Müslümanlar, iktidar rüşvetine razı olacak mı?
Akif Emre: Bu arada Türkiye`nin oynadığı önemli bir rol varsa, o da siyasal İslamın adeta gönüllü olarak bastırılması, geriye itilmesi ve kültürel İslamın öne çıkartılması oldu. Siyasal İslam kavramından oldum olası hiç hoşlanmasam da durumu açıklamak için zorunlu olarak kullandım. Zira İslamın kültürelleştirilmesi sürecini daha net ortaya koymak zor olacaktı.
Yeni Şafak yazarı Akif Emre, bugünkü yazısında bölgedeki son gelişmeler ışığında Türkiye'nin "model ülke" pozisyonunu ve "İslamcı" güçlerin tutumunu sorguluyor.
Emre, olup bitenin, İslam'ın siyasi iddialarından vazgeçirilerek kültürelleştirilmesi sürecine işaret ettğini kaydediyor ve "İslamın kültürelleştirilmesi, hayattan çekilmesi demektir. Bu tür simgesel forma indirgenmesi yani inanmasan bile hayatın bir aksesuarı, kültürel zenginliği olarak saygı duyulacak antropolojik bir olguya dönüştürülmesi demektir" tesbitinde bulunuyor.
Akif Emre'nin yazısını iktibas ediyoruz:
Ortadoğu'da kültürel İslam devri/mi!
Akif Emre / Yeni Şafak
Ortadoğu'da yaşananlara bölgenin, Hobsbawm'dan mülhem, "devrimler çağı" denebilir mi? Halk hareketlerine bakılacak olursa medyatik oryantalizmin kalıplarını parçalayan bir dinamizm sergilendi. "Doğunun durağanlığı"na yapışıp kalan medyanın "oryantalist durağanlığı" kimseyi aldatmasın...
Doğunun toplumsal hareketliliği karşısında medyanın gözü kamaşmış görüntüsü bizde bir tür "akıl tutulması"na yol açtı sanki. Arapların durağanlığını teyit edercesine, "bakın meydanlarda ne görkemli zaferlere imza atıyoruz" söyleminden öteye geçmeyen bir coşkunun teslim aldığı ruh hali hakim. Kitlelerin maruz kaldıkları geçek acı ve baskılar karşısında ortaya koyduğu meydan okumayı alkışlamaktan, muhtemel sonuçları üzerinde pek düşünme cesareti gösteremeyen bir "zihni durağanlık" sergileniyor.
Özgürlük ve, batılı anlamda, siyasal katılımın önünü açacak demokrasi beklentileri karşısında nasıl bir düzenin kurulacağına dair entelektüel bir çabanın, tartışmanın izlerini yakalayamıyoruz. En azından Türkiye'deki tartışma hala Tahrir Meydanı'ndaki kalabalığın içinden çıkabilmiş değil.
Tunus'ta ve Mısır'da kritik soru İslamcı hareketlerin tavrının ne yönde olacağı idi. Baştan beri öne çıkmamaya özen gösteren ama eylemlerde aktif rol alan bu hareketlerin edilgenliklerinin anlaşılabilir bir yanı vardı. Gösterileri batılılar nezdinde "dinci ayaklanma" imajına kurban etmeme kaygısı denilebilir buna. Bir devrim hareketi, üstelik toplumsal tabanı geniş bir devrim hareketi düşünün ki, en önemli organize güçlerden biri olduğu halde kendini gizlemek ihtiyacı duyuyor.
Bu stratejide Türkiye'nin belirleyici rol oynadığını düşünüyorum. Gerek ayaklanmalar sırasında gerekse daha sonra yapılan resmi-yarı resmi görüşmelerde bu yönde (ve başka) telkinler verilmiş olabilir.
Mısır, Arap dünyasının geleceğine dair belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu için oradaki süreci iyi takip etmek gerekiyor. Bir yanda özgürlük, adalet, yoksulluğun azaltılması gibi temel talepleri dile getirmeleri için öne çıkmaları beklenen Müslüman Kardeşler ve diğer toplumsal güçler bir tür askeri vesayet rejimine razı olmuş görünürken uluslararası sistem de zaman kazanarak dengelerin yeniden kurulmasında devreye giriyor. Türkiye'nin bölgeye oyun kurucu olarak döndüğüne inanmak isteyenler nedense Amerikan ve İsrail faktörlerinin belirleyici rolleri söz konusu olduğunda komploculuk olacağı açıklamasına sığınarak geri durma kolaycılığını tercih ediyorlar.
Bölgedeki (Mısır'da daha çok stratejik konum) enerji kaynaklarının paylaşımı ve İsrail sorununun çözümü konularında hiçbir radikal açıklama yapmayan ve bir planlarının olmadığı anlaşılan devrimci grupların askeri vesayet konusunda hem fikir oldukları görünüyor. Camp David denklemini eleştirmek bir yana muhtemel başkan adayları bu anlaşmalara sadakatlerini sunarak işe başlıyor. Kitlelerin akışkanlığı/ hareketliliği bile "stratejik dengelerin durağanlığı"nı aşamıyor. "Bir tür 1980 Türkiye askeri darbesinin demokrasi modeli devrede" diyor Gilbert Achacar. Yani Amerikalıların kontrollü dönüşüm formülasyonu...
Bu arada Türkiye'nin oynadığı önemli bir rol varsa, o da siyasal İslamın adeta gönüllü olarak bastırılması, geriye itilmesi ve kültürel İslamın öne çıkartılması oldu. Siyasal İslam kavramından oldum olası hiç hoşlanmasam da durumu açıklamak için zorunlu olarak kullandım. Zira İslamın kültürelleştirilmesi sürecini daha net ortaya koymak zor olacaktı.
BOP sürecinde Türkiye'ye biçilen "ılımlı İslam" rolüne karşı çıkan seküler çevrelerin nedense bu yeni misyonundan hiç de rahatsız olmamalarını anlamlı buluyorum.
Ne demektir dinin kültürelleştirilmesi? Türkiye'de özellikle 1990'lardan itibaren gündeme getirilen bu kültürel İslam meselesi İslamcılığın muhafazakârlaştırılmasının entelektüel temellerini oluşturdu. Bir yanda postmodern darbenin baskıları diğer yanda özendirilen hayat tarzları bugün muhafazakârlaşma olarak sonuçlandı. Modern hayatın nimetlerini en ilkel biçimde, kültürel formda içselleştirenler adalet, özgürlük gibi temel taleplere kulak tıkamaya elverişli öbeklerinde, küçük adacıklarında mutlu olabiliyorlar.
İslamın kültürelleştirilmesi, hayattan çekilmesi demektir. Bu tür simgesel forma indirgenmesi yani inanmasan bile hayatın bir aksesuarı, kültürel zenginliği olarak saygı duyulacak antropolojik bir olguya dönüştürülmesi demektir.
Son yılların en önemli toplumsal kırılmasının yaşandığı bölgede hem siyasal hem toplumsal anlamda İslamın oynayacağı rol belirleyici olacaktır. Bu dönemde kültürel İslamın önü açılırken siyasal İslamın devre dışı bırakılacağı bir siyasal, toplumsal süreçle karşı karşıyayız. Sorun, İslamcıların iktidar rüşveti karşısında buna razı olup olmayacaklarıdır.