Mehmed MAKSUT

15 Mart 2012

NEFES ALMANIN ÖLÜM OLDUĞU YER: HALEPÇE

 

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (Şuara Suresi: 227)

İçerisinde yaşadığımız dünyanın tarihi unutulmaz zulümlerle doludur. İnsanlığın ilahi değerlerden soyutlanarak işlediği öyle büyük zulümler vardır ki anılması, görülmesi, hissedilmesi bile nice kereler insanların ne hale geldiği gösterir. Rabbine karşı düşünsel ve inanç boyutuyla, şirk esaslarıyla zülüm işleyen insan, tarihsel süreçte bu zulümlerini insanlar üzerine çeşitli çıkarlar veya keyfi isteklerden dolayı yönlendirmişlerdir. Peygamberler ve ashaplarına yapılan zulüm başta olmak üzere, Nemrut’ların Firavun’ların, Haman’ların zulümleri eski zamanda olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Günümüz gelişen teknolojiyle birlikte sonuçları yüz binleri aşan ve etkileri asırlarca süren unutulmaz insanlık suçları küresel ve çağdaş firavunlar tarafından yapılmaktadır. Süt emen, emekleyen, “anne” demeye yeni yeni başlamış yavrudan, dizlerinde yürüyecek derman kalmamış yaşlılara kadar, ahırlardaki hayvanlardan sürünerek yürüyen karıncalara kadar bütün canlılar yok ediliyor. Zalimler öldürmekten, kan dökmekten, topluca katletmekten, köy ve kentleri kabristana çevirmekten zevk duyuyor. Her gün yeni katliamlara şahit olup güne başlıyoruz, yeni katliamlara şahit olarak günü tamamlıyoruz.  İnsanlarımız, kardeşlerimiz üçer beşer fazla tepki toplamadan öldürülüyor. Masum insanlar tankların, uçakların veya zehirli bombaların ateşinde yanarak can veriyor. İnsanla birlikte kültür, doğa, hayat, tarih katlediliyor.  Zihinler kirletiliyor, bir neslin ruh dünyası tarumar ediliyor. Hümanizm, demokrasi, insan hakları kavramlarının en zirve yaptığı dönemlerde bile dünyanın gözlerinin önünde büyük katliamlar yapılıyor. ABD ve müttefiklerinin Müslüman Ortadoğu’da yaptığı katliamlar, Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombaları, İsrail’in, Filistinlilere uyguladığı katliamlar, Rusların Çeçenistan’a uyguladığı tecritler, batının katliam tarihine sorgusuz ve hesapsız geçiyor. Bu katliam sayfaları kapkara bir leke olarak insanlık tarihinde yerini alıyor.

Yaşadığımız ve şahit olduğumuz bunca katliamda üzücü olan ise, bu arşı inleten katliamların insanlığın vicdanında yeterince yankı bulmuyor olmasıdır. İşlenen vahşetler, katliamcı zihniyetler tarafından tez elden ya gizleniyor ya da örtbas ediliyor. Yakın tarihimizde üstü örtülmek istenen ama hala tüm acılar gibi yüreklerimizde sıcaklığını kaybetmeyen katliamdan biri de Halepçe’dir. Halepçe katliamı, ‘uzaktakiler’ veya “birileri” için olmuş ve bitmiş bir hadise olabilir. Halepçe, Zihnimizde birkaç kelime; Irak, Saddam, kimyasal gaz, Kürtler ve bir fotoğraf karesi: Bebeğinin üzerine kapanmış bir baba… Ömer Havar… İnce bir yürek sızısı… Hepsi bu kadar mı? İstedik ki ‘bu kadar’ olmasın. Asırlar öncesinden değil, 1988’de; dünyanın öte ucunda değil, burnumuzun dibinde yaşanmış bu faciayı tarihte kalmasın diyorum. Bir duvar dibinde ölmüş kız çocuğunda kendi kızımızı görebiliyorsak, bebeği bir yana, kendi bir yana düşmüş annelerde annemizi hissediyorsak o zaman bu yaşanılan acıları anlayabiliriz… Unutmayabiliriz…

Aslında katliamın hemen ardından çekilen fotoğraflar söylenmesi gereken birçok şeyi söylüyor. Üç yaşında var yok bir çocuk, kapı eşiğinde, ayakları dışarıda, başı içeride kalakalmış, bahçede, ablası, ağabeyi, annesi… Duvar diplerinde, caddelerde, dağlara doğru uzanan yollarda, mağara kovuklarında, sığınaklarda, su birikintilerinde cansız yere düşmüş 6330 bin Halepçeli… Kimi toprakla buluşamadı, kimi de üst üste yığılıp greyderlerle toprağa gömülen binlerce cesetten biri oldu. Bir zamanlar 87 bin kişinin yaşadığı ve "şairler diyarı" olarak bilinen Halepçe, “gökten ölümün yağdığı yer” olarak anıldı. Gerçekten de o gün Halepçe'nin üzerine gökten ölüm yağmıştı. Halepçe’de yapılan Hiroşima’da yapılan katliamla aynı olduğu için “Orta Doğu’nun Hiroşiması” olarak tanımlandı ve Irak Temyiz Mahkemesi, Halepçe’de, 16 Mart 1988’de maruz kaldığı kimyasal saldırıyı “soykırım” olduğu resmen kabul edildi.  

Her şeyden habersizdi Halepçeliler. Ne olup bittiğini anlayacak fırsatları bile olmamış, hatta korkamamışlardı  bile. Her ne kadar Enfal Operasyonları’nı yaşamış olsalar da, bir saldırı bekleseler de toptan katledilmeyi beklemiyorlardı  bir 16 Mart günü… Öğleye doğru geldi uçaklar, rüzgârın yönüne doğru bıraktılar gazları. Öyle ki öncesinde rüzgârın nereden estiğini bile ölçmüştü, Saddam’ın faşist askerleri... MİG 23’tü bombaları atan. Sovyet yapımıydı bu uçaklar. Gazları ise Avrupa’nın demokratik(!) ülkeleri vermişti. Önce helikopterler geldi, sonra uçaklar... Bir bir atıldı bombalar... Karardı Halepçe. Kara bir duman çöktü üstüne. Ve bu dumanı soluyan herkes öldü... Nefes almanın ölüme döndüğü yer oldu Halepçe… Sonra insanlık öldü Halepçe’de...

Halepçe; 87.000 nüfusun çoğu Kürtlerdir Irak-İran savaşı sırasında Saddam yönetimindeki iktidar tarafından gerçekleştirilen ve zehirli gaz bombardımanı sonrası çoğu çocuk ve kadın olan 6.357 kişi zehirlenerek ya da yanarak öldüğü 14.765 kişi ağır derecede yaralandığı yerdir. Dünya sağlık örgütünün (WHO) raporuna göre bu kimyasal saldırı, günümüze kadar 43.753 kişinin ölümüne, 61.200 kişinin de sakat kalmasına sebep olmuştur. Ancak Irak savaşından sonra bölgeye giren yabancılar tarafından bu rakamın daha da büyük olduğu tespit edilmiştir. Süleymaniye Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Fuat Baban 7 Aralık 2002 tarihli “The Sydney Morning Herald” gazetesinde yayımlanan makalesinde, Halepçe'de özürlü doğum oranının Hiroşima ve Nagasiden 4-5 kat fazla olduğunu belirtmektedir. Sivil halka karşı bu tür ve bu büyüklükte bir bombalama, o zamana kadar Ortadoğu'da hiçbir yerde gerçekleştirilmemişti. Uzmanların açıklamalarına göre; Halepçe'de 12 kimyasaldan oluşan bir kokteyl kullanıldı. Bir kimyasal silah olan “koktey”in içinde; deriye, gözlere, boğaza ve akciğere büyük zarar veren Hardal gazı da bulunuyordu. İnsanların maruz kaldığı kimyasal silahlar, deri ve göze zarar veriyor, su ve yiyeceklere kolayca karışıyor ve solunum sistemini de bozuyordu. Uzmanlar Hardal gazının etkilerini şu şekilde açıklıyor: "Nagazaki ve Hiroşima'da iyonlaşan atomların tersine Hardal gazı gelecekteki nesil için de inanılmaz zararlar taşıyor. 10 yıl sonra bile insanlar çeşitli acılar çekiyor, özellikle uzun vadede DNA üzerinde yaptığı zarar var."

Hayvanlar üzerinde dahi kullanılması yasak olan kimyasal silahlar Nagazaki ve Hiroşima‘dan sonra en yaygın biçimiyle ilk kez Kürtler üzerinde denendi. Kendilerini Demokrasi ve insan hakları "savunucusu" olarak gören  batılı ülkeler, dönemin faşist Irak devletine sattıkları Hardal, Tabun ve Sarin gibi her türlü canlıyı yok edici kimyasal gazlarla  iki gün boyunca Halepçe bombalanmış, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı insan katledilmiş, 15 binden fazla insan da ömür boyu çeşitli hastalıkları taşıyacak şekilde yaralanmıştır. Katliamın ardından  canını kurtarabilen yüz binlerce Kürt insan, Türkiye, Suriye ve İran sınırına yığılmış, günlerce sınırda aç ve susuz bekletildikten sonra içeri alınarak mülteci statüsünde konumlandırılmışlardır. Göç edenler gittikleri yerlerde de çok ciddi sıkıntılar yaşamışlardır. Örneğin bu katliamdan kaçan bazı Kürtler güneydoğuya sığındı. Türkiye, Mardin'in ve Diyarbakır'ın bazı ilçelerinde kamplar kurdu ancak sığınma hakkı alamayan Kürtlerin bu kamplarda -çoğu çocuk olmak üzere- 280’ni öldü. Gazeteci Günay Aslan durumu 1989 yılında Mardin Kızıltepe'deki kampı gezdikten sonra şöyle belirtmektedir: 

 
“Kızıltepe'deki Kürt kampından içeri adımınızı atar atmaz, yolunuzu kesen Kürt kadınlarının "me bibin! me laskın!..." (bizi götürün, bizi kurtarın) diye yankılanan feryatlarını duyacaksınız. Benizleri soluk, alabildiğine zayıf çocuklar, halsizlikten ağlayamayan bebekler göreceksiniz. Şaşırmayın… Günde bir somun ekmek, ayda 200 gram et, 15 günde bir, bir kilo bulgur sığınmacıların başlıca yiyecekleri.  Verilen yiyecekler büyüklerin açlıktan ölmemelerine yeterken çocukların yaşamasına yetmiyor. Diyarbakır kampında bir yılda tam 280 çocuk, yetersiz beslenmeden ölmüş. Dünya aleme ilan edilerek hazırlanan kocaman kamplarda sığınmacılar için bütün yapılanlar üç-beş tuvalet ve yetersiz içme suyu ambarları.”

Halepçe acısının yanında ideolojilerin haksız tartışmalarıyla da anılmıştır. Kürt milliyetçilerine göre Halepçe sadece Kürt olunduğu için soykırıma maruz bırakılmışken bazı İslami çevrelere göre ise bölgenin İslami duyarlılığındaki gelişmişlik olayın nedeni olarak kabul edilmiş ve Kürt unsuru görülmemiştir. Zira bu bölgede İslami grupların etkinlikleri oldukça fazlaydı. Örneğin Irak Kürdistan’ının en güçlü İslami hareketi, Şeyh Osman Halebcevi liderliğindeki “el-Hareke’ül İslamiyye fi-Kürdistani’l Irak” Halepçe’de oldukça güçlüydü. Aslında her iki yaklaşımda indirgemeci bir yaklaşımdır. Halepçe’deki siviller ne sadece Kürt oldukları için ne de İslami hareketlere verdikleri destekten ötürü katledilmişlerdir. Belki bu kimliklerinin bileşkesinden ötürü ölümlere duçar edilmişlerdir. Zira her iki kimlik de kendi içlerinde iktidara karşı bir muhalifliği ihtiva ediyordu.  Her iki kimlikte Saddam için birer tehditti.

Halepçe katliamı bölgede ve dünyada çok şeyi değiştirdi. Bir kere Saddam rejiminin nasıl bir rejim olduğunu, ne kadar acımasız olduğunu, orada neler yaptığını ve neler yapabileceğini tüm dünyaya gösterdi. İkincisi, Halepçe katliamı milyonlarca Kürt’ün, Saddam zulmünden neler çektiğini gösterdi. Halepçe katliamı Kürtlerin mücadelelerinin ne kadar haklı nedenlere dayandığını da dünya kamuoyunda gösterdi ve Kürt diye bir halk olduğunu bilmeyenler, öğrendi. Halepçe katliamı Saddam’ın da sonunu getirdi. Biraz geç oldu ama sonuçta oldu. Halepçe katliamı, kimyasal silahların kullanımını da Birleşmiş Milletler’in gündeminde taşıdı. Kimyasal silahlar BM'de sorgulandı. Aynı zamanda kimyasal silah yapan ülkeler de teşhir edildi fakat hiçbir şey yapılmadı.

Yaşayanların Gözünde Halepçe

Halepçe de hazır bulunan ve katliama tanık olan Sabah Gazetesi muhabiri “Ramazan Öztürk” şöyle anlatıyor: “Halepçe, İnab, Dûceyde kasabalarıyla çevre köylerde yaşayan insanların tamamı ölüyor. Biz 21 Mart günü oraya vardık. Dört gün geçmişti aradan ve aynı vahşet gözleniyordu. Bütün sokaklar, caddeler insan ve hayvan cesetleriyle doluydu. Gördüğümüz bütün insan cesetleri kadın, genç kız, çocuk ve bebeler ile yaşlılardı. En katı insan bile dayanamaz. Ben tarif edemiyorum. Katliam demek, facia demek hafif geliyor. Vahşet. Vahşet de hafif geliyor. Dûceyde ve İnab’da gördüklerimizin de Halepçe’den hiçbir farkı yok. Her yer darmadağın, taş üzerinde taş kalmamış. İnab köyü de öyle. Bir tepenin eteğinde kurulu İnab’da yaşayan yüzlerce insan, Irak uçaklarının bombalarından kaçmak için çocukların alıp yollara düşmüşken gafil avlanmışlar. Şehrin içine doğru ilerledikçe, felaketin boyutu daha iyi anlaşılıyordu. Sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz, tarifi mümkün olmayan ağır bir koku vardı. Körpecik bedenlerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazıları mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Aralarında genç kızlar da vardı. Bazı bebekler, annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yenik düşmüştü zehirli ölüme. Dere kenarlarında, köyün çıkışındaki yolda, ağaç diplerinde, yerde yatan yüzlerce ceset. Hayvanlar da kaçamamış, çoğu olduğu yerde ölmüş. Köyün hemen yanındaki tepenin ardında ise, insan cesetlerinden oluşmuş bir başka tepecik. Tüylerimiz ürperiyor. Fotoğrafları çekerken ağlıyordum. Allah bir daha bana böyle bir sahne göstermesin."

 

Güneş gazetesinden “Faruk Ölçücü” ise vahşeti şöyle dile getiriyordu: "Etrafta hardal gazının yakarak öldürdüğü kadın ve çocuk cesetlerinin resimlerini çekerken, kusmamak için kendimi güç tutuyordum. Halepçe’nin bütün sokakları, Irak uçaklarının attığı kimyasal bombaların etkisiyle katledilmiş Kürt kadın ve çocukların cesetleriyle doluydu. Atılan sinir ve siyanit gazlarının etkisiyle iç solunum sistemleri tahrib olan bu zavallı insanlar boğularak ölmüşlerdi. Dış görünümlerinde hiçbir şey olmayan bu insanlar, sokaklarda uyur gibi yatıyorlardı. Koca kasabada, hayvan dahil hiç kimse kalmamıştı. Atılan kimyasal bombalar, düştüğü yerlerden uzak noktalara, rüzgârın etkisiyle gaz bulutu şeklinde evlerin içindeki odalarda saklanmış insanların da boğularak ölmesine neden olmuştu. Keşke ben de ölseydim."

O günlerde alana giden ilk İsveçli gazeteci Stefan Hjerten’in açıklamaları da unutulamaz.  Stefan Halepçe’yi şöyle anlatıyordu: “Tek kelime ile  büyük bir vahşetti! Halepçe’de korkunç bir savaş alanı görüntüsü vardı. Her taraf cesetlerle doluydu. Çocuklar, kadınlar sanki ölmemişler gibi, avlularda, masalarının başında, çocuklar evlerinde oyuncakları ile sessizce derin bir uykuya dalmış gibiydiler… Görüntü gerçekten korkunçtu. Ama duygularla hareket etmeden ve hızlı bir şekilde olayı belgelemek gerekiyordu... İran bölgede gaz maskeleri dağıtmıştı. Ama ölenlerin hiç birinde  gaz maskesi yoktu.  Öyle görünüyor ki, zehir saçan bombalardan kurtulmak inancıyla, halk panik içinde evlerine kaçmış, kapılarını kilitlemiş ve kurtulacaklarını hesap etmişler. Ama yayılan zehirli gaz hiç birinin kurtulmasına imkân tanımamıştı. Halepçe’deki manzarayı ifade etmek çok zor. Korkunçtu…”

Ayşe Nine’nin Gördüğü Halepçe

Katliamdan sağ kurtulmayı başaran ancak ailesinden 7 kişiyi kurban veren Ayşe nine, o günü hatırladığında gözyaşlarına hâkim olamıyor. Ayşe nine, o günü şöyle anlatıyor: 'Bombalama olduğu gün eşim ve çocuklarımla birlikte evdeydik. Bombalama başladığında eşim çocukları yanına alarak üst mahallede bulunan kardeşinin evine gitti. Ben evde tek kaldım. Bombalamanın şiddeti artınca evden çıkamadım. Bombalama akşama kadar sürdü. Eşimi ve çocukları merak ettiğim için onların yanına gitmek istedim. Gittiğimde herkesin yerlerde yatan cansız bedenini gördüm. Seslendim ama kimseden ses çıkmıyordu. Çocukları aramaya başladım. İki oğlumun banyoda cansız bedenlerine rastladım önce. Sonra evin diğer odalarına baktığımda kızlarımın birbirlerine sarılarak can verdiğini gördüm. O gün tüm ailemi kaybetmiştim. Katliamda ailemden 7 kişi olmak üzere tam 30 akrabamı kaybetmiştim.

Ayşe nine de gazdan etkilendiğini, her tarafının yanmış olduğunu söyledi. Gözlerinin görmediğini belirten Ayşe nine, şöyle devam ediyor: 'Kimyasal gazdan bende etkilenmiştim. Her tarafım yanmış ve gözlerim görmüyordu. Önce İran'ın Kırmanşah hastanesine gittim ama orada tedavi olamadım. Beni Tahran'a sevk ettiler. Tahran'da 50 gün boyunca sırt üstü yarı baygın olarak kaldım. Vücudumun çeşitli yerlerinde hala yanık izleri var ve gözlerim iyi görmüyor. Katliamın üzerinden onca yıl geçmesine rağmen çocuklarımın cansız bedenleri hala gözümün önünde, onları asla unutmadım. Katliam öncesi çocuklarımı kucaklıyor onları öpüyor onlara sarılıyordum ama 16 Mart Katliamı tüm sevdiklerimi benden aldı. Herkesi toplu halde gömdükleri için onların şuan hangi mezarda olduklarını bile bilmiyorum. Mezar taşlarını okşayamıyorum, mezarları başında dualar okuyamıyorum. Ama onlar hala evimde, yanımda. Onları asla unutmayacağım. Saddam çok annenin gözyaşı dökmesine ve binlerce kişinin ölümünden sorumludur. Allah dualarımızı kabul ederek onu cezalandırıyor.' 
 

Katliam sonrası herhangi bir yerden yardım alamadıklarını da anlatan Ayşe Ali, 'Katliamdan sonra hiç kimseden yardım almadık. Ayda verdikleri beş kilo pirinç dışında bize yardım yapılmadı. Bize yardım elini kimse uzatmadı. Ne Birleşmiş Milletler, ne de başkalarından yardım almadık. Katliam öncesinde eşimin emeklilik maaşı vardı. Ondan sonra o öldü diye maaşı da kestiler. Şuan ben tek başıma bir kadın olarak hiç kimsenin yardımı olmadan yaşamaya çalışıyorum.

Cebrail Ömer Mecit’in Gördüğü Halepçe

Katliamda aile ve akrabalarından toplam 33 kişiyi kaybeden Cebrail Ömer Mecit’te trajediyi şöyle anlatıyor. “Halepçe Katliamı'nda 4 erkek kardeşimi ve 3 kız kardeşimle birlikte ailemden 33 kişiyi kaybettim. Katliam öncesi peşmergeler şehre girmişti. Bize Halepçe'yi özgürleştirdiklerini söylemişlerdi. Halkta büyük sevinç vardı. Ama bu sevinç uzun sürmedi. 16 Mart günü bombardıman başladı. Kardeşlerimin hepsi bizim ötemizde olan kız kardeşimin evine gittiler. Ben ve bir erkek kardeşim evde kaldık. Daha sonra ben dışarı çıkarak, Halepçe kaymakamlığına gidip durumu sormak istedim. Konuşma esnasında bombardıman yeniden başladı. Hemen bize yakın olan caminin bodrum katına indik. Bombardıman süresince ben ve kardeşim Halil camide kaldık. Saat 17.00'ye geliyordu. Ben kardeşime 'Halil sen evet git ve herkesi al, bir yolunu bulup buradan gideceğiz' dedim. 

Halil korktuğu için o sıra kentten kaçışmaya başlayan halkın peşine düşerek şehirden çıkmış. Ben camiden çıktım ve hemen kız kardeşimin evine doğru koşmaya başladım. Eve doğru giderken her sokakta yüzlerce insanın yerlerde ölü olarak yattığını gördüm. Bunların hepsi tanıdığımız akraba, aile dostu ve komşularımızdı. Ben kız kardeşimin evine varmadan önce tanıdığım bir arkadaşımın evini gördüm ve bakmak istedim. Kapıyı açtığımda yaklaşık 35 kişinin üst üste yığılmış cansız bedenini gördüm. O zaman ne yapacağımı bilmiyordum çok şaşkın ve çaresizdim. Dışarı çıkmak istedim ve kapıya doğru yürümeye başladığım sırada arkadan bir elin ayaklarımı tuttuğumu fark ettim. Önce çok korktum. Dönüp baktığımda yaşlı bir kadının takatsiz bedeni yerde yatıyordu. Hemen onu aldım dışarı çıkardım ve kendisine gelebilmesi için onu biraz sarstım. Ondan sonra İran askerleri onu aldı. Askerler yaralıları topluyordu. 
 

Bana 'sende bizimle gel' dediler. Ben onlara kız kardeşimin evine gitmem gerek diyerek eve doğru yol almaya başladım. Kız kardeşimin evine vardığımda ve avlu kapısını açtığımda, yerlerde cansız bedenlerin yatığını gördüm. Bodrum katında çocukların ölü bedenlerini gördüm. Herkes üst üste yığılmıştı. Bedenleri yanmıştı adeta. Kimyasal gazın etkisiyle durmadan kusuyordum. Birkaç gün aradan sonra onları gömmek istedim ve evin avlusunda bir çukur açarak 8 kişiyi gömdüm. Ondan sonra evin üstüne çıkarak bağırdım, saatlerce ağladım. O gün orada ölmemem büyük bir tesadüftü.'

Pexşan Faik Arif’in Gördüğü Halepçe

Halepçe Katliamı'nda annesi, babası, 6 kız kardeşi ve iki erkek kardeşini yitiren Pexşan Faik Arif, yaşadığı acı dolu günleri 'Terk edilmiştik' diye özetliyor. Arif konuşmasını şöyle sürdürüyor: 'Katliamdan bir gün önce babamın evine gitmiştim. Babamın evinde sığınak olduğundan çok sayıda kişi gelmişti. Ben anneme bu kalabalığın normal olmadığını ve bugün peşmergelerin şehri terk ettiğini söyledim. Ayrıca anneme buradan gidelim dedim. Annem biz bu kadar insanı bırakıp bir yere gidemeyiz dedi. O gün ailemi son görüşümdü. Onlarla son bir kez konuşacağım ve onları bir daha hiç görmeyeceğimi bilmiyordum. Ertesi gün sabah saat beşte babamın evinden ayrılarak evime gittim. 

Ayın 16'sında ise öğle saatlerine kadar bir şey yoktu. Sokaklarda insanlar normal yaşamını sürdürüyordu. Evimiz biraz şehrin dışında dağın yamacında olduğu için olup bitenleri çok net görebiliyorduk. Öğleye doğru şehirden gelen bir akrabamız durumların iyi olmadığını ve İslami güçlerin şehrin boşaltılması gerektiğini söylediklerini aktardı. Ondan sonra her geçen dakika durumlar daha da ciddileşti ve uçaklar gelmeye başladı. Adeta bir savaş alanıymış gibi insanlar kaçıyordu. O an yanımda eşim ve iki akrabamız vardı. Hepimiz çok tedirgindik ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. O sırada uçaklardan bomba sesleri gelmeye başladı. 
 

'Hayat zehirlenmişti' Bombalamaların ardından her şeyin zehirlendiğini anlatan Arif: Halepçe kırmızı bir duman bulutu altında kaldı. Artık biz de fazla bir şey göremiyorduk. Uçakların saldırısıyla bizde kendimizi daha iyi koruyabileceğimiz bir yere attık ama benim aklım ailemdeydi. Daha ne yapacağımızı düşüyorduk ki, evimizin önüne bir bombanın düştüğünü gördük. Üzerimize taş toprak düşmeye başladı. Ondan sonra uçakların yoğun bombardımanı başladı. Saatlerce öyle kaldık. Saat 17.00'ye geliyordu. Eşim yiyecek getirmek için şehre gidip geldi ama eli boş döndü. Her yerde kimyasal gaz kullanıldığı için yiyecek, su hepsi zehirlenmişti. İkinci sefer bende eşimle gittim. Şehre girdiğimizde ortalığa çok kötü bir koku sinmişti. Yanık et kokusundan başım döndü. Halepçe'ye baktığımızda sanki bu şehirde insanlar yaşamıyor hiç bir şeyden ses yok ne bir insan ne bir hayvan hiçbir hareketlilik yoktu. Aradan bir saat geçtikten sonra insanlar sığınaklardan çıkarak şehri terk etmeye başladı. Yerlerde ölülerin cansız bedeni ve canını kurtarmak isteyen kadın, çocuk, ihtiyarların kaçışmaları ve gözyaşları vardı. İnsanların yanmış bedeni kadınların çocuklarına sarılarak can verdiği ve daha kundaktaki çocuğun yanmış bedenini gördüğümde midem bulandı ve kustum. Kadınların çocukların korku çığlıkları hala kulağımda çınlıyor. O gün hiç unutmadığım bir an vardı. Ben ve eşim eve geri gitmek için ölülerin üst üste yığıldığı sokakta ilerliyorduk. Sokak başında yaşlı bir kadın çocuklarının cansız bedenine sarılmış ağlıyordu. Zifiri karanlıkta bizi gördüğünde bizi peşmerge sanıp, 'Ne istediniz bizden, neden bunu yaptınız, bu çocukların ne günahı neydi? Tüm bunlar sizin suçunuz, neden halkı önceden uyarmadınız' diyerek hıçkırıkla ağlıyordu. Yaşlı kadının durumunu gördüğümde çok duygulanmıştım. Benimde tüm ailem kayıptı onlardan haber almamıştım daha. İlk olarak sığınakları var diye aileme bir şey olduğunu sanmıyordum. Ama maalesef annem, babam ve kardeşlerimi kaybetmiştim.' 

Zehra’nın Gördüğü  Halepçe

Zehra Abdülkadir Muhammed isimli bir kadının yaşadıkları  kıyamet sahnelerini anlatmaya yetiyor. Iraklı peşmergeler İranlı  askerlerle beraber Irak'a karşı savaştıklarından ve Irak askerleri geri çekilmek zorunda kaldığından, Zehra ve ailesi Halepçe'deki evlerinin sığınağında bir Irak saldırısı tedirginliğinde yaşamaktadır. O sırada Zehra 16, kız kardeşi ise 15 yaşındadır. Saat 11'i gösterdiğinde, Batılı devletlerin sömürü  valisi Saddam'ın ordusu, Halepçe üzerine napalm yağdırır. İnsanlığın öldüğü an, saat 14'e kadar devam eder. Zehra yukarı kattaki mutfağa çıkarak ailesi için yemek hazırlamaya başlar. Sonrasını bizzat Halepçe kokan ağzından dinleyelim Zehra'nın: "Bombalama sonunda ses değişti. Artık ses eskisi kadar yüksek değildi. Sanki patlamaksızın düşen metal parçaları gibiydi. Bu sessizliğe bir anlam veremedik." Zehra'nın kardeşi Muhammed: "Bir helikopter kasabaya geri geldi ve askerler beyaz kağıt parçaları fırlattılar." Muhammed, askerlerin rüzgârın hızını ve yönünü ölçtüklerini anlamıştır. O sırada yiyecekleri toplayan Zehra, rüzgârın evin içine taşıdığı garip kokular duyar. Tekrar nefeslerimizi tutup Zehra'yı dinleyelim: "Başlangıçta çöp gibi kötü bir kokuydu. Sonra elma kokusu gibi güzel bir kokuya dönüştü. Ardından yumurta gibi koktu." Aşağıya inmeden önce evlerindeki kuş kafesine bakar, kuşun ölmekte olduğunu görür. Pencereden dışarı baktığında gördüğü manzara dizlerini kırar: "Çok sessizdi, ama hayvanlar ölüyordu. Koyunlar ve keçiler ölüyordu." Zehra sığınağa döner: "Herkese yanlış giden bir şeyler olduğunu söyledim. Havada ters giden bir şeyler vardı." Bombardımandan kaçmak için sığınağa saklanan ev halkı telaşlanmış, ancak sığınağı terk edememiştir. Zehra: "Rahatsızlanmaya başlasak da saklanmaya devam etmeye karar verdik. Gözlerimde çok şiddetli bir acı hissettim. Kız kardeşim yüzüme yaklaştı ve 'gözlerin kıpkırmızı' dedi. Sonra çocuklar kusmaya başladılar. Çok fazla acı çekiyorlar ve sürekli ağlıyorlardı. Annem ağlıyordu. Sonra yaşlılar kusmaya başladı." Her sığınağın bir gaz odasına dönüşeceğini anlayan Irak Napalm (Hava) Kuvvetleri, Halepçe'de kimyasal silah kullanmıştı. Zehra: "Havada kimyasal maddeler olduğunu anlamıştık. Gözlerimiz gittikçe kızarıyordu ve bazılarımızın gözleri yaşarıyordu. Kaçmaya karar verdik. İneğimiz bir köşede yatıyordu. Koşuyormuş gibi hızlı hızlı nefes alıyordu. Sonbahardaymışız gibi ağaçların yeni açan yaprakları dökülüyordu. Keklik ölmüştü. Papatyalar kurumuştu. Etrafta yere çöken duman bulutları vardı." Aile rüzgârın yönüne bakar ve tersi yöne koşmaya başlar. Koşmak gittikçe zorlaşıyor diyor Zehra: "Çocuklar yürüyemiyorlardı, çünkü rahatsızdılar. Kusmaktan bitkin düşmüşlerdi. Onları kollarımızda taşıdık." Tabi şehrin diğer kısımlarında yaşayan ailelerin farkı yoktur Zehra'nın ailesinden.

Geçen zaman Zehra ve ailesinin yaralarını  daha da derinleştirmiştir. Kışa dönmüştür Halepçe, karanlığa bürünmüştür dünya. Zehra ve ailesinin diğer fertleri kör olmuşlardır. Zehra, annesinin İran'da gömülenler arasında olduğunu İranlıların hazırladığı bir fotoğraf albümünden öğrenebilmiştir. Kardeşlerinden beşi ölmüştür. Zehra'nın bir çocuğu olmuş, fakat kalbindeki delikten dolayı üç aylıkken çocuğu kaybetmiştir. Emperyalistlerin maşası Saddam'ın Halepçe'de Kürdistan'ın kalbine karşı gerçekleştirdiği bu katliam, binlerce insanın hayatını  Zehra'nınkine benzer acılarla karartmıştır.

Kimisinin vücudunda yara olarak taşıdığı, kimisinin fotoğraf karelerine nakşettiği, kiminin ise kalemine yaktığı  bu katliamın üzerinden yıllar geçti. Tam 24 yıl bu yara ile yaşadı bir toplum. Gaza dönüşen zalim insan eli yedi bin insanın hayatını soldurdu. Binlercesi ölü yaşamaya mahkûm edildi. Sabırlı olan Yüce Allah'ın zalim ele tanıdığı süre doldu. Hiç kimseye yaptıkları yanında kar kalmayacağı gerçeği bir kez daha tecelli etti. Bir zamanlar hiçbir sınır ve hukuk tanımayan Saddam, kendisini besleyip büyütenler tarafından avlandı. Saddam'ı besleyip Halepçe'nin üzerine salanlar, kendileri bu katliamlarda birinci derece sorumlu değillermiş gibi davrandılar. İnsanlığın gözünde kendilerini paklamaya çalıştılar. Saddam'ı idam ettiler, bu katliamdan arınacaklarını sandılar. Peki kan ve gözyaşı üzerine medeniyet inşa eden ABD ve Batı emperyalizmi, bu ölümler üzerine saltanat kuran Batılı liderler… Onlar ne zaman çıkacak vicdanlarımızdan, onlar ne zaman kurtulacak beddualarımızdan, onlar ne zaman bulacaklar Allah'ın zulmedenler için hazırlamış olduğu çetin azabı? Kurtulamayacaklar… Bunlar, bizden kurtulsalar da kendi vicdanlarından kurtulamayacaklar. Kendi vicdanlarından kurtulsalar da Allah'ın azabından kurtulamayacaklar. Allah'ın bu dünyadaki azabından kurtulsalar da ahiretteki cehennem ateşinden kurtulamayacaklar...

Ve Halepçe katliamı bitmedi! Halepçe defteri kapanmadı bir türlü. Ölüm tacirleri yeni Halepçeler üretti geçen zaman içinde. İşgal etmeden, öldürmeden, yıkmadan, yakmadan yaşayamıyor Yeni Dünya Düzeni. Neredeyse tüm Müslüman şehirleri Halepçe şimdi. Bütün Ortadoğu şehirleri Halepçe olma yolunda. Bütün yüreklerimiz Halepçe'ye çevrilmiş. Yine çocuklar vuruluyor çöp bidonlarında ekmek kırıntıları yolunda. Yine anneler vuruluyor, karınlarında bebekleriyle. Yine babalar vuruluyor, ekmek kuyruklarında…

Peki, Kürtlere yönelik olan bitenler sadece, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen Halepçe Katliamı’yla mı sınırlıydı? Ne yazık ki, çok sayıda insan bunu böyle biliyor. Ancak bir bütün olarak o dönem Kürtlerin yaşadıkları incelendiğinde karşımıza Halepçe’deki tablodan çok daha korkunç bir durum ortaya çıkıyor. Halepçe Katliamı’nın da dâhil olduğu soykırım planı kapsamında 182 bin insan katledilmiş, milyonlarcası yerinden yurdundan edilmiş, onbinlercesi sakat bırakılmış, onbinlercesi aç ve bakımsız kamplarda cezalandırılmıştı. Halepçe’de yaklaşık altı bin insan fareler gibi zehirle katledildi. Vucudu kaskatı kesilerek, ağzında köpüklerle belediye tarafından öldürülen sokak köpekleri kadar bile önemsenmedi bu katliamda öldürülenler. Halepçe Katliamında zehirlenerek öldürülenler sadece insanlar değildi. Hayvanlar da zehirlenerek öldürülmüştü. Ama ortada Hayvan Hakları Savunucuları yoktu. Doğa da katledilmişti ama Çevre Gönüllüleri yoktu ortalıkta. Yıllar önce acıyı bizzat yaşamış bir abimiz şöyle diyordu bize: “Bir köpek kadar değer görmek isterim. Ama bir köpek kadar değerimiz yokmuş demek.”

Halepçe Katliamı’nın yıldönümü vesilesiyle bir bütün olarak bu tabloya bakmanın unutulmak istenilen hakikatleri görme noktasında yararlı olacağını düşünüyorum.

Soykırımın “Ganimet” İlan Edildiği Harekat: “Enfal”

Enfal Operasyonu, 1968-1988 tarihleri arasında coğrafi olarak altı ayrı Kürt bölgesinde yürütülen ve toplam sayısı sekiz olan eşgüdümlü bir askeri saldırıya verilen addır. Kürtlere karşı uygulanan Enfal harekâtı, Baas rejiminin iktidarı ele geçirmesinden itibaren uygulamaya konulan bir Araplaştırma politikasıdır. Bu harekâtın temel mantığı şöyledir: Toplu olarak yaşayan Kürtler bulunduğu bölgelerden zorla alınarak, Arapların yaşadığı yerlere yerleştirilecek ve burada asimile edilecek. Bu politikaya karşı direnenler ise yok edilecek. Bu amaçla başlayan uygulamalar yaklaşık 15 yıldan fazla sürdü. Tabii İran-Irak Savaşı, Bağdat yönetimine, Kürtleri dize getirmeyi amaçlayan çabalarını doruğa tırmandırmak için ele geçirdiği fırsatı kamufle edebileceği elverişli bir ortam da hazırladı. Trajik olan ise, böyle bir göçertme ve katliam operasyonuna Kuran’da geçen bir sure adının verilmiş olmasıdır. “Enfal” ganimet anlamına gelmektedir. Saddam bu dini terimi kullanarak kendisini İslam’ın temsilcisi, katlettiği masum halkı ise kafir olarak mallarını ganimet olarak nitelendirmiştir.

Enfal Operasyonu, kendisine Güney Kürdistan’da Saddam’ın yetkileri verilen Ali Hasan el-Mecit tarafından yürütülmüş ve Kürtler tarafından kendisine “Kimyasal Ali” lakabı takılmıştır. Enfal Operasyonu boyunca binlerce köy tahrip edilmiştir. Enfal Operasyonu’nda öldürülen Kürtlerin sayısına dair muhtelif açıklamalar yapılmakla birlikte bu sayının en az 100.000 olduğu bilinmektedir. Kürt kaynaklarına göre operasyon sırasında ölenlerin sayısı 180.000’dir. İngiliz sivil toplum kuruluşu Leverhulme Trust’a bağlı olarak faaliyet gösteren “Uluslararası Soykırım Araştırmaları Merkezi” nezdinde çalışan Süleymaniyeli Dr. Hardi Choman’ın tezine göre, 1968’den Halepçe’ye kadar Kürtler bilinçli bir şekilde yok edildi. Bu sürede 180 bin Kürt öldürüldü. 60 bin çocuk yetim, 35 bin kadın da dul kaldı. Operasyonlardan sorumlu “Kimyasal Ali” mahkeme sırasında: “Nereden çıkıyor bu abartılmış 180 bin rakamı? 100 binden fazla olmamıştır!” diyerek 100 bin insanın hayatının ne kadar basit olduğunu ifade ediyordu…

Enfal Harekatı sırasında uygulanan soykırım planı, Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı soykırım uygulamalarıyla birçok benzerlik arz ediyor. Raul Hilberg’in deşifre ettiği Nazi soykırımı projesinin ‘dağınık bir grubu imha etme’ yöntemi Saddam rejimi tarafından kusursuzca uygulandı. Nazi soykırım planına göre, önce bir grup, yani kurbanlar tanımlanmalı, ondan sonra dağınık oldukları için bir araya getirilmeli, son olarak da ortadan kaldırma işlemi uygulanmalı. Saddam rejimi de, yaptığı nüfus sayımıyla önce kurbanlarını tanımladı (ne kadar olduklarını, nerelerde yaşadıkları, eğilimlerinin ne olduğu vb). Bu bölgelerin tamamı zaten ‘yasak bölgeler’ ilan edilerek zaten hedef haline getirilmişti. Sonra ise daha çok kırsal kesimde köylerde yaşayan Kürtlerin toplanması işlemi hayata geçirildi. Çocuk, kadın, yaşlı demeden on binlerce insan kamplara getirildi. Daha sonra ise sistematik bir şekilde bu insanlar toplu mezarların bulunduğu yerlere götürüldü ve infaz edilerek cesetlerinin üstü örtüldü. Kamplarda tutulanların büyük çoğunluğu ise bakımsızlıktan ve açlıktan yaşamını yitirdi. Enfal kurbanlarının çoğunun, özellikle erkeklerin ve erkek çocukların cesetleri bulunamamıştır. Saddam’ın 2003′te devrilmesinden sonra Irak’ta Kürtlere ve Şiilere ait çok sayıda toplu mezar ortaya çıkarıldı. Ancak hala on binlerce insanın gömülü bulunduğu toplu mezarların çoğunluğu bilinmiyor. “Irak’ta Soykırım–Kürtlere Karşı Enfal Harekâtı’ kitabında Enfal’de katledilen Kürtlerin gömüldüğü bazı toplu mezarlar hakkında şu bilgi veriliyor: ‘Üç büyük toplu mezarın yeri kurtulanların tanıklığıyla belirlenmiştir. Bunlardan biri, Fırat’ın kuzey kıyılarında, Ramadi kentine yakın ve İran-Irak savaşının ilk aşamalarında zorla yerlerinden edilen İranlı Kürtlerin yerleştirildiği bir kompleksin bitişiğindedir. Bir diğeri Musul’un güneyinde bir arkeolojik kent olan El Hadhar yakınlarındadır. Üçüncü ise Samawa kasabasının dışındaki çöldedir.

Enfal operasyonları ve bu bağlamda gerçekleştirilen Halepçe soykırımı sadece ölü sayısı ile alakalı  bir sonuç doğurmamıştır. Göç eden veya başka ülkelere sığınmacı olarak giden 110 bin sığınmacıdan kala kala 30 bin kişi kalmıştır. Öldürülenlerin yanı sıra özellikle kadın ve çocukların toplama kamplarındaki ölümüne yaşamları, on binlerce kayıp vakaları, darmadağın olmuş binlerce aile ve belki de en acısı Saddam Hüseyin tarafından Arap ülkelerinin yöneticilerine hediye olarak sunulan genç Kürt kızlarının akıbetleridir. Birçok genç Kürt kızı Arap ülkelerinde fuhuş çetelerine satılmıştı. Ne de olsa Kürtlere yönelik yapılan operasyonların adı “Enfal yani ganimet”ti ve ölen Kürtlerden geriye kalan kadınlar da Saddam iktidarının ganimetleri olarak cariye niyetine aşağılıkça satılıvermişlerdi. Kürtlerin namus mefhumuna verdikleri değerin bilincinde olan Saddam Hüseyin psikolojik bir savaşın malzemesi olarak Kürt kadınlarını kullanmıştı. Kürt insanının acılarını ölümlerden daha çok işte bu kahpelikler ziyadeleştirmişti… Ganimet! olarak isimlendirdikleri harekattan onlara kundaktaki bebeklerin donmuş bedenleri, çocuklarımızın, kadınlarımızın, analarımızın, eline sapan bile almamış gençlerimizin, acıları ve ağıtları kaldı…

Bunca acıdan sonra asıl sormamız gereken sorumuza gelelim. Saddam'a diktatör ve kasap demek bugün dünyanın en kolay işidir. Peki ya Saddam’a silah verip destekleyen demokratik ABD ve işbirlikçi devletlere ne demeliyiz? Saddam’a dediklerimizi neden Saddam’ı besleyen güçlere diyemiyoruz. Her ne kadar bu katliamın baş sorumlularından birisi Saddam Hüseyin olsa da, bu kimyasal silahların ABD, Fransa, Almanya patentli olduğu daha sonra açığa çıkmamış mıydı? Bugün Saddam artık yok. Fakat başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde savaşlar ve katliamlar hala devam ediyor. Bu durum, toplu katliamlar, savaşlar, işkenceler ve tecavüzler gibi insanlık suçlarının; bir ülkeye, bir iktidara ya da bir döneme özgü olmadığını gösteriyor. Ülkeler arasındaki silahlanma yarışı bütün hızıyla devam ediyor. Dünya kaynaklarının önemli bir bölümü silahlanma ve savaşlara ayrılıyor. Barış talepleri ve çabaları ne yazık ki etkili olmuyor. Farklı renklerin, dillerin ve kültürlerin bir arada ve barış içerisinde yaşamasına olanak sağlayacak adaletli İslami toplum ve dünya düzeni özlemleri sürüyor. Katliamın üzerinden 24 yıl geçti; ama bugün sokakta kimi çevirseniz, hangi kapıyı tıklatsanız bir kıyamet anına şahit olmuş korkulu gözler, kederle gölgelenmiş yüzler görürsünüz. Bir gün içinde can vermiş beş bin kişinin acısı nasıl unutulur ki!

Halepçe ve Müslümanlar

Mısırlı yazar Fehmi Şinnavi’nin “Ümmetin Yetimleri” olarak ifade ettiği mazlum Müslüman Kürt halkı, Irak Baas rejiminin hegemonyasında Halepçe’de, ümmetin suskunluğu altında özgürlüğün baharını yaşamak isterken, gökten yağdırılan kimyasal bombalarla kadını-erkeği, genci yaşlısı ile soykırıma uğratılırken binlerce Müslüman -kimi isteksizlikten kimi imkânsızlıktan- dayanılmaz mazlumiyeti suskun suskun izlemekle yetinmişti… O dönemde Halepçelilerin bir sitemi vardı. “Biz Müslüman Kürtler” diyorlar, “İslam şemsiyesinin altına sığınmıştık. İslam selamdan gelir; ama maalesef Müslüman kardeşlerimiz bizi sahiplenmediler. Peygamberimiz, müminin bir beden gibi olduğunu, o bedenin bir uzvu acıdığında diğer uzuvların da feryat etmesi gerektiğini söyler; ama biz öyle bir şey görmedik. Ne Halepçe hakkında yapılmış İslami bir konferansa şahit olduk ne de meşhur bir din adamının bizimle ilgili bir konuşmasına.” Cevap veremediğimiz Haklı bir nidaydı…

Bugün bile dünyadaki birçok dilde yayın yapan Müslüman basın organlarının kaç tanesi Halepçe’yi hakkıyla gündeme taşıyor? Kaç kişi katliamın yıldönümünde hatırlıyor? Kaç tanesi sessizce öldürülen insanların mazlumiyetini insanlığa duyurmayı vazife biliyor? Var olduğu söylenilen Bir buçuk milyarlık Müslüman nüfus içinde kaç kişi Halepçe’nin acısını yüreğinde ve vicdanında hissediyor. Kaç kişi Halepçe’nin yok edildiği günü acı bir gün olarak niteleyip eşine, evladına ve yakınlarına Halepçe’yi anlatıp acısına ortak oluyor. Veya kaç adil Müslüman Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta, Çeçenistan’da yaşanılan acıyla Halepçe’nin acısını aynı hissetmiştir… Ey Arap, Türk, Kürd ve Fars halkları… Hangileriniz Halepçe’nin acısını hakkıyla yüreklerinizde taşıyorsunuz. Hangileriniz Halepçe çocuklarına bir selam, bir başsağlığı veya acılarını paylaştığınızı ifade ettiğiniz bir iki satır yazdınız? Hangileriniz bir iki günlük kazancınızı yuvaları yıkılmış Halepçe’ye feda ettiniz. Hangileriniz gazetelerinizde, dergilerinizde, televizyonlarınızda, okullarınızda, iş yerlerinizde, toplantılarınızda, camilerinizde ve ailelerinizde Halepçe’yi gündeme getirip acılarını paylaştınız? Halepçe halkı Kürd olduğu için mi duyarsızlıklar? Kürd olduğu için mi vicdanlarınızı harekete geçiremiyor? Kürd olduğu için mi yüreklerinizi yakamıyor? Ey Kürdler adına mücadele ettiğini iddia eden zalimler! Halepçe Müslüman olduğu için mi gündeme getirmiyor, acılarını paylaşmıyor ve sahiplenmiyorsunuz???

Her şeye rağmen Müslüman Kürt halkı, Müslümanların sıkıntılarını İslam’a mal ederek kendilerini İslam’dan uzaklaştırmak isteyen her türlü ırkçı ve batıl siyasal ve düşünsel yapılardan uzak kalmalıdır. Denize düşen yılana sarılır düşüncesiyle hareket etmemelidir. Denizde de olsa zulümler içerisinde de olsa kurtuluşu yılan gibi batıl düşüncelerde değil hakkın ipine İslam’a sarılarak aramalıdır. Kürt Halkı’nın düşünce dünyasının en temel referansı İslam olmalıdır. Bu İslam, ağaların, sahte şeyhlerin, ulusalcıların pasifize eden İslam’ı değil; sahih, tevhidi, ınkilabi ve ümmetçi İslam’dan başkası olmamalıdır. En doğru düşünce İslam’dır. En doğru yol İslam’ın yoludur. En güzel düzen İslam’ın düzenidir. Kürt Halkı’na düşen, onca zulme rağmen diğer batıl düşüncelerin gerçek yüzünü bilip en güzel düşünceye (İslam’a) sımsıkı sarılmalı, bu en güzel yolu takip etmeli ve bu güzellikler üzerinden en güzel düzeni kendi ülkesinde ortaya çıkarmalıdır. Kürt Halkı’nı da tüm mazlum halkları da selamete çıkaracak yol budur. Kürt Halkı’nı, İslam ümmetini ve bütün insanlığı ayağa kaldıracak tek yoldur İslam.  21. yüzyılda Kürt Halkı, her şeyden önce kendisini dışarıya bağlı/ dışarıya bağımlı bir hale getiren geçmişin zihniyetinden bir an evvel kendini bu sahih İslam anlayışı ile kurtarabilmelidir.

Bütün mazlumlar ile beraber, Halepçeli mazlumları da rahmetle anıyor, zulmün biteceği, adaletin geleceği “O” günü hasretle bekliyoruz… Allah ‘mutlak adalet’ nurunu tamamlayacaktır. Boynuzlu, boynuzsuzdan hakkını alacaktır. Bizler bu şiarı ve imanı taşımaktayız. Yeryüzüne varis kılınmışların katilleri ve zalimleri yargılayıp mahkûm edecekleri bir günü yaşamayacağımıza inanıyorum.