Mehmed DURMUŞ
MUHAFAZAKÂR DEMOKRATLARDA İTTİFAK AHLAKI
Sayılı günler kalan seçim yepyeni bir ‘ittifak ahlakı’ üretti. Sadece ittifak ahlakı üretmedi, muhafazakârlara da ayar verdi. İslamî kelime ve kavramlarımız kirletildi. Kelimeler-kavramların tahrifinden çıkan etki biber gazı gibi genzimizi yakıyor. Savrulmalardaki performans karşısında ağzımız açık kalıyor. Muhafazakâr-demokrat lehçesinde Allah, Kur’an, İslam, Rasûlullah gibi kelimelerin anlamı buymuş meğer.
Yarım asırdır “Hak geldi batıl zail oldu” ayetini logo yapmış bir gazetenin bir yazarı akıllara durgunluk verecek bir ‘ittifak fıkhı’ tesis ediyor. Millî Gazete’nin yazarı İsmail Hakkı Akkiraz’ın 3 Mayıs 2023 günkü yazısından bahsediyorum. Köşe yazarı ‘Erdemli siyaset ve akitlere bağlılık’ın ilmihalini anlatmış. Besmele, hamdele ve salveleden sonra yazar İslam’da akit yapmanın, söz vermenin öneminden bahsediyor. Şunları söylüyor: “İslam Müslümanlara vaatlerinde durmayı emreder. Rabbimiz, mümin kullarına, ‘Ey iman edenler, akitlerinizi, sözleşmelerinizin icaplarını yerine getirin…’ diye emrediyor. Bunun için her müminin, gerek Allah’a verdiği sözleri yerine getirmekte ve gerekse diğer müminlerle ve hatta mümin olmayanlarla yapmış olduğu sözleşmelerinde, anlaşmalarında dürüst davranması, onun dinî ve ahlakî kişiliği açısından gereklidir. Bir toplumu; o toplumun önderleri tarafından, başka toplumlarla yaptığı anlaşma ve sözleşmeler bağlar.” Yazar İsra suresinin 34. ayetine, ittifaklarını meşru sayabilmek için bir ‘her’ kelimesi ekliyor, ayetin “…Verdiğiniz her sözü yerine getirin” dediğini iddia ediyor. “…çünkü verdiğiniz her sözden, hesap gününde mutlaka sorguya çekileceksiniz.” Anlaşılan o ki hesap gününde insanlar kiminle, ne için, hangi ölçüler çerçevesinde ittifak yaptıklarından değil, yaptıkları ittifaka sadık kalmaz, oy vermez, gereken performansı göstermemelerinden sorguya çekileceklermiş! Yazar, ahiretteki sorgu işinin altılı masanın eline geçmiş gibi yazmış.
İ. H. Akkiraz tüm seçim ittifaklarını ve bileşenlerini yazdıktan ve kendi ittifaklarına da gerekli taltifi yaptıktan sonra, “ikili ve çoklu anlaşma ve sözleşmeler hak doğurur” esası gereği, ittifak mensuplarının “çıkarılan ortak cumhurbaşkanı ile müştereken hazırlanan milletvekili aday listelerine oy vermeleri aklın, fıkhın, güzel ahlakın önümüze koyduğu bir mecburiyettir” fetvasını vermektedir. Önlerine konulan sözleşmelerde canlarını sıkan birtakım hususlar olsa bile bu onlara farklı bir tercihte bulunabilme hakkını vermezmiş! Akkiraz, fetva vari sözlerini “Müslüman, sözüne sadık, akitlerine bağlı kimsedir” cümlesiyle pekiştiriyor. Saf suresinin, “Ey inananlar, ne diye yapmayacağınız şeyi söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında en nefret edilen şeydir.” mealindeki ayetiyle, bu ittifaktan -bireysel ya da kurumsal olarak- vazgeçilemez mesajı veriyor. Müslümanın aklına geleni, nefsine uyanı yapamayacağını söyleyen Akkiraz, vaadinde durmanın öneminden bahsediyor ve “İslam vaadini bozup sözünde durmayanı münafığa benzetmektedir” diyor. Vaadinde durmayan bir siyaset adamı bu tutumuyla hem Müslüman olarak kendisine yakışmayan, Allah ve Rasûlünün istemediği, yasakladığı bir davranış sergilemiş olurmuş hem de güvenirliğini yitirirmiş. Allah’a ve İslam toplumuna verdikleri söz adalet ve dürüstlükmüş.
Millî Görüş’ün Millî Gazete’sinin bu köşe yazısında İslam’ın köşe taşı niteliğindeki en belli başlı kavramlarına takla attırılmış, İslam akidesi kevgire döndürülmüştür. Yaptıkları bu tahrif muamelesi, yapacakları diğer tahriflerin habercisi ve garantisi gibidir.
İ. H. Akkiraz ‘İslam vaadini bozan, sözünde durmayanı münafığa benzetir.’ demektedir. İyi de Müslüman kimdir, Müslüman hangi sözü verir, hangisini vermez? Müslüman hangi sözde durur/durmalıdır? İnsanlar öncelikle yaratılıştan Allah’a, “evet, sen bizim Rabbimizsin” sözünü (ahd-i mîsak) vermediler mi? Ardından (bir kısmı) kendilerine vahiy gelince, elçilerin tebliğ ettikleri dine bağlı kalacaklarına söz verip, Müslüman adını almadılar mı? Bu sözlere göre öncelikle bir Müslümanın, sadece Allah’ı rab ve ilah edinmesi, Allah’ın dışında, Allah’ın dinini ortadan kaldırmak ya da bir şekilde işlevsiz hale getirmek en büyük emelleri olan liderleri ve partileri rab/ilah/veli/dost/lider/başkan/müttefik edinmemekle mükellef tutulmadılar mı?
İslam, sözünde durmayan yani en başta Allah’a verdikleri söze bağlılığını sürdürmeyen adamları münafık saymaz mı?
Müslüman herkese her sözü verir ve her verdiği sözü de yerine getirir, kendi liderleri Erbakan, önüne konulan 28 Şubat kararlarını, (TBMM’de yemin ederken verdiği söz gereği) neden güle-oynaya değil de, terin suyun içinde kalarak imzalamıştı acaba?
Sözün özü, Müslümanın Allah’a, Allah’ın razı olacağı yerlere verdiği sözler sözdür ve meşrudur, diğerleri gayrı meşrudur, geçersizdir.
Akkiraz söz vermekten, ittifak kurmaktan bahsediyor ve bir Müslüman verdiği her sözü yerine getirir diyor, ayeti de (İsra, 34) bu doğrultuda tevil ediyor. Peki Müslüman hangi sözü verir, kiminle sözleşir; gayri müslimlerle istediği ittifakı kurabilir mi? Bir ‘Müslüman’, mesela herhangi bir kişiyle zina-fuhuş içerikli bir fiile katılacağına dair sözleşse, bu da, müslümanın yerine getirmesi gereken “her söz” cinsinden mi olur? Bu sözünden cayarsa mı münafık olur, yerine getirirse mi? Yahut bir Müslüman faiz alacağına ya da vereceğine dair bir söz verse veya birisini öldürmeye, birisine pusu kurmaya, adam kaçırmaya, uyuşturucu işiyle uğraşmaya, namuslu bir kadına iftira atmaya, içki içmeye, namaz kılmamaya, oruç tutmamaya vd. söz verse, bu gibi sözlerini mutlaka yerine getirmek zorunda mıdır? Yerine getirmediği takdirde Müslümana mı benzer, münafığa mı?
Millî Gazete yazarına şunları da sormak isterim: İslam Müslümanlara, verdiğiniz sözü, yaptığınız akitleri yerine getirin (Maide, 1) diyor da, bu uyarının hemen ardından, “Ey iman edenler, … iyilik ve takva üzere yardımlaşın [ittifak kurun], günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın [ittifak kurmayın]. Allah’tan sakının çünkü Allah’ın cezası zorludur” (Maide, 2) diye de uyarıyor. Acaba -siz ve benzerleriniz- ittifaklarınızı kurarken bu ayeti kerimeyi hiç aklınıza getirdiniz mi?
Allah, izzet ve şerefi sadece Allah’ın, Rasûlünün ve müminlerin yanında arayın, münafıkların katında izzet aramayın (Münafikûn, 8) diyor. Peki siz izzeti kimin yanında arıyorsunuz? Allah inananları yeniden Allah’a, Rasule, Kitaba, önceki kitaplara iman etmeye davet ediyor. (Nisa, 136). Siz ve benzerleriniz laik-demokratik-Kemalist ideolojiye mi davet ediyorsunuz? Aynı ayet Allah’ı meleklerini, kitaplarını, rasûllerini ve ahiret gününü inkâr edenleri sapık sayıyor. Bu ayet, onlarla ittifak kuramazsınız mesajını da içermiyor mu? Allah, müminleri bırakıp da kafirleri veli edinenleri, kafirlerin yanında şeref aramakla suçluyor mu? (Nisa, 139)
İ. H. Akkiraz, demokratik bir rejimi işletmek için açılan periyodik ihaleler olan bir seçimde, demokratik müteahhitlik firmaları olan partilerden birileriyle ittifak kurmak Allah’ın emriymiş gibi yazmış, görüş ve kanaatlerini de Allah’ın ayetleriyle desteklemiş. Eğer hem demokratik (yani fiili hayatta Allah’ı yok sayan) bir seçime dâîlik yapacak hem de Allah’ın ayetlerini davanıza dayanak yapacaksanız, bunu Kur’an reddeder. Allah’ın ayetlerini eğip-bükmeye kimsenin hakkı yoktur. Kur’an’dan bildiğimize göre Allah Teala Müslümanlarla müminleri diğer insanlardan ayırır. Müslümanlara, Müslüman olmayanlarla keyiflerince ittifaklar yapmayı, keyiflerince velayet bağları bağlamayı, dostluklar oluşturmayı yasaklar. Ecevit, hanımına, “Bak Rahşan, ne güzel konuşuyor!” diyerek F. Gülen’in sırtını sıvazlamıştı da siz ve sizin gibi muhafazakâr demokratlar hikmetini anlamamıştınız. Şimdi de Ecevit’in halefi ve kuzenleri sizin ve benzerlerinizin sırtınızı sıvazlamaktadırlar, dikkatinizi çekiyor mu acaba?
Allah Teala bütün ‘parti’leri iki kategoriye ayırmaktadır. Buna göre partilerden biri Allah merkezli (Allah’ın hizbi), diğeri de şeytan merkezlidir (şeytanın hizbi). Bu gibi ‘ayırıcı’ ayetlerde Allah Teala, şu veya bu gerekçeyle mecbur kalındığı iddia edilen, sanki onlarla ittifak yapmak Allah’ın emriymiş gibi bir siyasi iş birliğinden bahsetmemektedir. Müslüman uzaya da gitse, bundan beş bin sene önce, on bin sene sonra da olsa, laik-demokratik bir ülkeyi yönetmek için Allah’ın hizbinden olmayan kişi ve gruplarla iş birliği yapılabilir gibi bir ilahi ruhsata malik değildir. Allah’ın partileri ikiye indirmesi, ittifakları da ikiye indirmesi anlamına gelmektedir. “Müslümanın ölçülerine uygun bir ittifak yoksa?” gibi bir soru saçmadır çünkü yeryüzünde bir tane bile Müslüman varsa, Allah’ın hizbini o temsil etmektedir. İbrahim tek başına bir ümmet [ittifak] idi. Laik-demokratik babasını bile ittifakına dahil etmemişti.
Kur’an diyor ki, Allah’a iman ediyorsanız, tağutu reddetmek zorundasınız. (Bakara, 256). Ya Allah’ı veli edinirsiniz ve Allah sizi karanlıktan/zulümattan nura/aydınlığa çıkarır ya da tağutu veli edinirsiniz, o da süreci tersine işletir.
Allah’a, Allah’ın hükümlerine, indirdiği dine yüzde yüz uygun düşmeyen, amacı sadece Allah’ın adını yüceltmek olmayan, yeryüzünde Allah’ın ahkamı geçerli olsun diye kurulmayan tüm ittifakları Kur’an reddeder.
Ya Rabbi! Bu arzda kendilerini İslam ümmeti olarak tanımlayan insanlar senin dinini nereden alıp, nereye götürmektedirler? İnsanlar nasıl bir din anlayışına evrildiler? Kelime ve kavramlarımızı partileri, ittifakları, siyasi liderleri vb. için nasıl eğip-büküyorlar? Kelimeleri nasıl yerlerinden oynatıp tahrif ediyorlar? Rabbimiz Kitabında, İsrailoğullarının Kitapları üzerindeki tahrifatlarını (Nisa, 46; Maide, 13), bunlardan ders çıkartalım diye bildirmiştir.
Dikkatlerinize sunduğumuz yazı, ‘Müslüman’ mahallesinde bunca Kur’an okumaları, hafızlık eğitimi, İmam-hatip okulları vb. varken, neden İslam’la ilgili kayda değer hiçbir gelişme olmuyor sorusunun cevabını da vermektedir. Her beş-on yılda, üç-beş yılda hatta altı ayda bir ‘Müslümanım’ diyenler böylesine savrulduklarına göre, bu toplumun yeniden, sil baştan Kur’an’a davet edilmesi gerekmektedir, “Ey iman edenler! Allah’a, rasûlüne, rasûlüne indirdiği Kitaba ve önce indirdiği Kitaba iman edin!…” (Nisa, 136) diye.
İ. H. Akkiraz “Önümüze konulan sözleşmelerde canımızı sıkan birtakım hususlar olsa bile, bu bize farklı bir tercihte bulunabilme hakkını vermez.” demektedir. Canlarını sıkan o ‘birtakım hususlar’ın ne olduğunu bilmiyoruz ama biz de biliyorduk ki, Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman hiçbir mümin erkek ve kadın için o işte kendi keyif/kanaat/düşüncelerine göre başka bir seçim yapma özgürlükleri yoktur! (Ahzap, 36). Müminler Allah’a, rasûlüne ve kendilerinden olan ululemre itaat etmek ve herhangi bir işte [seçim, ittifak işleri vb.] tenakuza düşmeleri halinde bunu [kendi ittifak bileşenlerine değil] Allah’a ve Rasûlüne götürmek zorundadırlar. (Nisa, 59). Aralarındaki ihtilafta Allah’ın ve Rasûlünün vereceği hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, büyük bir kalp serinliği ile kabullenmeleri, iman etmiş olduklarını gösterecektir. (Nisa, 65).
Müslümanların uzun yıllar tartıştıkları, “Müslümanlar neden bir araya gelmiyorlar?” tartışmasının ne kadar kof olduğu şimdi daha iyi anlaşılmış, “hak şimdi ortaya çıkmış”tır. (Yusuf, 51). Ortaya çıkan hak şudur: Önce vahdet değil, önce tevhid gerekmektedir. Tevhidde anlaşma olmayınca vahdet olunamaz. Her fırka kendisine bir ittifak edinir ve onunla da övünür.