SON DÖNEMDE MÜSLÜMANIN DİLİ: “MEDENİYET”
Dil, insanın içsel, zihinsel halitasını dışa vurum anlamında ifade, iletişim ve tefekkür aracıdır. İnsanın iletişim aracı olarak kullandığı dil, kelimeler ve üslupla birlikte geniş bir yapıdır. Bu sebeple İnancımız, varlığa ve yaratılışa dair tasavvurumuz bunlara dair kullandığımız dilimiz ve söylemimiz yani üslubumuz, birbiriyle sürekli etkileşim içindedir. Bunlar birbirinden bağımsız düşünülemez.
Buna karşılık somut nesnelerle eşya ile alakalı olarak kullandığımız kelimeler süreç içinde, sosyal değişim ve gelişmeye bağlı olarak, hayatın akışı içinde değişir, dönüşür ve yenilenirler. İnsanı ilk kuşatan ailesi ve çevresinde Anadilimizle ile konuşup anlaşıyor ve hayata bakıyorken, çevresi genişledikçe görülür ki insan annesinin hiç kullanmadığı birçok kelimeyi, özel bir eğitim almadan hayatın akışı içinde öğrenir kullanmaya devam eder. Bu alandaki gelişme sürgit ömrümüzün sonuna kadar böyle devam eder.
Eşyanın, Somut-soyut varlıkların anlam-muhteva olarak karşılıkları olan ve yenilenen kelimelerden bahsettiğimizde, bu yenilenmenin temel sebebi olarak, söz konusu varlıkların (her nelerse) hayatımızla ilişkilenmesidir. Bu alandaki değişim doğaldır ve burada aşırı titizlenmemize özen göstermemize gerek olmayabilir. Buna karşılık soyut mefhumlarda; özellikle tefekkür sistemimizle alakalı isimlendirmelerde hassas olmak gereklidir.
Bu bağlamda, Son dönemde Müslümanların dilinin evirilip çevrildiğinin, dolayısıyla zihinsel durum olarak dönüştüğünün ipuçları tespit edilebilir. Bu vesileyle söylenmeli ki dilimiz, tefekkürümüzü ve inançlarımızı hem taşıyan hem de düşünüş biçimimizi sürekli işleyen en temel araç olarak emrimizde ve kontrolümüzdedir. Bu nedenle dilimize özen göstermez; o da başka yerlerden ve inanç merkezlerinden etkilenerek dönüşürse, tefekkürümüzü de dolayısıyla dönüştürmüş olabiliriz. Sonuçta Karşı olmamız gerekenlere benzer hatta onlar gibi düşünmeye ve sonra da davranmaya başlarız.
Dilimiz, vahyin inzal olunduğu vasattaki Arapça olmasa da, tıpkı Hz. Peygamber(as) örnekliğinin hayatımızı şekillendirişi gibi, dilimiz de zaman içinde dönüşerek, nassa paralel bir şekil alma yolunda gelişmiş ve dönüşmüştür. İslam’la karşılaştığında Türkçeyi kullanıp duran dedelerimiz, bir taraftan Türkçe konuşmaya devam ederken öte taraftan da yeni mensubiyetlerinin değer sistematiğini doğal olarak Türkçe ile karşılamaya çabalamıştır. Erken dönemde Allah, cennet, cehennem, şeytan, melek, savm, salat gibi Arapça temel İslami terimlerin yerine ve bunlara karşılık olarak; teñri, tamu(g), yek, ferişte, rūzā, namāz vb. Türkçe veya İran dillerinden ödünç kelimeler kullanılmıştır. Bu süreçte teorik olarak nasıl Türkçedeki “Tanrı” kelimesi anlam alanını nasdaki “Allah” kelimesinin anlam alanına karşılık gelecek şekilde değiştirmişse; Benzer diğer kelime ve kavramlar da aynı süreci yaşamışlardır.
Anlam olarak vahiy dilindeki kelimenin karşılığının aynı anlam alanını kapsayan başka bir kelimeyle ifade edilmesi; kavramlar dizini sisteminde de aynı yere oturduğu durumlarda, o kelimenin köken itibariyle hangi dile mensup olduğu çok da önemli değildir. Son dönemde coğrafyamızda kelimelerle ilgili hassasiyet ve itiraz İslami olmaktan çok ulusçu milliyetçi karakter taşımaktadır. Böylesi ulusçu hassasiyetler konuyu maksadından başka yanlış hedefe yönelmekte ve sığlaştırmaktadır.
Vahiy terbiyesiyle, mantalitesini, akledişini, tasavvurunu inşa eden müslüman bir cemiyet, hangi dille konuşursa konuşsun bunda bir beis yoktur. Buna karşılık Vahiy yönlendirmesi zafiyete uğramış veya kişisel tercihlere indirgenmiş yani başka tür yönlendirişin etki alanına girilmiş durumlardaysa, akledişte araç olarak kullanılan kavramlar nedeniyle Müslümanın akledişi, tasavvuru ve zihniyeti bozulmaktadır. Burada söz konusu sapmayı oluşturan temel sebep, yabancı dilde bir kavramı kullanıyor olmak değil, yabancı dile mensup kavramın mensup olduğu dile ait anlam alanı ve kendi paradigmasındaki yeri ile birlikte kullanmaktan kaynaklanmaktadır. Müslümanın son dönemde dilinin, akledişinin ve dolayısıyla söyleminin temel sorunlarından biri budur.
Bir cemiyetin konuştuğu kendi dili vahiy dili Arapça olsa bile, bir kelime ya da kavramın anlam alanı, zihniyet paradigmasındaki yeri, söylemde bulunduğu konum, vahyin müdahaleleriyle tanzim terbiye ve tesis edilmemişse, bu dahi vahyin emrettiği tefekkürü ve tasavvuru bozan bir durum olacaktır. Konuyla ilgili alanda özürlü, hastalıklı bir durum meydana getirecektir.
Konuyu anlaşılır kılmak adına başka kelimelerle ilgili kısa bir tur yapmakta fayda vardır. Çünkü Benzer bir etki ve değişim ve ardından söylem inşası, Hz. Peygamber a.s. döneminde Arapçada da meydana gelmiştir. Dolayısıyla Farsçada da, Kürtçede de vesair dillerde de kavramlar tarih içinde genel anlamda benzer değişim süreçleri yaşamışlardır. Burada şu hususun altını çizebiliriz; Aslında vahiy dilinden farklı bir dille konuşup tefekkür eden de o dille konuşan da, insanın kendi kişisel dünyasından başlayarak çevresine ve toplumuna kadar benzer etkileşim ve dönüşümü yaşar. Çünkü Bu kişisel etkileşimler cemaat içinde gelişir cemiyetin ortak değeri olur.
Bu bağlamda Nassın kastettiği manayı karşılayan veya karşılar hale getirilen ama Arapça olmayan kelimelerin Arap olmayan Müslümanların dillerinde bulunup kullanılıyor olması, erken dönemden itibaren yadırganmamıştır. Buna rağmen Yüzyıllar devam eden bu süreçle, karşılığı kolay bulunamayan nassın temel kavramlarının birçoğu da ayniyle kullanılmaya başlanmış ve bu durum hala devam etmektedir. Karşılığı bulunan kavramlara örnek olarak İlk Türkçe Kur'an çevirilerinden örneklersek:
boyun berigli = Müslüman
eşitgen =Semi
okımak=Dua
sawçı– yalvaç =Peygamber
tamug=Cehennem
tapug=İbadet
tokuş= Cihat etmek
yun= Boy abdesti almak vs. gibi örnekler verilebilir ve çoğaltılabilir. Buradan anlaşılması gereken o ki, Müslüman olmak, zaman içinde vahiy ve onun pratik örneği olan Hz. Peygamberin fiil ve sözleriyle kullandığı dildeki kelimelerin anlamlarını düzenlemeyi de icap ettirmiştir. Bu durum sadece tarihteki ilk döneme de mahsus değildir. Hala günümüzde de devam etmektedir ve devam da edecektir.
Buradan “Medeniyet“ kavramına geçiş yapabilir, bu kelimeyi nispeten buna örnek olarak inceleyebiliriz. Dikkatsiz kullanıma ve önemli değişimlere sebep olabilen kelimelerden Türkçeye “sivilizasyon” kelimesinin karşılığı olarak çevrilen “medeniyet” kelimesi; evire çevire her yerde özensiz olarak kullandığımız bir kelimedir. Oysa bu kavram, modernitenin paradigmasında bizim kullandığımız manada kullanılmamaktadır. Garip olansa, “Medeniyet” kavramının dilimize sivilizasyon dolayımından girişinin, müslüman vasatında ciddiye alınır hiçbir direnişle karşılaşmadan nerdeyse iki asırdır tepe tepile kullanılışıdır. Bu söylemeye çalıştığımız durumla ilgili olduğu kadar, halimizi göstermesi bakımından hayli manidardır.
“Medeniyet”/“sivilizasyon” kelimesi, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgeci Avrupa toplumlarının önce kendi içinde gerçekleşen sınıfsal bir ayrışmayla sonra da dünya üzerinde kendilerine layık görmeye başladıkları “üst statünün” kavramsal adı olarak ortaya çıkar. Medeni olan ve medeni olmayan ayrıştırması yapılır. Bu kavram, Avrupa toplumlarının pek çok alanda benzersiz bir gelişme gösterdiklerini işaret etmesi ve bu gelişmeye sahip olmayan toplumları ise “gayr-ı medenî” parantezine aldıklarını vurgulaması bakımından önemlidir.
Fransız İhtilalinden sonra siyasi hâkimiyeti eline geçiren burjuvazi, aristokratların kendisi için olumsuz anlamda kullandığı bu kavramı, “medeniyet”in ışıltılı ve bir o kadar da “farklılaştırıcı” ve ”üstünlük” idealini önce kabul etmiş, daha sonra da bunu kendine mal ederek “evrenselleştirmiştir.” (Güler, 2006: 44). Sivilizasyon dinin ve dini iktidarın müdahale edip şekillendirmediği aristokrasinin de etki alanının dışında zenginleşen orta sınıfın hayata dair ürettiği her şeyi ifade ediyordu. Fransa toplumu, ülkesinde yaşayan düşük sosyal statüdekileri “medenîleştirmek” için çalışmalar yürütmüştür. Medenileştirme operasyonları zamanla Fransa dışına taşarak uluslararası bir amaç şekline bürünür. Fransa’nın ünlü komutanı Napolyon’un ordusuyla Mısır’a girmesiyle de “medeniyet”in uygar olmayan toplumlara “silah zoruyla” bile olsa götürülebileceği düşüncesi, dikkat çekici bir tezat olarak tarihte yerini alır.
Kendisini “medenî” statüye yerleştiren Batı, kendi maddî seviyesinden düşük olan toplumlara “medeniyeti” yaymak görevini üstlenir! Medeniyet kavramının anlamı ve kullanımı henüz evrensel düzeyde (henüz) yerli yerine oturmamasına rağmen, medeniyetin, yani özellikle Batı medeniyetinin o dönemlerdeki açıktan sömürgeci niteliği, onların bu tür sömürgeci ve kapitalist niyetleri sayesinde bütün olumsuz anlamları da yüklenerek farklılaşmaya başlar.
Osmanlılarda “medeniyet” kelimesi ise Tanzimat Fermanı’nın halka okunmasından az önce kullanılmaya başlamıştır. Dikkat çekici bir durum ise Osmanlının o zamanki aydınlarının zihinlerinde “bir medeniyetten başka bir medeniyete geçiş” ile ilgili düşünceler henüz o tarihlerde belirmemiştir. Medeniyetle ilgili düşünceleri açıklayan yazarlara göre “tek medeniyet” vardır ve o da Avrupa medeniyetidir (Okay, 1998: 202).
Osmanlı elçilerinden biri olan Mehmed Sadık Rıfat Paşa, Müntehâbat-ı Âsâr ismiyle bir araya getirilen yazılarından birinde, “Viyana’da ibtidaki sefaretinde Avrupa’nın ahvaline dair yazdığı bir risalede”, şu anki tespitlere göre medeniyet kelimesini “sivilizasyon” şeklinde kullanan ilk kişidir. Sadık Rıfat Paşa, sivilizasyon kelimesini yazısında şu şekilde açıklamıştır: “usûl-ı menusiyet ve medeniyet” (Baykara, 1992: 31). Osmanlılar, medeniyet kelimesini kullanmaya başlamadan önce “sivilizasyon, hazariyet, temeddün” kelimelerini de kullanmıştır (Baykara, 1992: 29–31). Medeniyet kelimesinin 1850’lerden itibaren pek çok alanda sıklıkla kullanılmasının bir sebebi de kelimenin Batı ile ilgili bütün olumlu (çağrışımları) tedaileri cazibeli bir şekilde yüklenmiş olmasıdır.
Medeniyet kavramının son dönem müslümanın zihinsel tarayıcılarına neredeyse hiç takılmadan rahatlıkla kullanılıyor olması elimizi başımıza koyup düşünmemizi gerektirir bir haldir. Bu vesileyle vurgulamak istediğimiz husus, bizim coğrafyamızın insanının “kendi” tasavvuru ve “varlık” anlayışı vahyin çok ötelerine savrulmuştur. Son dönem Müslümanın dili modernitenin paradigmasıyla şekillenmekte ama o İslam’dan dem vurmaktadır.
KAYNAKÇA
BALTACI, Cahit. (2007). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi.
BAYKARA, Tuncer. Osmanlılarda Medeniyet Kavramı ve Ondokuzuncu Yüzyıla Dair Araştırmalar. İzmir: Akademi Kitabevi.
ERSOY, Mehmed Âkif. (2006). Safahat. (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi.
GÜLER, Ruhi. (2006). Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Medeniyet Anlayışının Evrimi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi.
GÖRGÜN, Tahsin. (2003). “Medeniyet”. Türkiye Diyanet Vakfi İslam Ansiklopedisi, C.XXVII. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfi Yayınları.
KUTLUER, İlhan. (2003). “Medeniyet”. Türkiye Diyanet Vakfi İslam Ansiklopedisi, C.XXVII. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfi Yayınları.
KOÇ, Nurgün, “Kültür” ve “Medeniyet” Kavramları Etrafındaki Tartışmalar ve Atatürk’ün
Düşünceleri. CTAD, Yıl 7, Sayı 13 (Bahar 2011), 103-122.
ANAR Turgay ,Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat’ta Medeniyet Kavramına Bakışı. Volume 6 Issue 2, s. 47-61, Şubat 2013, The Journal of Academic Social Science Studies