Pamak: Erdoğan, Müslüman halkları, laiklik dinine çağırdı
Mehmet Pamak, “Tayyip Erdoğan, Ortadoğu’nun Müslüman halklarını, bireysel İslami kimlik ve ibadetler alanında Allah’ın, kamusal ekonomik, siyasi, hukuki alanda piyasa ilahı ile laik demokratik parlamento ilahının otoriteyi paylaştıkları şirk dinine davet etmiştir” dedi.
Mehmet Pamak bu haftaki Cuma konferansında, “AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde ve küresel emperyalizmin desteğinde, ülke ve bölge Müslümanları dönüştürülüyor” dedi. Pamak “Müslümanların İslam algısı, laiklikle sentez oluşturma istikametinde dönüştürülürken, Türkiye’de oluşturulan liberal, ılımlı laik, muhafazakâr demokrat model örnekliğinde bütün bölgenin yeniden dizayn edilmeye çalışıldığını” ifade etti.
16 Eylül 2011 tarihli Cuma konferansında konuşan Mehmet Pamak, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’ya yönelik ziyaretinde yaptığı laikleşme çağrısını değerlendirdi.
M. Pamak’ın konferansta yaptığı konuşmanın, önemine binaen geniş bir özetini aşağıda sunuyoruz
İnsanlığın serüveni, hep hak ile batıl, İslam ile cahiliye arasında inişli çıkışlıdır
İnsanlığın dünyadaki imtihanı, ilk insandan itibaren, hak ile batıl, İslam ile cahiliye arasında geçen inişli çıkışlı bir serüveni ortaya koymaktadır. İnsanlık hakkı terk ederek batıla yöneldiği, hak ile batılı karıştırıp cahiliyeyi her ürettiği yozlaşma süreci akabinde, Rabbimiz kullarına doğru yolu göstermek üzere Peygamberler ve vahiy göndererek tarihe ve topluma müdahale etmiştir. İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden kurtarıp adalete ulaştıracak son mesaj ise, miladi 7. yy. da son Peygamber Hz. Muhammed (s) ve Kur’an’la inanlığa gönderilmiştir.
Allah, bu mesajında insanlığa, bireysel ve toplumsal siyasi, ekonomik, hukuki ve ahlaki bütün hayat alanlarını düzenleyen hükümler göndermiş ve hak olan bu hükümlerine teslim olmaya, itaat etmeye, batılla örtmemeye ve karıştırmamaya çağırmıştır. Hayatın herhangi bir alanında kendi hükümlerini değil de, başka hükümleri tercih edenlerin, yani hayatın herhangi bir alanında Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve Allah’a itaati terk edenlerin ise, kafir olacaklarını beyan etmiştir. Allah, Kur’an’da, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otoritenin olmadığına, hükmün sadece kendisine ait olduğuna ve sadece kendi hükümlerine itaat edilerek kulluğun, ibadetin ve itaatin de sadece kendisine tahsis edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bunun dışına çıkanların “cahiliye hükmünü” tercih ederek iman dairesinden çıkacakları uyarısını yapmıştır.
Tarihsel süreçte, tevhidi hat terk edilmek suretiyle, sömürgeleşmeye müsait hale gelinerek, zillete sürüklenildi
Ancak yüzyıllar süren bozulma sürecinde, Kur’an terk edilmiş bırakılarak, Resulün ve ilk neslin güzel örnekliği ve sünnetinden uzaklaşılarak, itaat, ibadet ve kulluk Allah’tan gayrısına da tahsis edilerek, heva ilahlaştırılarak cahiliye yeniden üretilmiş, hem de İslam adı altında pek çok bid’at ve hurafeyle, hak ile batıl karıştırılarak cahiliye kültürüne sürüklenilmiştir. Rabbimizin, Allah’ın ipine (Hablullah’a) Kur’an’a topluca sarılma çağrısına uyulmamış, hak-batıl karışımı farklı din anlayışlarına sahip her parça kendi ürettiği iplere tutunma çağrısı yapmaya başlamıştır. Sonuçta Ümmet tevhidi niteliğini, zindeliğini yitirerek, ümmet olma vasfını ve vahdetini de kaybederek parçalanmış, zillete sürüklenmiş, sömürgeleşmeye müsait hale gelmiştir.
Bunun sonunda gerçekleşen işgal ve sömürgeleşme dönemi sonrasında, bölge ve Müslüman halklar ulus devletlere bölünmüş, işbirlikçi despot yönetimlerin tahakkümü altına girmişlerdir. Büyük ve yaygın zulümler, sömürüler, işkenceler altında uzun dönemler geçirilmiştir.
Yeniden tevhidi uyanış süreci, İslam’ın tehdit ve düşman ilan edilmesiyle kesilmeye çalışıldı
Ancak bölgede tevhidi uyanış süreci (taban bulma anlamında) 20. yüz yılın ortalarından itibaren başlamış, son çeyreğinden itibaren de seküler dünyaca tehdit olarak algılanacak derecede ivme kazanmış, yaygınlaşmıştır.
Bu sırada soğuk savaş, Kapitalist bloğu temsil eden Amerika ve AB ülkelerinin lehine komünizmin dünya siyasi sahnesinden çekilmesi ve SSCB’nin dağılması ile sonuçlandı. Hatta Amerikan politika yapımcıları –ki onlardan birisi F. Fukuyama’dır- artık kıyamete kadar gezegenin kapitalist uygarlık ekseninde şekilleneceği ve ömrünü böylece tamamlayacağı, kapitalizmin dışında insanlığın yaşamına hiçbir uygarlığın müdahil olamayacağı anlamına gelen “Tarihin Sonu Liberalizmin Zaferi” tezlerini gündemleştirmeye başladılar. Halbuki çöken yalnız komünizm değil, kapitalizmi de üreten topyekun modern seküler Batı paradigması idi. Buna rağmen bu gerçeklik örtülmeye ve kapitalizm yeni şartlara göre kendisini yeniden üretip, zafer kazanmış olduğu propagandasıyla dünya insanlığına dayatmaya kalkıştı. Ancak kendisini yeniden üretip, ayakta kalabilmesi için yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Bundan sonra İslam, Komünizmin de yıkılışıyla şımarıp zaferini ilan eden küresel kapitalizmin hedefi haline getirildi ve emperyalizmin silahlı gücü NATO’nun da yeni düşman algılamasında, yeni tehdit ve düşman ilan olarak edildi.
Soğuk savaşın bitiminin hemen ardından 1994 yılında NATO’nun en üst düzeyli komutanı olan John Galvin şunu söylemektedir: “Soğuk savaşı kazandık. İşte şimdi 70 yıllık oyalayıcı mücadelenin ardından 1400 yıl boyunca var olan gerçek mücadele eksenine geri dönüyoruz. Bu mücadele İslam’la hesaplaşma mücadelesidir.”
İslam’a ve Müslümanlara karşı bu kamuoyu oluşturma çabalarının ardından 11 Eylül olayları geldi ve Amerika bu senaryo ile bir taraftan Orta Asya’yı kontrol edebileceği Afganistan’ı diğer taraftan Ortadoğu’yu kontrol edebileceği Irak’ı, stratejik açıdan son derece kıymetli bu iki ülkeyi işgal etti.
İslam coğrafyasını işgal ve dönüştürme projeleri ardı ardına devreye sokuldu
İslam coğrafyasına yönelik yeni işgal ve istilalar, sopa ve havuç politikalarıyla dönüştürme projeleri ardı ardına gelmeye başlamıştır. Milyonlarca insan katledilmiş, on binlercesi işkenceden geçirilmiş, on binlercesi zindanlara tıkılmış, mülteci konumuna zorlanmış, açlık, sefalet kaderleri haline getirilmiştir. Çekilen acılar, ödenen bedeller, adaletsizlik, sömürü ve aşağılamalar sonucunda, bölge halklarında öfke birikimi ve değişim arzusu zirve yapmış, patlamaya hazır toplumsal yapılar oluşmuştur. Bölgenin despot yönetimlerini yıllardır destekleyen emperyalist demokrasiler, artık bu gidişin ve mevcut yönetimlerin bölgedeki çıkarlarına zarar verdiğini ve kendi kontrolleri dışında bir patlamayla meydana gelecek değişimlerin aleyhlerine olacağını fark etmişlerdir.
Bölgede biriken öfke, dirilen direniş ruhu ve konjonktürün zorlaması, değişimi kaçınılmaz kıldı
Pek çok iç ve dış sebeple, kojonktürün de zorlamasıyla, bölge değişime doğru sürüklenmiş, biriken öfkenin ve direnişin sonunda değişim kaçınılmaz hale gelmiş ve artık emperyalist ülkeler de despot yönetimleri savunamaz olmuş ve değişimi sahiplenip yönlendirmek tek çıkar yolları haline gelmiştir.
İlk değişim Türkiye’de yaşanmış, ABD ve AB tarafından desteklenen bu değişimle Türkiye liberal muhafazakar (ılımlı Müslüman) laik demokratik bir model olarak bölge halklarına sunulmak ve böylece bütün bölge batı yanlısı ve modern paradigma içinde kalan bir değişime yönlendirilmek istenmektedir.
Türkiye’de Yaşanan Sistem İçi Değişim, Emperyalist Güçlerin Proje ve Hedefleriyle Örtüştü
Komünizmin çöküşü ve İslam’ın emperyalist blok tarafından küresel tehdit ve düşman ilan edilmesini müteakip hazırlanan raporlar ve emperyal projeler istikametinde gerçekleştirilen uygulamalarla, İslam coğrafyasını işgal ederek sopa ve havuç politikalarıyla terbiye etme, İslam’ı reforme etme ve Müslüman halkları küresel kapitalist sisteme eklemleme operasyonu başlatılmıştı. İşte bu tür rapor ve projelerde, İslam’ı nasıl dönüştüreceklerinin ve bu amaçla Müslümanlardan kimleri ve nasıl kullanacaklarının stratejilerini şöyle belirlemişlerdi. “1- Önce modernist ve laik Müslümanları destekle. 2- Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle. 3- Fundamentalistlerle savaş. 4- Seçici bir şekilde laikleri destekle. 5- "Batılı İslam" tezini destekle. 6- Sufizmi destekle ve güçlendir…” Bu rapor, “ABD ve Avrupa için güven telkin edenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur'an'ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir" diyordu.
Daha yakın zamanda 2007 yılında ABD merkezli Rand Corporatinon’ın hazırladığı 217 sayfalık "Building Moderate Muslim Networks" (Ilımlı Müslüman Ağı Oluşturmak) başlıklı raporda ise; Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığına ve komünizme karşı küresel kapitalist sistemin müttefiki olarak kullanılan “ılımlı İslam”ın, bugün de “radikal İslam”a karşı kullanılması teklif ediliyor. ABD’ye “aşırılık yanlılığına karşı ılımlı Müslümanlar ağını daha fazla desteklemesi" öneriliyor. Bugün İslam âlemindeki çekişmenin düşünce savaşı olduğunu ifade eden rapora göre, bunun, “İslam'la Batı arasında bir medeniyetler savaşı değil, Müslümanlar arasında İslam'ın yapısını belirlemek için yapılan bir iç çekişme” olduğu ifade ediliyor.
Raporda öngörülen "Ilımlı İslam" düşüncesini Müslüman zihinlere giydirmek için yapılması gerekenlerin, “İslam dünyasının özgürleştirilmesi; demokratikleştirilmesi; eğitim-öğretim seviyesinin yükseltilmesi; insan haklarını esas alan devlet sisteminin oluşturulması” olduğu belirtiliyor. Rapora göre, ABD ve Batının razı olacakları “ılımlı İslam”ın en temel şartları, Demokrasinin benimsenmesi, kamu alanına dinin müdahalesine ve İslam prensiplerine göre kurulan bir devlete karşı çıkılması, “şeriat” uygulamasından vazgeçilmesi, laik devlete ve devleti yönetecek kadrolara gayri müslimlerin de gelmesine rıza gösterilmesi olarak zikrediliyor.
Hudson Institute’de yüksek düzey bir üye ve The Other Muslims’in editörü olan Zeyno Baran ise, şu tespit ve önerilerde bulunmaktadır: “Uzun vadedeki hedefleri, dünyanın şeriat kanunlarıyla yönetilmesini görmek olduğu müddetçe İslamcılar asla kazanılamaz. Eğer batılı toplumlar ‘Müslümanları kazanmak’ noktasındaki başarılarını İslamcı taleplere ödün vererek değerlendirmeyi denerlerse; o zaman kendi kimliklerini ve temel özgürlüklerini kaybetmeye devam edeceklerdir. Ama eğer batılı toplumlar İslamcı olmayan Müslümanların yanında olurlar ve onlardan İslamcıların kısa ve uzun vadeli hedeflerine nasıl karşı koyulabileceğini öğrenirlerse; o zaman diyebilirim ki, batılıların sadece kendi norm ve değerlerini korumak noktasında başarılı olmak için değil aynı zamanda Müslümanlara, çok acil bir şekilde ihtiyaçları olan İslami Rönesansı gerçekleştirmede yardımcı olabilmek için de büyük bir imkan doğmuş olacaktır. İslamcı aktivistler ılımlı Müslümanların ve batılı değerlerin (ya da evrensel) altını oymak için çalışırken, onlara özgürlük alanı sunmayarak ılımlılara yardım edebilirler. Ve yine ılımlıların çalışmalarının görünürlüğünü artırarak yardım edebilirler. İslami Rönesans için uğraşan The Other Muslim’de olduğu gibi, İslam’ın kendi öz metinlerini ve tarihini kullanarak seküler yönetimi savunabilirler.”
Aynı şekilde, FBI elemanlarına verilen İslam’a dair eğitim kitabında, “Kur’an değişmedikçe ılımlı İslam oluşmaz” ifadelerine yer verilmektedir. Çünkü Kur’an’da var olan, hayatın bütün alanlarını, ekonomik, siyasi, hukuki bireysel ve toplumsal bütün alanları kuşatan hükümler, cihadı teşvik eden ayetler var oldukça, bütün bunları kaldıracak ya da değiştirecek bir reform gerçekleştirilmedikçe, ılımlı İslam diye takdim ettikleri, bireysel ibadetler alanına çekilmiş bir İslam algısının oluşturulamayacağını söylüyorlar ve bu gerçeği onlar bile fark etmiş bulunuyorlar. Onun için de, reformist, modernist ve tarihselci akımları destekleyerek, laiklikle, demokrasiyle İslam’ı uzlaştıracak bir İslam “reform ve Rönesans”ının gerçekleştirilmesini savunuyorlar, teşvik edip destekliyorlar.
2008 yılında gündeme gelen ve aynı projelere vurgu yapan bir başka RAND raporu daha var. Pentagon'da ABD eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'ın deruhte ettiği Siyasi İşlerden Sorumlu Savunma Müsteşarlığı, RAND Corporation adlı araştırma kuruluşuna 'Türkiye'de Siyasal İslam'ın Yükselişi' konulu bir rapor hazırlattı. Bu raporda Türkiye'de mutedil ve çoğulcu bir İslam geleneği olduğu vurgulanarak, dindar insanların da içinde bulunduğu çok büyük bir çoğunluğun din devletini desteklemediği belirtiliyor. Türkiye'nin Batı'ya büyük ölçüde entegre olmuş bir ülke olmasının dine dayalı bir sistem kurulmasını zorlaştıran bir başka faktör olarak anlatıldığı raporda, AKP hükümetinin gerçekleştirdiği demokratik reformlar ve azınlıklara yönelik yaklaşımıyla ülkedeki azınlık topluluklarının da desteğini aldığı kaydediliyor....
Söz konusu raporda, 'İslamî köklere sahip bir partinin din ve devlet arasındaki sınırlara riayet ederek laik demokratik sistemde icraat yapma kabiliyeti, İslam'ın modern laik demokrasi ile bağdaştırılamayacağı argümanını çürütür' deniyor. Bu deneyimin akim kalmasının 'daha büyük laik-İslam kutuplaşmasına sebebiyet vereceği, Türkiye dışındaki İslam ülkelerine ve gruplara olumsuz yansımaları olacağı anlatılıyor.... Türkiye'deki mutedil ve çoğulcu İslam anlayışının diğer Müslüman ülkeler için örnek oluşturabileceği notu düşülüyor. Raporda, 'Eskiden Kemalistler Batı'yla bağların ve Batı'ya entegrasyonun ana destekçileriydi. Ancak yakın geçmişte bu rol artan şekilde AKP tarafından ifa ediliyor' deniyor. Türkiye'nin AB üyeliğinin reddi halinde ise 'Türkiye'nin Batı'ya bağlarını zayıflatmak isteyen güçlerin kuvvetleneceği' savunuluyor.
Bütün bunların da ortaya koyduğu ve artık herkesin bilip gözlemleyebildiği gerçeklik, küresel proje ve desteklerin yanında, pek çok iç saiklerin değişimi zorlaması ile militarist-laik vesayet rejiminden, demokratik-laik liberal bir modele doğru değişim yaşanmaktadır. Türkiye’deki bu değişim sürecinin öncülüğünü, iktidar ve ranttan pay almak üzere örgütlenmiş yerli özgürlük arayışlarının siyasi, bürokratik ve medya alanındaki temsilciliğini üstlenen, liberal destekli, liberal-muhafazakâr sentezli AKP-Gülen koalisyonu yapmaktadır. İşte bu süreci yöneten siyasi ve bürokratik kadrolar, gerek yerli etkenlere dayalı özgürlük arayışının tetiklemesi ve nispi özgün inisiyatifle, gerek dış konjonktürdeki gelişmelerin, yönlendirmelerin etkisiyle, gerekse uzlaştıkları küresel projeler içinde rol kaparak yakaladıkları imkânları değerlendirerek bu değişimi götürmeye çalışıyorlar.
2005 de Katar Doha’da yapılan toplantıda ABD Dışişleri Bakanı Gondeleza Rice’ın İhvan ve HAMAS gibi İslami kesimlere teklifleri, bugün AKP modeliyle uygulamaya konmaktadır. O gün ABD Bakanı, İslami kesimlere hitaben “sizler de partilerinizi kurup sisteme dahil olarak halk desteği alarak hükümet olabilirsiniz, ancak bu sözümüz, İslami hükümetlere de rıza göstereceğimiz anlamına alınmamalıdır. AKP misali laik demokratik hükümetler kurmanıza yol açılacağı şeklinde anlaşılmalıdır” mealinde sözler sarf etmişti.
Eski AKP Dışişleri Bakanı Babacan’ın HAMAS’a teklifi de (HAMAS silahlı bir örgüt mü yoksa demokratik bir parti mi olacağına karar vermeli) bugün uygulamaya konmaya çalışılmaktadır. İhvan ve HAMAS, AKP modeli gibi laik demokratik partiler olmaya yönlendirilmektedir.
Yine 2004 ya da 2005 yıllarında olsa gerek, ABD’de yapılan ABANT toplantısında ABD li yönetime de yakın bir Profesör, “İslam’la savaşan radikal Kemalist laiklik artık batı çıkarlarına zarar vermektedir, dinlere saygılı batı standartlarında ılımlı laiklik öne çıkmalıdır” diyordu. Bugün AKP modeli işte bu çerçevede ortaya çıkarılıp, bireysel ibadetlere indirgenip, siyasi, hukuki ve ekonomik alanları düzenlememe iddialarından vazgeçmiş “ılımlı İslam algısıyla, devlet ve kamu alanının dinlerden soyutlayan, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran ve dinlerin müntesiplerine kendi özel alanlarında özgürlük tanıyan “ılımlı laikliğin” kesiştiği noktada oluşan bu model, bütün bölge ülkelerine, bizzat bölgede kahramanlaşmasına göz yumulan Erdoğan’ın ağzından model olarak teklif edilmektedir. Utah üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz’un içeriden bir tespitle ifade ettiği Protestanlaşma Türkiye’de oluşturulup geliştirilerek, tüm bölgeye ihraç edilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’deki Değişimin Öncüleri ve Destekçileri de,
Kısmen Kendi İnisiyatifleri ile de Olsa, Aynı Hedefe Yönelmiş Bulunuyorlar
Türkiye’de eski statükonun zulmüne, bakısına karşı biriken öfke, özgürlük ve adalet arayışı sonucunda oluşan sistem içi muhalif siyasi mücadeleye öncülük eden yerli bir inisiyatif, ülkedeki askeri vesayeti, baskıcı bürokratik statükoyu tasfiye edip, görece özgürlükçü demokratikleşmeyi sağlamak üzere yola çıktığında, askeri vesayeti ayakta tutan küresel güçlerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Kemalist statükoyu ve darbeci vesayeti 80 yıldır destekleyen küresel emperyalist devletler de (ABD ve AB), artık eski statükonun çıkarlarını korumada acze düştüğünü, hatta zarar verdiğini görmüşler, Türkiye’deki sistemi ve onun modelliğinde bütün bölgeyi, yine modern batı paradigması içinde kalarak değiştirecek ve bölgedeki çıkarlarının devamlılığını sağlayacak bir siyasi liderliğe ihtiyaç duymuştur. İşte bu iki arayış ve ihtiyacın örtüşmesi üzerine, Türkiye’nin AKP modeli, ılımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada doğmuş ve zamanla birbirini daha iyi anlayarak, karşılıklı talep ve beklentileri karşılayarak gelişmiştir.
Yeni statükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu da aynı amaçları güttüğünü, aynı hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı için olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam”, “ılımlı laiklik” ya da “liberal İslam” ve Protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.
Aslında AKP-Gülen çizgisi, Kur’an merkezli düşünmeyi ve tevhidi ölçülerde inanmayı hiçbir zaman başaramamış, bu sebeple hep ulusalcı sağcı kirliliklerle ve geleneksel hurafelerle mâlül eklektik, karışık, sentezci İslam algısıyla, devletçi reflekslerle hareket etmişler, tevhid eksenli bir adalet ve özgürlük anlayışını yakalamaktan uzakta durmuşlardı. Ancak batıyla ve yerli batıcı liberallerle kurdukları ilişki, onlara hiç değilse liberalleşerek de olsa görece özgürlüklerden yana olma görüntüsü kazandırmıştır. Gönül isterdi ki, görece de olsa özgürlüklerden yana olma ve devletçi ulusalcı kirliliklerden nispeten kurtulma konumuna liberalleşerek ulaşacaklarına, sahici anlamda adalet anlayışına, tevhidi bir akıdeye yönelerek ulaşsalardı. Şüphesiz ki, Kur’an’ı hakkıyla okuyup sosyalleştirme çabası gösterselerdi, çok ileri ve sahici bir adalet ve hukuk anlayışını kazanacaklardı.
Bugün artık, “evrensel”(!) olduğu iddiasıyla, küresel olmayı bile başaramamış olan batının seküler batıl değerleriyle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda evrensel değerleri ihtiva eden vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken hedef olarak gösterilmektedir. İşte bu hedeflere kilitlenen çevrelerce, “Evrensel insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğu hatırlatılmaktadır. Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir. Bu “Müslüman demokrat” yazar başka iki makalesinde de şunları söylemektedir: “Dindarların demokratik laiklikle bir sorunu yoktur. Sorun, tek parti döneminin, dini toplum hayatından silmeye, sadece vicdanlara hapsetmeye çalışan katı uygulamalarındadır... AB'nin de talep ettiği demokratik laiklik, bu ülkenin en büyük uzlaşma zeminidir”. “Demokrasi, demokratik laiklik demek. Demokratik laiklik, inançlara saygı, din ve vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti, evrensel insani değerlerde buluşmak demek.”
İşte, Gülen hareketinin organize ettiği bütün etkinlikler, dinlerarası diyalog ve Abant toplantıları hep bu amaca hizmeti hedeflemiş bulunmaktadır. Neredeyse 15 yıla yaklaşan bir süreçte, Abant toplantılarında başından beri, laiklik ve demokrasinin ve batının ürettiği seküler değerlerin, liberal değerlerin, laik pozitif hukukun, seküler insan hakları anlayışının İslam’la uyumlu olduğu ispat edilmeye ve topluma kabul ettirilmeye çaba gösterilir. Daha doğrusu inançlar, zihinler, toplumun İslam algısı, egemen yerel ve küresel seküler sistemin ekonomik, hukuki ve siyasi model, kavram, ölçü ve değerleri istikametinde dönüştürülmeye çalışılır.
Mesela bir dönem Gülen’le yakınlığına da dikkat çekilen Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz, bu hareket için "Bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi'dir" tanımını kullanıyor ve Gülen'in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam'ı üretme çabasında olduğunu savunuyor. Hakan Yavuz’a göre: “Gülen hareketi, dinin ve Tanrı'nın; kapitalizmin ve Türkiye'nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır”. Yine Yavuz’a göre; “Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.”
Aynı şekilde AKP öncüleri de, küresel kapitalist sisteme uyumlu, bireysel ibadetler alanına indirgenip ekonomik, siyasi ve hukuki alanları da düzenleme iddialarından vazgeçmiş bir din algısı oluşturma istikametinde katkı sunmayı başından beri sürdürmektedir. Bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla, Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Belediye Başkanı olduğu süreçte, kendisini kuşatan olayların, baskı ve yönlendirmelerin, çevrenin ve kimi ilahiyatçı akademisyen ve aydınların etkilemesiyle, İslam’ın siyasal, hukuki ve ekonomik düzen iddiasının olmadığı konusunda ikna edildi ve değişim yaşadı. Bu konularda var olan sınırlı sayıda Kur’an hükmünün de o günkü toplumun tarihsel şartlarıyla ilgili olduğu, bugün daha farklı hükümlerin, bu bağlamda laik pozitif hukukun önerdiği hükümlerin, seküler liberal siyasal düşüncelerin önerdiği modellerin de kabul edilmesinde bir mahzur olmadığı, tam tersine bunun çağdaş bir zorunluluk olduğu, zaten şeriatın değişmeye mahkum olduğu konularında yönlendirildi ve siyasi iktidar yürüyüşüne bu değişimden sonra başladı. İşte bu süreçte, bu konulardaki eserleriyle tanınan meşhur tarihselci Fazlurrahman’ın düşünce ve fikirlerinin ele alındığı bir sempozyumu İstanbul’da ilk defa organize eden de Tayyip Erdoğan oldu.
Bu sebeple, mesela gün geliyor, inandığını söylediği İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyor. Gün geliyor, MÜSİAD’da yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyor. Yine gün geliyor, Cidde’de söylediği ve sürekli tekrar ettiği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan, buna mukabil kapitalizme alan açan başka sözler sarf edebiliyor. Bir yandan İslam’ı ve bölgenin Müslüman halklarını dönüştürme projelerinde rol üstlenerek BOP’ta eş başkan olurken, diğer yanda da aynı amaçlı “Medeniyetler Arası Uzlaşma” çabalarının öncülüğünü üstlenebiliyor. Hiç değilse İslam’ı rahat bırakarak laik bir devlette görece özgürlükleri nasıl sağlayacakları üzerinde yoğunlaşıp, sadece vaat ettikleri görece seküler “adalet”i tesis etmeye çalışsalar, o zaman söz konusu dönüştürme riskleri bu kadar büyük olmayabilecektir. Ama maalesef bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal, hukuki, ekonomik iddiaları olmayan bir “İslam” algısına ikna oldukları için olsa gerek, fırsat buldukça bu konularda da sürekli görüş açıklayarak, söz konusu riski arttırıcı bir rol oynuyorlar.
Zora Dayalı Sekülerleşme Yerine, Gönüllü Sekülerleşme İkame Ediliyor
Yaklaşık 80 yıl süren jakoben zora dayalı sekülerleştirme projesinin yerini artık gönüllü sekülerleşme almış bulunmaktadır. Ahmet Altan’ın da takdir edip teşvik ettiği gibi, Kemalizmin zora dayalı politikalarla belli bir mesafe alsa da artık tıkanıp ilerleyemediği yolda, aynı hedeflere doğru gönüllü ilerlemeyle muhafazakâr demokrat kadroların öncülüğünde çok daha etkili olunmakta, kendisini İslam’a nispet eden geniş kitleler yanında, tevhidi uyanış süreci öbeklerinin bile büyük çoğunluğu bu sürece aktif katkı verir hale gelmiş bulunmaktadır.
İşte bu tür uzlaşmacı ve sentezci İslam algılarına sahip olan ve bunu da doğru zanneden sistem içi değişimciler, küresel ve yerel desteği de arkalarına alıp darbeci, çeteci, daha zalim eski statükoyu tasfiye edip yerine; görece daha özgürlükçü, zulmü görece olarak azaltılmış, ama dönüştürme katsayısı daha yüksek olan yeni statükoyu oluşturmaya çalışıyorlar.
Eski statüko zora dayalı modernleştirme, sekülerleştirme projesi uyguluyordu, yeni statüko ise gönüllü modernleşmeyi, sekülerleşmeyi öne çıkarıyor. Yani Müslümanlar zokayı yuttular ve artık kendiliğinden sekülerleşiyorlar. Bu sebeple, değişimin destekçisi liberal-solcu aydınlar, yazarlar, bas bas bunun için bağırıyorlar: “Yeter artık baskı yapmayın, radikalleştireceksiniz. Görmüyor musunuz, başörtüleriyle ticaret yapmak, kamu alanında görünmek, burjuvaca yaşamak istiyorlar, sadece açın önlerini ve teşvik edin onlar kendiliğinden modernleşip, sekülerleşiyorlar” demeye getiriyorlar.
Tabii ki, “ılımlı laiklik” anlayışıyla bireysel ibadetlere özgürlük getirilmesi bizim de işimize gelir ve buna hayır demeyiz. Tabii ki, bu proje çerçevesinde bile olsa gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmı iade edildiğinde; “bunları istemeyiz” demeyiz. Despotizmle, demokratikleşme yanlıları arasında cereyan eden sistem içi mücadelede taraflardan birinde yer almadan, özgün kimlik ve ilkelerimizle despotizme ve zulme karşı tevhid eksenli mücadelemizi sürdürürüz. Bu süreçte demokratikleşme yanlılarının, despotizim yanlılarına karşı galip gelmesine de seviniriz. Zaten geri almak için mücadele ettiğimiz haklarımız, kısmen iade edildiğinde alır ve istifade ederiz. Ancak bu sürecin sonunda ikame edilmek istenen yeni statükoda, laiklik ve kapitalist sistemle uzlaşmış, sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışına razı olmayı asla kabul etmeyiz. Bu dönüştürme ve sekülerleştirmeye karşı mücadele eder, bunu sağlama aracı olan siyasi parti ve iktidarları da ifşa ederek, insanların bu oyuna kanmamaları için çaba sarf ederiz. Mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine râm olmak ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaştırılamaz.
Ortadoğu, Laiklik ve Demokrasiyle İslam’ı Uzlaştıran Türkiye Modeline Meylediyor ve Bu Modele Göre Dönüşüme Hazır Olduğunun Sinyallerini Veriyor
Gerek Türkiye’de gerekse onu model alan ülkelerde bireysel özgürlüklerin önünün görece olarak açılması karşılığında, kamu alanının dinlerden soyutlanması, devletin bütün dinlere eşit uzaklıkta duran bir yapıya kavuşturulması, siyaset, ekonomi ve hukuk alanının İslam’ın müdahale etmediği, hevanın ürünü laik demokratik yasalarla düzenlenmesi kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Birçok Müslüman aydın, yazar ve grup da bunu kabullenmiş bulunmakta ve bu yeni duruma uygun teolojik alt yapı oluşturma çabası içine de girilmiş bulunulmaktadır.
Türkiye hakkında küresel planda önerilen aynı türden tespit, tavsiye ve öneriler, bölge ülkelerindeki birçok aydın ve yazar tarafından da paylaşılıyor. Bunlar, Türkiye’de laiklik ve demokrasiyle İslam’ın uzlaşması modelinin oluşturulmaya çalışıldığını ve bunun tüm Ortadoğu için de doğru bir istikamet olduğunu söylüyorlar. Laiklik ve demokrasiyle İslam’ı sentez edip uzlaştıracak olan AKP yönetimindeki “Türkiye modeli”nin bölge için büyük önem taşıdığı yaygın bir biçimde vurgulanıyor. Bu konudaki birçok sebepten biri Türkiye’de despot askeri vesayeti gerileterek, İslam’la savaşmayan, dini özgürlükleri görece arttıran ılımlı laikliğe yol açan demokratikleşmeye doğru geçmesi olmakla beraber, en büyük etken ise, Erdoğan’ın Filistin ve Gazze konusunda İsrail’e karşı gösterdiği sert tepkilerdir.
AKP Hükümeti ve Erdoğan, Bir Yandan İsrail’e Karşı Söylemde Sert Çıkarken, Diğer Yanda Eylemde Sürekli İsrail Yanlısı Pratiklere İmza Atıyor. Neden?
Mesela “One minute’ çıkışından kısa süre sonra, 20 yıldır bekleyip alamadığı OECD üyeliğini veto etme imkânını kullanmayarak, hiç değilse “Gazze’ye yönelik ambargoyu kaldır öyle onay vereyim şartı” gibi basit bir şartı bile koşmadan, bu üyelik tamamen karşılıksız bir biçimde İsrail’e hediye edilmiştir.
Diğer taraftan, Mavi Marmara saldırısı, bugün başbakanın itiraf ettiği gibi bir savaş sebebi olacak kadar önemli iken, orada yapılan katliam karşılığında sadece “tazminat ve özür karşılığında İsrail affedileceği zilleti sergilenmiştir. İsrail’in buna bile yanaşmayıp, Mavi Marmara raporunu kendi istediği gibi çıkartınca, bu talebe bir de “ambargonun kaldırılması” talebiyle üçüncüsü ilave edilerek, zevahiri kurtarma çabası gösterilmiş, bu takdirde bile ilişkiler tamamen kesilmemiş ve 2. kâtip seviyesine indirmekle yetinilmiştir. Mavi Marmara raporu sonrasındaki ilişkileri askıya alma ve kâtiplik seviyesine düşürme sonrasında ise, İsrail ve ABD’yi çok memnun edecek olan bir uygulamaya imza atılarak, İran ve Pakistan nükleer tehdidine karşı İsrail ve Batıya koruma kalkanına onay verilmiş, Malatya’ya Füze kalkanı kurulması kabul edilmiştir. Nihayet, bütün sert çıkışlara rağmen, sonuçta vaat ettiği halde Gazze’ye gitmekten de vazgeçirilmiştir.
Aynı şekilde, Rasmussen’in NATO genel sekreterliğinin veto edileceği söylenmiş, ama hemen onaylanmıştır. “NATO’nun Libya’ya müdahalesi düşünülemez, böyle saçmalık olur mu? NATO’nun Libya’da ne işi var?” denmiş, ama hemen akabinde tam destekli NATO içinde aynı müdahalede önemli roller üstlenilmiştir. Yani NATO ve ABD’ye hiçbir zaman direnilememiş, hep uyum içinde hareket edilmiştir. Irak işgaline tam destek verilmiş, Türkiye’nin hava sahası, üsleri ve limanları, işgalci ordunun katil uçak ve gemilerine kolayca tahsis edilmiş, Müslüman kardeşlerimizin sivil, kadın. Çocuk ayırmadan milyonlarcasını katledenlere her türlü lojistik hizmet ve destek sağlanmıştır. Katil ordunun yüz bin askerinin Türkiye Irak, Suriye sınırına konuşlandırılması talebi de hemen kabul edilmiş malum tezkere hazırlanmış ve meclisten geçmesi için, milletvekillerine çok ciddi baskılar yapılmış, ancak bir hesap hatası sonucu reddedilince de, ret oyu veren AKP milletvekillerine liderlikçe hakaretler yağdırılmıştır.
Afganistan’ı işgal eden katil NATO ordusu içinde bulunmaktan hiç rahatsız olunmamış, bu katil ordunun sivil, çocuk katliamları Filistin’den onlarca kat fazla olduğu halde, İsrail’e karşı gösterilen tepkinin çok daha cılızı bile NATO ve ABD’ye karşı gösterilmemiştir. Bir kez olsun NATO içinde bulunmak tartışma konusu yapılmamış ya da hiç değilse “NATO’nun sivil ve çocuk katliamları durdurulmazsa, Afganistan’daki askerimizi çekeriz” benzeri bir uyarı bile gündeme getirilmemiştir. Üstelik batılı emperyalist devlerden bile bir kısmı bu konuyu tartışmaya açarak, asker çekmeye başlamışlardır. Türkiye hükümeti ise tam tersine bütün bu katliamlara sessiz kalarak ve işgalci güç içinde yer almayı her şartta sürdürerek desteklenmiştir. Hatta Afganistan ve Pakistan’a da, diyanet ve imam hatip modeli başta olmak üzere rejim ihraç edilmeye kalkışılmıştır. Anlaşılmaktadır ki, sadece Filistin’deki zulüm sebebiyle İsrail’e karşı ve ona da sadece söylemde kalan bir tepki gösterilmekte, ABD, AB ve NATO’yla ise, yaptıkları bütün işgal ve katliamlara rağmen tek bir tepki vermeden tam bir işbirliği sürdürülmekte, istenenlere tam bir itaat sergilenmektedir.
Bütün bunlar, bir yandan İsrail’e karşı sert söylemlerle, emperyalist devletlerin dönüştürme hedefi olan bölgede kahramanlaşan bir lider profili sergilenmek suretiyle, bölge halklarına, değişimin istikametini gösterecek model güçlendirilmektedir. Sonuçta bölge halklarının bu modelin önderliğine duygusal bağlarla bağlanması sağlanarak, Türkiye modelinin dönüştürme tesir katsayısı yükseltilmektedir. Yani ABD ve Batı’nın da rıza göstereceği yere kadar, bir miktar İsrail’in şımarık yönetiminin de terbiye edilmesinde de rol oynanmakta, aynı zamanda bölge halklarının duyguları coşturularak, bu halklar üzerindeki dönüştürme etkisi arttırılmaktadır. Diğer yandan da, İsrail ve ABD’yi, Batıyı memnun edecek, OECD üyeliği, Füze Kalkanı, İsrail’le ilişkilerin tamamen kesilmemesi, ABD ile stratejik müttefik, model ortak ve NATO içinde itaatkar bir üye olarak kalınarak, işgal ve katliamlarına ortak olunmaktadır. Ayrıca, laiklik ve demokrasi istikametinde bölge halklarını yönlendirme istikametin rol oynama gibi görevler üstlenilmekte ve içtenlikle yerine getirilmektedir.
İsrail ve NATO üyeleri bölgeyi ve dünya insanlığını tehdit edecek, yok edecek kadar çok sayıda nükleer silaha sahipken, onlara karşı bölge halklarını ve tüm dünyayı koruyacak bir tedbiri dünya gündemine getirmeyen AKP hükümeti, Pakistan’ın son derece küçük nükleer silah gücü ve İran’ın henüz olmayan muhtemel nükleer silahına karşı, İsrail ve batılı nükleer silah sahibi ülkeleri koruma amaçlı, aslında saldırgan nitelikli füze kalkanının Malatya’da konuşlandırılmasını kabul ederek, bölge ülkelerine karşı, İslam düşmanı olduğunu açıkça deklare etmiş NATO ve emperyalist saflarda yer almaktan utanmamaktadır.Halkı da, bu radardan elde edilen bilgilerin, Türkiye’nin izni olmadan İsrail ile paylaşılmayacağı şerhinin anlaşmaya koydurulduğu avuntusuyla aldatmaya kalkmaktadırlar. Halbuki, bizzat ABD’nin yetkilileri, bu radarların bir benzerlerinin ABD, AB ve İsrail’de de bulunduğu ve bunların tamamen birbiriyle entegre bir vaziyette çalıştığı açıklanmaktadır. Bu da bilgilerin zaten otomatikman bu merkezlerce paylaşılacağı gerçeğini ortaya koymaktadır. Ayrıca ABD ve AB’nin bildiği bir bilginin Türkiye izin vermedikçe İsrail ile paylaşılmayacağının garantisi nedir ve İsrail ile bu kadar bütünleşmiş bu güçlerin bu konudaki sözlerinin geçerliliği mümkün müdür? Bunlar halkı aldatmak ve avutmak için üretilmiş argümanlardır.Nitekim New York Times gazetesine konuşan Amerikalı bir yetkili, ABD'nin veri paylaşımıyla ilgili herhangi bir kısıtlamayı kabul etmediğini ve ABD'nin bütün istihbarat kaynaklarından gelecek verileri harmanlayıp İsrail dâhil bütün müttefikleriyle paylaşmaya devam edeceğini açıklamış bulunuyor. Beyaz Saray yetkilisi şöyle dedi: “Bu bir ABD radarıdır. Dünyanın her tarafındaki ABD radar ve sensörlerinden gelen veriler, füze savunmamızın verimliliğini artırmak için birleştirilebilir. Hiçbir anlaşma, bizim İsrail Devleti’ni savunma kabiliyetimizi kısıtlayamaz.” Beyaz Saray yetkilisi şöyle devam etti: “Sistemin mimarisi, başta İran olmak üzere, Ortadoğu’dan gelecek balistik füze tehditlerine karşı koruma sağlanması için tasarlandı. Hedef asla Rusya değil.”
Türkiye, İslami Tevhidi Uyanışa ve direnişe karşı, BOP’tan sonra ABD ile Yeni Bir Projede Eş Başkanlık Görevi Üstleniyor
Gazete haberlerine göre, “Türkiye ABD ile köktendinci avına çıkıyor! Türkiye ve ABD, Arap Baharı çerçevesinde otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş başlatan ülkelerde 'terörle mücadele' amacıyla yeni bir girişim başlatıyor. Diplomatik kaynaklara göre, Küresel Terörizmle Mücadele Forumu olarak adlandırılan yeni girişim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton eş başkanlığında BM 66. Genel Kurulu marjında 22 Eylül'de yapılacak toplantıyla başlayacak ve bu süreç ileriki dönemlerde de sürecek. Hillary Clinton, Libya, Mısır, Tunus gibi otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecindeki ülkelerde kökten dinci terörist olduğu iddia edilen kişileri engellemek amacıyla başlatılan forum çerçevesinde militanların takibinde strateji paylaşımı, bu ülkelerdeki tehdit ve zafiyetleri belirleme konusunda beraber çalışılacağını ifade etmişti. Clinton, forumla bu ülkelere yeni terörle mücadele yasaların oluşturmaları, yasaların evrensel insan hakları çerçevesinde uygulanması için polis, savcı ve hakimleri eğitmeleri konusunda destek olma imkanına sahip olacaklarını belirtmişti. Foruma 30 kadar ülkenin de destek vermesi bekleniyor.” (Kaynak: AA)
Görüldüğü üzere, İslami uyanışı, tevhidi süreci engellemek için sürekli farklı projelerle Müslümanların karşısına çıkıyorlar. AKP hükümeti ise, ABD’den gelen bu tür projelerin öncüsü olmaktan hiç çekinmemekte, adeta Müslüman halkları batının seküler değerleri istikametinde terbiye etme misyonu üstlenmiş gibi davranmaktadır. Özellikle Afganistan’da ve kısmen de Irak’ta, onurlu direniş karşısında yenilgiye uğrayıp bölgeyi terke hazırlanan ABD ve Batı yeni projelerle yeni ataklara kalkmakta ve Müslüman halkları batı değerleri istikametinde dönüştürüp küresel sisteme eklemleyerek, İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak hedefini hiç terk etmemektedir. BOP bitti denirken Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton yeni bir projeyle ortaya çıkıveriyor. Küresel Karşı-terör Forumu (Global Counterterrorism Forum). Geleneksel Amerikan müttefiki, özellikle halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerle yeni bir oluşuma imza atarak karşı terörizm stratejisi geliştirmeyi amaçladıklarını açıkladı. Ve bu zamana kadar hiç gerçekleşmemiş olan bu işbirliğinin eşbaşkanı olarak da Türkiye'yi uygun bulmuşlar.
Akif Emre’nin katıldığım tespitiyle: “Yeni sömürgeciliğin ideolojik aygıtları, küresel kapitalizmin ekonomik ve siyasal kuşatması ve toplumsal yapıyı temelden sarsıcı etkisiyle her anlamda İslam âleminin kendi medeniyetini yeniden inşa etme imkânını elinden almaya çalışıyor. Küresel terörle provoke edilen Ortadoğu, küresel emperyal amaçların ideolojik aygıtlarınca da kuşatılmak isteniyor. Clinton'un bir devlet politikası olarak açıkladığı; çok da yeni unsurlar içermeyen karşı terör programı Müslüman dünyada tam bir zihinsel dönüşümü hedeflemektedir. Pakistan'daki geleneksel medreselerden, Kenya'daki Müslüman azınlığın ders halkalarına, İstanbul ve Kahire gibi merkezlerde entelektüel oluşumları hedef alan bir zihniyet dönüşümü hedefleniyor. Modern dünyaya uyumlu, küresel kapitalizmin üretim bandına hizmet edecek, bu coğrafyayı kapitalizmin pazarı haline getirecek kapsamlı bir kampanyadan bahsediyoruz. İslam'ın Protestanlaştırılarak liberal İslam kılığında dünya sistemine uygun ve uyumlu bir din haline getirildiği bir anlayış pazarlanıyor. Liberal İslam projesinin 11 Eylül'den çok önceleri entelektüel ve akademik olarak hazırlıkları yapılmıştı. Şu anda ise bunun doktriner hale getirilerek, içerden yerli isimler marifetiyle pazarlanması aşamasına gelindi… Amaç, İslam'ın alternatif olmaktan çıkartılıp küresel sisteme müşteri yapılmasıdır.”
Erdoğan, Rolü Gereği, Mısırlılara Türkiye Modeli Olan Laik Demokratik Devlet Yapısını Öneriyor ve Israrla Onları İkna Etmeye Çalışıyor. Kim Adına?
Erdoğan’ın “Arap Baharı Turu”ndaki tutumu ve söylemleri bu arka planla değerlendirilmelidir. Erdoğan’ın Mısır halkına yönelik sözleri: “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir.” “Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” “Bu süreçte inanıyorum ki Mısır halkı ülkede demokrasinin güçlenmesi için laik bir anayasayı benimseyecektir. Laik anayasa, ülkenin daha demokratik hâle gelmesini sağlar ve bu sayede devlet, ülkedeki bütün dinlerin mensuplarına eşit mesafede yaklaşır.” Batı tarafından Türkiye’ye telkin edilen model "İslam ile laikliğin bağdaştırılması"dır. Başbakan Erdoğan da Mısırlılara laikliği tavsiye edip "laikliğin demokrasinin teminatı olduğunu" söylüyor.
Müslüman Kardeşler sözcüsü, Dr. Muhammet Gazlan yaptığı açıklamada, “Diğer ülkelerin tecrübeleri bize uymaz. Türkiye halkı laik sistemi istiyor ve kabul ediyor; ancak diğer halklar bu sistemi istemiyor. Başbakan Erdoğan’ın Mısır’ın içişlerine karışma hakkı yoktur. Bu konuda söz sahibi olan Mısır halkıdır.” dedi.
Mısır'daki İhvan Müslimin kardeşlerinden İsam El Aryan, Erdoğan'ın tavsiyesine tepki göstererek, Mısır'ın laikliğe ihtiyacının olmadığını söyledi. Aryan yaptığı açıklamada, "Biz demokrasiyi bir sistem ve değerler bağlamında laiklik ekseninde değerlendirmiyoruz.Ne Erdoğan'ın ne de bir başkasının kavramıyla demokrasi, laiklik kavramına muhtaç değildir.Mısır halkı,Türk rejimi dahi olsa hiçbir laik düzenin..savunulmasını anlayışla karşılamayacak ve bunu asla kabul etmeyecektir" dedi.
Erdoğan ise yaptığı açıklamada: “Bir çeviri hatasıyla, benim sözlerim yanlış anlamaya yol açtı. Çünkü Arapça’da ‘dinsizlik’ anlamına gelen bir kelime var. Laiklik terimi olarak o seçilince tepki oldu. Halbuki, laiklik din düşmanlığı demek değildir. Devlet bütün inançlara eşit mesafededir. Onların inançlarının da garantörüdür. Laiklikten korkmayın derken de bunu kast ediyoruz. Ama açıklamayı yapan kişi yeni bir açıklama ile düzeltmeye gidecek. Açıklamayı yapan Müslüman Kardeşler’in başkan adayı değil. Bu da yanlış. Müslüman Kardeşler’in başkan adayı yok. Bu zat, Müslüman Kardeşler’den ayrılan bir kişi. Zaten Müslüman Kardeşler’in bir sorunu olsaydı, bizimle görüşmelerinde açıkça söylerlerdi. İma bile olmadı” diyerek, ihvan ile temasa geçip onları ikna ettiğini ve düzeltme yapacaklarını ima etmeye çalışmıştır. Yani Mısırlılardan başlayarak bütün bölge Müslümanları laik demokrasiye ikna etmekte ısrarlı davranmaktadır.
İhvan bünyesinde Erdoğan modeline doğru değişim geçirmiş kesimler bulunmakla beraber, bir başka tepki de Mısır Cumhurbaşkanlığına aday olan Şeyh Salah Ebu İsmail’den gelmiştir. Ebu İsmail, Erdoğan’ın Mısır’da laik rejimin kurulmasıyla ilgili sözlerine tepki göstererek Türkiye’nin deneyimlerinin Mısır’ın işine yaramayacağını belirtti. Ebu İsmail şunları söyledi: “Bu konuda Erdoğan’ın tutum sergilemesi bizi gafil avladı. Mısır halkı kendisine İslami hükûmet kurması yönünde slogan attı ve o, Mısır’da laik rejimin kurulmasıyla karşılık verdi”. “Hiç şüphesiz Mısır’ın asil milleti, dünyaya yeni bir örnek sunabilecek laik düzenle değil kendi düzeni ile dünyalılara örnek olabilecek doğru algı içindedir” dedi.
Erdoğan Tunus’ta da bölgeye laik demokrasi teklifinin ve Türkiye modelini önermesinin arkasında duran ve ısrar eden açıklamalar yaptı: "Laiklik konusunda, Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil; kişi laik olmaz devlet laik olur. Bir Müslüman laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir, şunu bilmemiz lazım laik devlet her inanç grubuna eşit mesafededir. İster Müslüman olsun ister Hristiyan, ister Musevi ister Ateist olsun hepsinin güvencesidir olayın da aslı budur. Bu tartışmalara vesile olabilir, biz böyle inanıyoruz ve böyle çalışıyoruz." “Tunus, şunu ispat edecektir; İslam ile demokrasi yan yana olabilir. Türkiye halkının yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke, biz rahatlıkla bunu yapabiliyoruz, bir sıkıntımız yok. Oldu ve oluyor, demek ki olabilir.”
Görülüyor ki, baskıcı, jakoben, İslam düşmanı Kemalist laiklik yerine, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlere bireysel özgürlük tanıyan ama devlet ve kamu alanını hevaya göre yapılan yasalarla düzenleyen Anglosakson batı laikliğini savunuyor ve benimseyerek, önemseyerek ve içselleştirmiş olarak bölge halklarına öneriyor.
Bu tutum, siyasi, ekonomik ve hukuki kamusal alanları düzenleyen Kur’an hükümlerinin tarihsel olduğu, bugün geçerli olmadığı ve bu alanlar için yeni hükümler ihdas edilebileceği şeklinde özetlenebilecek sapkın tarihselci anlayışın ve İslam’ın devlet modeli ve siyaset projesi, sistemi yoktur anlayışının yol açtığı sonuçtur. Kimi “İslamcı” yazarların da oluşturdukları “Devletin imanı olmaz, Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mü’min devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.” düşüncesinin yer aldığı teolojik zeminde gelişiyor bu fikirler.
Bölge halkları ve Türkiye Müslümanları AKP modeliyle, sekülerleşmeye ve küresel liberal sisteme entegre olmaya yönlendirilmekte ve böylece İslam, bölge ve dünya için alternatif olmaktan çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Aslında Tayyip Erdoğan, Bölge Müslümanlarını, Laik Demokratik Parlamento ve Piyasa İlahlarını Allah’a Şirk Koşmaya Çağırmakta Değil midir?
- Ortadoğu’nun despotizme isyan edip adalet arayan halklarını, onlara bunca yıllar zulmeden diktatörleri destekleyip ayakta tutan, kanlarını döküp kaynaklarını sömüren, zulmün esas sahibi, ABD ve AB’nin oluşturduğu Batılı emperyalist devletlerin laik demokrasilerine teslim olmaya çağırmaktadır.
- Kahyanın zulmünden kaçanları, ağanın taguti sistemine çağırmış olmakta, üstelik ağanın laik demokrasi rejimi adına ikna etmeye çalışmaktadır.
- Küresel kapitalizmin ağaları emperyalist devletlerin bu büyük hizmet karşılığında onu desteklemeleri son derece normal değil mi? Türkiye’deki askeri vesayetin tasfiyesi, yargının yeniden dizayn edilmesi, bürokratik diktatörlüğün sona erdirilmesi için mi bütün bu tavizler verilmektedir? Peki bütün bunların olması uğruna, tevhidi imanın temel ilkeleri feda edilebilir mi?
- İsrail’e karşı sözde kalan efelenmelere de, ABD ve Batı tarafından bu sebeple mi göz yumulmaktadır? Bölgeyi dönüştürecek modelin öncüsü Ortadoğu’da ne kadar kahramanlaşırsa, o kadar bu dönüştürme misyonu etkili olur diye mi düşünülmektedir?
- İşte yaklaşık 3 yıldır, bir yandan eski Kemalist statükonun var olan zulümlerine karşı mücadelemizi sürdürmekle ve sistem içi değişimin görece olumluluklarını takdir etmekle beraber, bir yandan da AKP-Gülen koalisyonu öncülüğündeki yeni statükonun dönüştürme, küresel kapitalist sisteme eklemleme, entegre etme riskine dikkat çekmemiz bu sebepledir.
- Söylediklerimiz, bugün bizzat değişimcilerin kendi yaptıkları ve söyledikleriyle teyid ediliyor ve eklemlenen pek çok Müslüman öbekten ciddi bir tepki gelmiyor? “İslami Kuruluşlar” adı altında bildiriler yayınlayarak demokratikleşme ve sistem içi değişim saflarında aktif destekle rol alanlardan da yeni bir bildiri gelmiyor bu açık saptırma çabasına tepki olarak. Neden? Bütün Müslüman halkları saptırmak için önerilen, emperyal destekli ılımlı laik demokratik liberal modelin ortaya çıkış sürecini, risklerine dikkat çekmeksizin destekleyenler, bizim bu risklere dikkat çeken konferans ve yazılarımıza, “adamlar kefen giymiş bir mücadele ile askeri vesayet rejimini tasfiye etmeye çalışırken bu yapılır mı?” diye tepki gösterip romantiklikle suçlayan realistler bugün bu açık saptırma çabası karşısında neden ses çıkarmıyorlar?
-Üstelik ABD desteği olmadan bir NATO üyesi devletin, baştan nazlandığı halde füze kalkanını bile onaylamak zorunda kalan hükümetinin, yalnız kendi inisiyatifiyle NATO’nun bunca generalini içeri tıkmaya ve yargılamaya nasıl güç yetirebileceği konusunda bile ferasetli bir idraki öne çıkarmadan, sistem içi değişime duygusal desteklerle eklemlenmekte mahzur görmeyenler, artık apaçık bir şekilde nereye doğru gittiği ve kimlerin sistemlerine eklemlendiği açık olan bu süreç hakkında hala susacaklar mı? Yapılan cılız kimi açıklamalar da, Türkiye laikliğinden çekilen sıkıntılar sıralanarak, bu tür bir laikliğin model olarak önerilemeyeceği şeklinde gündemleştiriliyor. Türkiye’deki Müslümanlardan bir kısmı Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarını tevil ederek savunmaya kalkarken, bir kısmı da, Erdoğan ve AKP’nin yıllardır fiili olarak yapa geldiğine destek olurken, aynı hususu bu kadar açık biçimde ve Mısır ve Tunus gibi ülkelerde sözlü bir davet haline getirmesinden rahatsız olmuşlardır. AKP politikalarını, sistem içi demokratikleşme çabalarını desteklemekle ve bu desteğe Müslümanları da davet etmekle yer aldıkları konumun zaafları ifşa olmuştur.
- Peki, Tayyip Erdoğan’ın tanımladığı ve özlediği laiklik gerçekleştiğinde, Türkiye’deki baskıcı İslam düşmanı laiklik uygulamaları tamamen kaldırıldığında ve dini özgürlüklerin güvencesi olan bir ılımlı laiklik kabul mü edilecektir? Kamu alanına Allah’ın müdahalesini yasaklayan, ekonomik, siyasi ve hukuki alanı düzenleyen kuralları vazeden, piyasa ilahı ve laik demokratik parlamento ilahı da Allah’a şirk koşulduğunda, bir Müslüman bu şirki nasıl kabullenecektir? Bu sentezci din algısının Allah’ın tevhid diniyle bir alakası yoktur. Olsa olsa, içinde kimi İslami motiflerin ve kimi bireysel ibadetlerin de, laiklik, demokrasi, liberalizm ve muhafazakâr sağcılığın ve kimi ulusal kirliliklerin ve tağutun da yer aldığı senteze dayalı, hak batıl karışımı yeni bir dindir. Hayatın kamu ve özel diye ayrıldığı ve farklı alanların farklı ilahlara tahsis edildiği, bireysel ibadetler alanının Rabbinin Allah olduğu, ekonominin ilahının Piyasa olduğu, siyasi ve hukuki alanın ilahının ise laik demokratik parlamento olduğu şirk dinidir söz konusu olan ve Ortadoğu halklarına da önerilen…
- Üstelik Erdoğan bu daveti, Mısır’da Müslümanlar ile laikler arasında bu konuda bir ayrışmanın yaşandığı bir ortamda, laiklerin safında yer alarak yapmıştır. Bölgede bir ağırlığı varsa, bu ağırlığını laiklerden yana koymuştur. Bireysel olarak laik olmadığını, Müslüman olduğunu, ancak devletin laik olması gerektiğini ifade ederek, doğru bir şey yaptığını, kendinden emin bir üslupla ortaya koymuştur. Halbuki tartışma bireylerin laik olup olamayacağı konusunda değil, devletin laik olup olmamsı gerektiği noktasında cereyan etmektedir. Kanaatimce Erdoğan tarihselci ilahiyatçıların da yönlendirmesi sonucunda, bütün dinlere eşit mesafede laik devletin İslam ile çatışmayacağı konusunda ikna edilmiş ya da yıllardır sürdürdüğü konumu içselleştirip, doğrusunun da bu olduğuna inanır hale gelmiş, bugün artık yaşadığı gibi inanmaktadır. Bence gerçekten değişmiştir, dürüst davranmaktadır ve takıyye yapmadan samimiyetle inandıklarına Müslümanları da çağırmaktadır. Ayrıca Tayyip Erdoğan, laiklik olmadan demokrasi olmayacağı konusundaki tespitinde ise haklıdır. Çünkü demokrasi, yasa yapmada, insan heva ve arzusunun, halkın iradesinin üzerinde ilahi otorite de dahil başka hiçbir otoritenin sınırlamasını kabul etmemektir. Nihai otorite olarak yasa yapımında, insan iradesinin mutlak hakimiyetini esas almaktır.
- Allah Kur’an’da açıkça, bireysel ve toplumsal ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki ve ahlaki bütün hayat alanlarını düzenleyecek hükümler vazetmiş ve kamu, özel ayrımı yapmadan bütün hayat alanlarında kendi hükümlerine tabi olmaya çağırmışken, Tayyip Erdoğan bireysel planda Müslüman olunabileceğini, ancak kamu alanının ve devlet işlerinin hevanın ürünü laik demokratik yasalarla, cahiliye hükmü ile düzenlenmesinin mümkün ve hatta gerekli olduğunu ve bunun da İslam’la çatışmadığını iddia edip, Müslüman halkları cahiliye hükmünü kabule, tevili mümkün olmayacak derecede açıklıkla çağırmıştır. Üstelik herhangi bir sürç-i lisan olmadığını ima edercesine, bu davetini Tunus’ta da ısrarla tekrarlamıştır.
- Tayyip Erdoğan’ın laik demokrasi konusunda ısrarla yaptığı yönlendirme, küresel emperyalist devletlerin yıllardır yapmaya çalıştıkları İslam’ı alternatif olmaktan çıkarıp (BOP’la da yapılmak istenen) bölgeyi batı paradigması ve batı hattı içinde tutacak laik demokratik değişime zorlama hedefi ile örtüşmekte, bu amaca hizmet etmektedir.
- Aslında Tayyip Erdoğan, farkında olmadan Türkiye’nin üstlendiği misyonu açık bir biçimde ifşa etmiş olmakla inşallah bölge ve ülkemiz Müslümanlarının uyanmasına ve bölgeyi dönüştürme projesini fark etmesine vesile olacak bir iş yapmıştır. Yeter ki, vahiy ölçüleriyle akledilebilsin ve ferasetle doğru biçimde değerlendirilebilsin.
Bizler, bütün bu gelişmeleri doğru değerlendirmeli, tüm emperyal projeleri boşa çıkaracak bir ferasetle hareket ederek, Kur’ani inkılap yolunda tevhidi stratejik yürüyüşümüzü, tavizsiz bir tutumla ısrarla sürdürmeliyiz. Allah’ın vahiyle gönderdiği ve bütün insanlığın büyük ihtiyacı olan kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarcı, zulümden adalete ulaştırıcı mesajını, bütün bu kuşatmalara rağmen, yılgınlığa düşmeden, bıkmadan ve yorulmadan, ölüm gelene kadar tüm insanlığa ulaştırmak için çırpınmalıyız. Hiçbir otoriteyi, gücü ya da dünyevi hesabı dikkate almadan, sadece Allah’ı razı etmeye çalışmalıyız. İslam’ın hayatın bütününü kuşatan hükümlerinin tarihe gömülmesine ve Müslümanların din algılarının “ılımlı İslam” sapmalarıyla bulandırılıp Protestanlaştırılmasına fırsat vermemeli, bu büyük sapmanın, modern cahiliyenin yaygınlaştırılması çabalarına karşı asla sessiz kalmamalıyız.
-
muhammed emin tombak 19-09-2011 09:43
konferans videolarını denge radyonun facebook grubunda bulabilirsiniz ayrıca 1. kısım: http://www.facebook.com/video/video.php?v=200319686700823 2. kısım: http://www.facebook.com/video/video.php?v=200328203366638 3. kısım: http://www.facebook.com/video/video.php?v=200334920032633
-
Amine 19-09-2011 00:17
ALLAH razi olsun mehmet abimizden .... Rabbim yar yardimcisi olsun .amin.. Bugün bir cok gercekleri ögrendim...