiklik olmadan da demokrasi olur demeye getiriyorlardı. Şimdi ise, bizzat bu dönüştürme misyonunu taşıyanların ağzından laiklik olmadan demokrasi olmaz, aynı zamanda yeni bir tanımla da olsa laikliği de benimsemek gerekir diyorlar. Kendisini İslam’a nispet eden bir çok siyasetçi, akademisyen, aydın ve yazar şimdi de, tarihselci sapmadan da beslenen ılımlı İslam algısının, yani ekonomi, siyaset ve hukuk alanına müdahale etmeyen İslam’ın ılımlı laiklikle, bütün dini kesimlere eşit uzaklıkta duran ve hepsinin dini özgürlüklerinin güvencesi olan laiklikle uzlaşabileceğini ispata çalışıyorlar.
Biz gidişin bu istikamette olacağını ve AKP-Gülen öncülüğünde oluşturulan bu Türkiye modelinin ülkemizin ve bütün bölgenin Müslümanlarını dönüştürme etkisi yapacağını söyleyerek uyarılarımızı yıllardır sürdüre geldik. Ama muhalefetimizi AKP karşıtlığına indirgemekle, Kemalist despotizme karşı mücadele eden iktidarı yıpratmakla, gündemi manipüle etmekle suçlanıp yalnız bırakıldık. Bugün kimileri artık uyanıp bizim uyarılırımızı geç de olsa tekrarlıyorlar, bu da zararın neresinden dönülse kârdır kabilinden bir olumluluk olarak değerlendirilmelidir.
Kimileri de uyanıp bu gidişe daha ilkeli bir duruşla karşı çıkmakla beraber, hala demokrasi savunuculuğu ısrarla sürdürülmeye çalışıyorlar. Halbuki laiklik ve demokrasi aynı paradigmanın ürünü ve bir bütünün ayrılmaz parçalarıdırlar. İkisi de hevanın ürettiği yasalarla toplumun yönetilmesini esas alan şirk modelleridir.
Geçmişte sistem içi değişime eklemlenmede yeterli duyarlılık göstermeyen, demokratikleşme ve demokrasi kavramını kullanmada ilkeli davranmayan kimi kardeşlerimiz, bugün sıra laikliğe gelince ayıkmış görünüyor, en azından bazıları haklı ve doğru tespit, uyarı ve eleştiriler yapıyorlar.
Ama neden AKP modeli oluşturulur ve meşruiyet kazandırmaya çalışırken bu uyarılar yapılmadı ve tam tersine aktif destek verildi. Hatta o zaman bu uyarıları yapanların üzerine “AKP’ye haksızlık edildiği”, suçlamasıyla gidildi? AKP politikalarına eklemlenen Müslümanlara yönelik eleştirilerin önü kesilmeye, AKP ve eklemlenen Müslümanların savunuculuğu yapılarak, bu konulardaki uyarılar susturulmaya çalışıldı? Bunun vebali ne olacak?
Başbakan’a önerimiz: “Bize iki saat ayırınız ve Hakka teslim olma halini kuşanarak dinleyiniz”.
Bildiğiniz üzere, Başbakan, laiklikle İslam’ın bağdaşabileceğini iddia ettikten sonra “aksini söyleyen varsa beni ikna etsin” demiş. Biz de burada hepinizin şahidliğiyle ona cevap veriyoruz. Bize iki saat ayırın ve Hakka teslim olma ruh halini kuşanarak hakkıyla dinleyin. İnşallah laiklik ve demokrasiyle İslam’ın asla uzlaşmayacağını size Kur’an ayetleriyle izah etmeye çalışırız. Tabii ki, sonuçta, sizin hakikate teslim olma iradenize göre hidayeti takdir etmek Allah’a aittir.
* Halk etmek de (yaratmak da), Hulk’un (ahlak ve hukukun) kurallarını vazetmek de (emretmek de) Allah’a aittir. (Araf 54).
*Hayatın bütün alanlarında uyulması gereken kurallar vazeden Allah, bu hükümlerine, şeriatına itaat etmeyi emrediyor. (Casiye 18) Heva ürünü laik yasalara benimseyerek uyanların ve ilahi vahyin naslarını, hudutlarını dikkate almaksızın o tür laik demokratik yasaları yapanların, hevalarını ilahlaştırmış ve Allah’a eş koşmuş olacaklarını bildirmektedir. (Casiye 23, Şura 21)
* Hükmün sadece kendinse ait olduğunu ifade edip, sadece kendisine itaat ve ibadete çağıran ve dosdoğru dinin de bu olduğunu beyan eden (Yusuf 40) Allah, vahyi hükümleri dışlayıp başkalarının hükümleriyle hükmedenlerin, cahiliye hükmünün peşinde olan kafirler olduklarını bildiriyor. (Maide 44, 50)
* Allah ©, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarını kuşatan hükümler vazetmiş ve bir konuda Allah ve Resulünden bir hüküm, emir varsa, aynı konuda mü’min bir erkek ve kadının farklı tercih yapma hak ve özgürlüğünün olmadığını, aksi takdirde açık bir sapıklıkla sapmış olacağını hatırlatmaktadır. (Ahzab 36)
* Ayrıca, bütün hayatı kuşatan Allah’ın hükümlerinden bazılarının, kimi hayat alanlarında dikkate alınmaması, dışlanması, uygulamadan kaldırılması halini, mesela bireysel ibadetlerle ilgili kısmını uygulayıp da kamusal alanla ilgili hükümlerini uygulama halini, kitabın bir kısmına iman edip, bir kısmını inkâr etmek, yani küfre girmek olarak niteliyor. (Bakara 85).
* Hak, batıl ile uzlaşmak ve hayatı kamusal-özel alan olarak bölüp paylaşmak üzere değil, batılı zail (yok) etmek (İsra 81), ona galebe çalmak (Enbiya 18), ona üstünlük tesis etmek (Tevbe 33), pençesine düşen batıl ehlini de bu karanlıklardan ve zulümden kurtarıp, aydınlığa ve adalete çıkarmak için indirilmiştir.
* Hak ile batıla eşit mesafede duran, batıl bir konumda yer almış olur. Hayatın herhangi bir alanında hak ile arasına mesafe koyan sapar.
* Hayatın hiçbir alanında Allah unutulmayacak, devre dışı bırakılmayacaktır. Kamu alanında, devlet yönetiminde Allah’ı unutana Allah kendilerini unutturur ve yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. Bunu yapan insan kendine ve rabbine yabancılaşır. (Haşr 19)
* Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, yani hayatın herhangi bir alanını Allah’a kapatarak, Allah’ın o alanları düzenleyen zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir. (Zuhruf 36-37)
* Bugün moda olan çoğulculuğu evren ve fıtrat da kabul etmez. Maalesef o gün müşriklerin peygamber’e getirdikleri çoğulcu anlayışla uzlaşarak birlikte yönetme tekliflerini, hem de en yüksek makam olan devlet başkanlığı bile kendisine teklif edildiği halde Peygamber (s) en zor şartlarda bile reddettiği halde, bugün Müslümanlar aynı teklifleri (demokrasiyle uzlaşmış ılımlı İslam eğilimleri yaygınlaşıyor) bizzat kendilerişirk sistemine öneriyorlar ve kendiliğinden kabul ediyorlar
* Enbiya 22 : “Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti…”Mü’minun 71: “Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiIer.”Al-i İmran 83: “Onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.”
* İslam’a göre, Hak’kı temsil edenlerin, hakkın hükmüyle adaletle yönetenlerin, batılı kesimler üzerinde velayet/yönetme hakkı vardır. Ancak batılı temsil edenlerin Müslümanlar üzerinde velayet/yönetme hakkı yoktur. Müslümanlar böyle bir yönetimi gönüllü olarak kabul edemezler, benimseyemezler. Çünkü Müslümanlar, gayri Müslimlerin de rabbi olan Allah’ın onların da hukukunu, imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine fırsat veren temel haklarını, dini özgürlüklerini güvence altına alan adil hükümleriyle hükmedecek, yöneteceklerdir. Onlar yönettikleri zaman ise, hevanın ürünü olan, egemen olan grupların çıkarlarını gözetme zaafından hiçbir zaman kurtulamayan ve şirk olması hasebiyle en büyük zulüm olma vasfını taşıyan adaletsiz beşeri yasalarla yöneteceklerdir.
* Bir Müslüman ben bireysel planda Müslüman’ım ama laik bir devleti laik hükümlerle yönetiyorum ve hiçbir sorun yok diyemez. Nasıl olacak? İman ettiğiniz Allah’ın ekonomi, siyaset ve hukuk alanında emrettiği şeriatı esas almayacak ve o alanda hevanın ürettiği yasalarla hükmedeceksiniz? Bu nasıl bir imandır? İman, hayat ve din parçalanır mı?
* Bu akıdevi bir sapmadır. Kitabın bir kısmına iman ederken bir kısmını inkar etmektir. Bu tutum, hayatın bireysel ibadetler alanında Allah’ı ilah edinirken, ekonomik, siyasi ve hukuki kamusal alanlarda, heva ve piyasa ilahı gibi başka ilahlar edinmek sonucunu doğurur.