Arzu EFE

07 Ağustos 2009

NE SİHİR, NE KERAMET…

Musa’nın asasıyla uğraşmaktan, Allah’ın yasasını görmediğimiz oluyor çoğu zaman. Çünkü hikâye ve kıssaların mucizevî yönlerine takılıp kalmak, ondan ders çıkarıp üstümüze sorumluluk almaktan daha kolay geliyor. Ve Musa’nın mücadelesi, sabrı, sıkıntısı ve cihadı da, denizin yarılmasıyla ya da asanın yılana dönüşüp her şeyi yutmasıyla bir çırpıda yok oluveriyor.

 

Musa’nın, kölelik diyarından( Firavunun ülkesi Mısır’dan), Allah’ın vaat ettiği süt ve bal akan şehir dediği Kenan diyarına ulaşması ve bu zaman diliminde çektiği sıkıntılar, Tevrat’ta uzun uzadıya anlatılıyor.

 

Musa’nın kırk yıl boyunca, kurak toprak bulunan büyük ve korkunç bir çölde yürüdüğü, aç ve ekmeksiz kaldığı, Allah’ın izniyle sert kayalardan su çıkardığı ve her şeye rağmen, bu kırk yıl içinde, esvabının eskimediği ve ayaklarının şişmediği anlatılıyor özetle.( BAP 8’de)

 

Çöl, kuraklığı, çoraklığı ve verimsizliğiyle bildiğimiz bir yer kuşkusuz…

 

Öyle umut kesilecek bir kavim düşünün ki…

 

Hiçbir verim alamayacağınızı düşünseniz bile, ( tıpkı çöl gibi ) onunla uğraşmak, onu verimli hale getirmeye çabalamak zorundasınız.

 

Ve sert enseli bir kavim diye nitelendirilen İsrailoğullarıyla her şeye rağmen, uğraşıp, didinip,

O’nun dediği gibi sert kayalardan su çıkarmaya azmetmek durumundasınız.

 

Allah’ın gönderdiği rızkı( vahyi ) öncelemek ve yerine göre aç ve ekmeksiz kalmak gibi bir zorlukla da mücadele ediyor olmalısınız.

 

Ve öyle bir şey ki sonunda, Allah yolunda yürümekten ayaklarınız şişmeyecek,

 

Veya öyle bir imanla donanacaksınız ki… Bundan sızlanmayacaksınız.

 

En önemlisiyse, esvabınız ( kuşandığınız elbise ) eskimeyecek,

 

Savunduğunuz dini tanınmaz hale getirmeyeceksiniz!!!

 

Bu, hakikaten sarp bir yokuş ve vaat edileni hak ettirecek bir mücadele tavrı.

 

Peki, biz bu mücadelenin neresindeydik?

 

Allah yolunda yürürken Musa’yla mı beraberdik,

 

Yoksa ayaklara takılan, ‘Bu asa da niye kafama düştü ki?’ diye sızlanan, sert enseli kayalardan biri miydik?

 

 Bir adım attık, ayağımız yorulunca, yolları bırakıp söylenip sızlandık.

 

Henüz aç ve susuz bile kalmadan, sırf bu korkuyla bile, başladığımız yerlere kaçıp, olmadık yılanlara sarıldık.     

 

 

Bırakın asamızla sert kayalara vurup su fışkırtmayı, korkumuzdan asayı kendi taş kalbimize dahi dokunduramadık.

 

Ne O bizi çarpsın, ne de biz çarpılalım diye, ulaşamayacağımız yerlere kaldırıp rahatladık.

 

Çorak çöllerde debelenmeye ne gerek vardı canım. Sert kayalara inceden inceye şekil vermeye kırk elli yıl bir de… Yok artık!

 

Bacak bacak üstüne atar, ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ der,

 

Nasıl olsa işin içinden çıkardık.

 

Esvabımızsa…

 

Varsın eskisin.

 

Biz zaten böyle bir elbiseyi taşıyamayacağımızdan,

Her şeyden önce, kendi paçamızı kurtarmaya bakardık.

 

Arkasındansa, ağzımıza süt ve bal aksın, ayağımıza ırmaklar akan cennetler sıralansın diye yalvarırdık.

 

Olmayınca da…

 

Suçu ya Musa’nın asasına, ya da kendimizden gayrısına atardık.

 

Musa’dan İsa’ya, İsa’dan Muhammed’e…

 

Anlatılmak istenen buydu belki de.

 

Vaat edilen şeylere ulaşmaksa, galiba ne sihirdi ne keramet.

 

Yürek dolusu iman, sabır,

 

Ve en az kırk elli yıl süren zahmet ve eziyet!