Suriye`de en az 27 gizli işkence merkezi var
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Suriye`de rejimin kullandığı en az 27 işkence merkezi tespit etti.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW) dün açıkladığı raporunda, Suriye'de muhaliflere işkence uygulanan, istihbarat birimlerine ait 27 gözaltı tesisini, bu tesislerin yerleri, komutanların isimleri ve işkence yöntemleri ile birlikte deşifre etti. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün, Suriye'de hükümet karşıtı gösterilerin başladığı Mart 2011'den beri yaptığı 200'ün üzerinde görüşmeye dayanan 81 sayfalık rapor, eski tutuklu ve saf değiştirmiş askerlerin verdiği bilgiler ışığında hazırlandı. İstihbarat birimlerince kullanılan gözaltı tesislerinin gerçek sayısının muhtemelen çok daha fazla olduğuna dikkat çeken HRW, işkence ve kötü muamelenin Suriye'de bir devlet politikası olduğunu net olarak belgelediklerini ve bu durumun insanlığa karşı suç teşkil ettiğini ifade etti. HRW acil durumlar araştırmacısı Ole Solvang, "Bu merkezlerin bulunduğu yerleri yayınlamak, kullandıkları işkence yöntemlerini tarif etmek ve yetkililerin isimlerini vermek suretiyle sorumlulara bu korkunç suçların hesabını vermek zorunda kalacaklarına dair bir uyarıda bulunmuş oluyoruz." dedi.
Ülkenin dört bir yanında var
HRW, güvenlik ve istihbarat birimlerinin başvurduğu 20'nin üzerinde işkence yöntemi tespit etti. Sorgucuların, gardiyanların ve görevlilerin kullandığı çok çeşitli işkence yöntemleri arasında uzun süreli dayak -çoğunlukla kablo ve cop gibi cisimlerle-, elektrik vermek, tutukluları uzun süre acı veren gerilme pozisyonlarında tutmak, asitle yakmak, cinsel saldırı ve aşağılama, tırnak sökmek ve sahte infaz bulunuyor. Haziran ayında İdlib eyaletinde gözaltına alınan 31 yaşındaki bir tutuklu, İdlib Merkezi Cezaevi'nde istihbarat ajanlarının kendisine nasıl işkence yaptığını İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne şöyle anlattı: "Beni soyunmaya zorladılar. Sonra parmaklarımı kerpetenle sıkıştırmaya başladılar. Parmaklarımı, göğsümü ve kulaklarımı zımbaladılar. Tel zımbaları ancak konuşursam çıkarmama izin vardı. Araba aküsüne bağlı iki kabloyu kullanarak bana elektrik verdiler. İki kez cinsel organımda elektroşok tabancası kullandılar. Ailemi bir daha asla göremeyeceğimi düşündüm. Üç gün süresince beni üç defa böyle işkenceden geçirdiler." İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün araştırması en korkunç işkencelerin, halk tarafından topluca 'muhaberat' olarak adlandırılan ülkenin dört ana istihbarat biriminin idaresindeki gözaltı tesislerinde gerçekleştiğini ortaya koyuyor. İnsanlığa karşı suç işleyen ya da işlenmesini emreden kişiler uluslararası hukuk nezdinde cezai sorumluluk taşıdığına dikkat çeken örgüt, cezai sorumluluğun, hükümet üyeleri ve Beşşar Esed'i de kapsadığına işaret etti. İnsan Hakları İzleme Örgütü, BM Güvenlik Konseyi'ne çağrıda bulunarak Suriye'deki durumu Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne tevdi etmelerini ve Suriyeli yetkililere yönelik hedefli yaptırımlar uygulanmasına karar vermelerini talep etti. Suriye, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin kurucu tüzüğü olan Roma Tüzüğü'ne taraf olmadığı için, mahkemenin yargılama yetkisi ancak BM Güvenlik Konseyi'nin Suriye'deki durumu mahkemeye havale etmek yönünde bir karar alması halinde geçerlilik kazanacak. Rusya ve Çin daha önce Güvenlik Konseyi'nin Suriye'ye yükümlülükleri konusunda baskıda bulunma çabalarını engellemişti. Solvang "Bu işkence merkezleri şebekesinin kapsamı ve zalimliği gerçekten korkunç. Rusya bundan sorumlu olan kişileri koruyucu kanatları altına almamalıdır." dedi.
(Kaynak:Zaman)
-
HUSEYIN SASMAZ 04-07-2012 10:11
Şam Beldesinin Sözde Suriye Devletinin Tarihi Oluşumu Bir çok islam beldesinde olduğu gibi, Şam beldesi de islam devletinin ilga edildiği 1924 tarihinden sonra batılıların, özellikle Fransa ve İngiltere'nin sinsi planları sonucunda parçalandı ve elli küsür karton devletçiğin bir üyesi oldu. Bu devletçiklerin konumu ve durumunu daha iyi anlayabilmemiz için, şuan gündemimizi çok ciddi bir şekilde meşgul eden ve etmesi gereken Şam beldemizin bir bölümünü teşkil eden Suriye Devletinin oluşumunu ve sonrasındaki süreci ele almaya çalışacağım. Üzerinde durmak istediğim tarihi zamanlama şu şekilde olacak. 1. 16 Mayıs 1916 sözde Suriye devletinin kuruluşu ve öncesi. 2. 1971 yılında iktitara gelen ve aynı zamanda Baas Partisinin genel sekreterliğine geçen Hafız Esad'ın evvelinde ki dönem. 3. Daha sonra 1971 yılından itibaren günümüze kadar gerçekleşen süreç. 4. Son olarak ise umudla beklemiş ve uğrunda canla başla çalışmış olduğumuz ikinci Raşidi Hilafet Devletinin ayak seslerini çok gür bir şekilde hissetmiş olduğumuz Biladu'ş Şam kıyamından bahsetmek istiyorum. 1. Sözde Suriye Devletinin özellikle Fransa ve Ingiliz'ler tarafından tezgahlanan bir dizi senaryonun oluşumu sonucunda, ilanı için Arap milliyetçiliği türetilmiştir. Bunun istenilen seviyede hayat bulabilmesi için en büyük engel olarak bilinen büyük halife ikinci Abdülhamid'in ittihatçılar tarafından indirilmesi gerekiyordu. Nitekim 24 Temmuz 1908 darbesi ile tahtan indirildi. Ve sonrasında ise sözkonusu olan böl, parçala ve yut anlayışının gerçekleştirilmesi için adım adım planlar yapıldı ve hayata geçirildi. Bahsetmiş olduğumuz fasit örgütün yani İttihad ve Terakki cemiyetinin kuruluşundan kısaca bahsetmek istiyorum. Çünkü Suriye'nin 1916 yılında kurulması veya kurdurulması için öncesinde gerçekleşen tarihi olayları buna bir hazırlık olarak görmek lazım. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889 yılı Mayıs ayında, daha önce Askeri Tıbbiye'den mezun olan İbrahim Temo, fikir birliği içerisinde olduğu İshak Sukuti, Abdullah Cevdet gibi yazarlara tarafından gizli bir örgüt olarak kurulma aşamasına geçer. Neticede Mayıs 1889'da, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adıyla bir gizli örgüt oluşturulur. Örgüt bir yandan Askeri Tıbbiye Okulu içerisinde hızla yayılırken, bir yandan da İstanbul'da bulunan Mülkiye, Harbiye, Bahriye, Topçu ve Mühendishane okullarına da sıçrar. Yurt dışındaki muhalefetin başında ise 1889'da Paris'e giden yazar Ahmet Rıza bulunur. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin amaç ve hedefleri ise şöyle dile getirilir: Irk ve din ayrımı gözetmeksizin tüm Osmanlı halkını yeniden birleştirmek ve özgürlük talep etmek... Hürriyet, adalet, eşitlik ve kardeşlik... İşte bu örgütün avrupa menşeyli olduğu ve daha ziyade İngiltere ve özellikle Fransa'nın katkıları ile kurulup Osmanlı Hilafet'inin parçalanması ve yıkılması için kurulup kullanıldığı aşikardır. Daha sonra Jön Türk'lerin misyonu gereği bu çemiyet türk milliyetçiliğini yaydı ve özellikle arap milliyetçilğinin türemesine fırsat verdi. İşte bunun emarelerini şu şekilde özetleyebiliriz. Halife Abdulhamid'i tahttan indirerek iktidarı ele geçiren İttihatçı yönetim arap müslümanlara yönelik çeşitli politikalar sergilemiştir. Arap vilayetlerinde istikrarı sağlama gerekçesiyle kimi aşiretleri vergilerden muaf tutup yanına çekmeye çalışmış, varlık gerekçeleri göçerlik olan aşiretlerden kimilerini de yerleşik yaşama geçirmek için teşviklerde bulunmuştu. Bunun yanında amaçları doğrultusunda kullanamayacağını anladığı kimi Arap aşiretlerin dağıtılmasını sağlamıştır. Arap vilayetlerinde politikalarının haklılığını propaganda edebilmek için Mekke'de "Hicaz" ve "Şems el- Hakika" adlı iki gazete örgütlemişti. Bunlardan Türkçe-Arapça haftalık yayınlanan "Hicaz", İslam ve özgürlükleri kullanan bir içerikte yayın yapan İttihat ve Terakki Cemiyeti gazetesiydi. İttihatçı liderlerden Cemal Paşa, Araplar arasında gelişen birlik ruhunu kırmak ve İttihatçı yönetime itaati geliştirmek için Er-Rayü'l-Am, İttihad-ı İslam, El-Belağü'l-İkbal, Lazkiye, Es-Safa ve Bayle gibi gazetelere paralar verilmesini sağlamıştır. Yine Şekip Arslan (İttihat ve Terakki Cemiyeti yanlısı Arap) tarafından çıkarılan Eş-Şark ve El-İslâm gazeteleri üzerinden dini kullanarak Arapları devlete bağlamaya, Arap milliyetçilerini kötülemeye çalışmıştır. Arap milliyetçiliğin oluşmasına katkıta bulunan İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin izlemiş olduğu türk milliyetçiliği, gizli faaliyet yürüten El-Ahd Cemiyeti'nin kurucusu olan Aziz Ali El-Mısrî'nin değerlendirmeleri oldukça dikkat çekici. Arap mücadelesinin haklılığı konusunda yapılan birçok tartışma içinde özellikle bir dönem "Siz Türkler biz Araplar hakkında şimdiye kadar imhadan, tahkirden, tezyiften başka ne yaptınız ki, şimdi bizden dostça muamele bekliyorsunuz. Unutuyor musunuz ki, İstanbul'da köpekleri çağırmak için "Arap!... Arap!... Arap!..." dersiniz. En muğlak meseleleri izah için "Arap saçı gibi" dersiniz. "Ne Arap'ın yüzü, Ne Şam'ın şekeri!" tabiri daima kullandığınız sözlerdendir. Şairinizin "Şam'dan çıktığım akşama dedim Şam-ı Şerif!" mısrası en beğendiğiniz kinayelerdendir. (Cemal Paşa, Hatırat, Yayına Hazırlayan: Metin Martı, İstanbul, 1996, s.65-66). Ve yine ittihadcıların türkleştirme çabalarını ve ardından oluşan arap ayaklanma ruhunun oluşumunu şu şekilde sıralayabiliriz. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle birlikte, İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı Devleti ard arda yaşadığı yenilgilerin faturasını müslüman araplara ödetmeye başlamasıyla birlikte müslüman araplarla olan bağlar kopma noktasına gelmişti. Birçok cephede Osmanlı Devletiyle birlikte savaşmasına rağmen müslüman arapların önde gelenlerine yönelik tasfiye hareketi Cemal Paşa tarafından 1915 yılında doruğa ulaştırıldı. 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa Mısır seferinde yaşadığı yenilgi ardından Şam'a dönerek başarısızlığına gerekçeler aramaya başladı. Bunun için siyasi ve kültürel Arap liderlerini suçlamaya başladı. Suriye'lilerin ve diğer Arapların Türk hükümetine sadık olmadıkları, Mısır gibi başka yerlerde de Osmanlı Devleti'nden ayrılma örgütlenmeleri yaptıkları iddiasıyla birçok Arap aydını hakkında tutuklama kararı çıkarttı. Paris Kongresi kararları ardından verilen sivil ve askeri Arap personelin yerel işlere yerleştirilecekleri ve Arapça'ya daha geniş kullanım alanı verileceği yönlü sözlere ters girişimler sergileyen Cemal Paşa Arap birliklerini savaşın uzak cephelerine yollamış, Mart 1916'da yürürlüğe giren ve tüm şirketlerin belgelerinde Türkçe kullanılmasını öngören yeni bir yasa hazırlamıştı. Yine kamu yaşamında yaygın olarak Türkçe kullanılmasını mecburi kılmıştı. Arap halkı içinde artık önüne geçilemez düzeyde gelişen arap milli uyanışı karşısında İttihat ve Terakki yönetimi daha önce verilen sözler ve tarihi geçmişe rağmen imha ve baskı politikalarına başvurmayı tercih eder. Cemal Paşa tarafından birçok arap vilayetinde (Humus, Baalbek, Âliye, Beyrut, Şam, Akka, Nasıra, Kudüs, Gazze, Tellüşeria, Birüssebaa, Halilü'r-Rahman ve İskenderun) kurulan Divan-ı Harp mahkemelerinde yörenin önde gelen müslüman arap aydınlarını yargılayarak birçoğu hakkında idam kararı çıkartır. Özünde hukuk işlerinin yerel mahkemeler tarafından yürütülmesi gerekirken Birinci Dünya Savaşı gerekçe gösterilerek bu özel Divan-ı Harb-i Örfiler kurmuştur. Tüm bu olanlardan sonra Orta doğunun inçisi konumunda olan Biladu'ş Şam'ın paylaşılması için kendi güdümlerinde olan Hüseyin bin Ali'nin ve onunla birlikte Sykes-Picot Antlaşmasının sonucunda gerçekleşen hadiseye kısaca değinmek istiyorum. Sykes-Picot antaşması nedir sorusuna verileçek cevap şu şekilde özetlenebilir. I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan Osmanlı Hilafet'in Orta Doğu topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır. Mekke Şerifi Hüseyin (Hüseyin bin Ali), İngilizlerin Hindistan yolunu garanti altında tutabilmek ve önemi giderek artmaya başlayan petrol bölgeleri üzerine hakim olabilmek için başlattığı siyasi operasyonun en önemli piyonu durumundaydı. Alman-İngiliz rekabetinin yol açtığı 1. Dünya Savaşı, bölgede İngiliz yönetiminin oldu bittilerine zemin hazırlamıştı. Hüseyin'e bir Arap imparatorluğu kurmasına yardımcı olacakları konusunda söz veren İngilizler, diğer yanda Hüseyin'e vaat ettikleri aynı toprakların bir kısmını Fransa'ya bahşediyordu. İngilizler aslında Hüseyin'i oyuna getirmişler ve Şerif'e verecekleri Suriye'nin büyük bir bölümünü 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması'yla Fransızlara bırakarak, Filistin bölgesinde de bir Yahudi milli devletinin kurulması için hazırlıklara çoktan başlamışlardı. 1920 yılında toplanan San Remo Konferansı'nda İngiltere ve Fransa, Arap dünyasını Sykes-Picot Anlaşması'na göre bölme sürecini hayata geçirdiler. Müttefikler, söz konusu bölgede dört ayrı bağımsız devlet kurdurdular. Bunlardan Suriye ve Lübnan Fransa'nın kontrolüne verilirken, Irak ve Filistin ise İngiltere'ye kaldı. Fransızların, Şerif'in oğlu Kral Faysal'ı Şam'dan kovması üzerine Britanya, Şerif'e vefa borcunu (!) yerine getirmek için Filistin'i ikiye bölerek Ürdün isimli bir devlet oluşturdu. Ürdün'ün başına Şerif'in oğullarından Abdullah'ı getiren Britanya, Abdullah'tan boşalan Irak Krallığı'na da 1921 yılında Faysal'ı geçirdi. Yüzyıllar süren Osmanlı hakimiyetinden yeni çıktığı için daha önceden hiçbir bağımsız devlet geleneği, müesseseleri ve ekonomik yapısı olmayan bölge ülkelerindeki milli siyasi hareketlerin görünümü de son derce basit ve ilkel durumda idi. Yeni Arap liderleri gelecek hakkında görüşe sahip olmadıkları gibi, statükoyu değiştirecek bir tabana sahip bulunmuyordu. Zira Britanya ve Fransa'nın çıkarlarına göre çizilen Ortadoğu sınırları, bu kolonyal dönemin doğal bir sonucu olarak, tarihi temel ve sosyal gerçeklikten çok uzak bir zemine oturtulmuştu. 2. Kontrolü altındaki manda rejimleri içerisinde en çok Suriye'de zorlanan Fransızlar, uygulamış oldukları baskı politikaları başta Dürzîler olmak üzere Nusayrilerin ve Bedevilerin çıkardığı isyanlara dönüşmüştür. 1925'te, Halep ve Şam "Suriye Devleti" adı altında birleştirilmiş, bir yıl sonra da Lübnan, Suriye'den ayrılarak Fransa'ya bağlı müstakil bir cumhuriyet olmuştur. Alevi ve Dürzî yönetimleri ise 1936'ya kadar ayrı kalmışlardır. 1925-1927 arasında Fransa manda yönetimine karşı çıkan isyanlarda 6000'den fazla insan hayatını kaybetmiştir. Direniş cephesinin kararlı politikası etkisini göstermiş ve 1928'e gelindiğinde Fransız yönetimi ülkedeki milliyetçi örgütlerin çatısı konumunda olan Ulusal Grup Oluşumu'nu tanımak zorunda kalmıştır. II. Dünya Savaşı arifesinde ekonomik anlamda sıkıntılı bir dönem yaşamakta olan Fransa kendi manda idaresindeki ülkelere karşı politikasında önemli değişikliklere gitmiştir. 1936 sonunda imzalanan anlaşmayla Haşim Attasi önderliğinde kurulan ulusal hükümet Fransa tarafından tanınmıştır. Suriye'nin bağımsızlığını tanıyan bu anlaşmayla Alevi ve Dürzî bölgeleri Suriye'ye dâhil edilmiş, Lübnan ayrı bir devlet olarak kabul edilmiştir. Bu anlaşma, Fransa'ya Suriye'nin dış politikasında belirleyici olma ve bölgede iki askeri üs bulundurma vb haklar sağlamıştır. Fransa, Türkiye'nin isteği doğrultusunda İskenderun Sancağı'nın ayrı bir yönetime kavuşturulmasını kabul etmiş, daha sonra Hatay Türkiye'ye katılmıştır. Hatay'ın Türkiye'ye verilmesinin sebebi ise şu şekilde yorumlanmaktadır. Ikinci Dünya harbinin baş aktörü olan Hitler'li Almanya'nın yanında bulunmaması için Fransa'nın Türkiye'ye yapmış olduğu bir cest olarak değerlendiriliyor. Bu ve buna benzer tüm diğer hadiseler o günlerde, ki bu günümüzde çok farklı değil, siyasi bir kaç sebebten ötürü islam beldesi kafirlerin istediği gibi parçaladıkları bir satranç masasını anımsatıyor. Temmuz 1944'te Sovyetler Birliği, Eylül'de ABD, ertesi yıl da İngiltere, Suriye ile Lübnan'ı şartsız bir şekilde egemen devletler olarak tanımışlar ve Fransa'ya Suriye'yi boşaltması için baskı yapmaya başlamışlardır. BM Güvenlik Konseyi'ndeki uzun görüşmelerin ardından, İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Suriye ve Lübnan'dan aynı anda çekilmesi konusunda anlaşmışlardır. Fransa, 17 Nisan 1946'da tüm birliklerini Suriye topraklarından çekmiş olduğunu uluslararası kamuoyuna ilan etmiştir. Böylece, Suriye'de 25 yıl boyunca devam etmiş olan Fransız manda yönetimi sona ermiştir. Baas Partisi, hemen hemen hepsi Batı eğitimi almış ve liderliğini Ortodoks Hristiyan Mişel Eflak'ın ve Selahaddin Bitar'ın öncülüğünü yaptıkları Suriye'li bir grup Arap entellektüeli tarafından, 1943 yılında Arap Yeniden Diriliş Partisi adıyla kurulmuştur. Kaynağını 19.yüzyıldaki romantik-halkçı Alman Nasyonalizm'den alan Baas ideolojisi temelde iki ana teze dayanmaktaydı. Birincisi, tüm Arapların tek bir ulus olduğunu dile getiren Arap Milliyetçiliği, ikincisi ise, Arap Sosyalizmi idi. 1 Şubat 1958'de Mısır ve Suriye'nin birleşmesiyle Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) kurulmuştur. Suriye'deki hemen hemen bütün siyasi yapılar birleşme fikrine destek verdiyse de başı çeken Baas Partisi olmuştur. Kısa bir süre sonra birlik içerisinde huzursuzluklar baş göstermiştir. Huzursuzluğun kaynağı, bu birliktelik veya ortaklıkta ağırlığı oluşturan Mısır'ın uyguladığı bazı politikalardı. Mısır, Suriye'nin içişlerine müdahalede bulunmuş, Suriyeli politikacıları yönetimden uzaklaştırmış ve çıkarılan sosyalist kanunlarla orta sınıfın çıkarlarını tehdit etmiştir. Bütün bunlar, birliğe karşı milliyetçi bir muhalefetin güç kazanmasına neden olmuştur. Eylül 1961'de Albay Kerim el-Nahlavi liderliğindeki Şamlı Sünni subayların gerçekleştirdikleri darbe ile Birleşik Arap Cumhuriyeti sona ermiştir. Darbeyi gerçekleştiren subaylar, darbeyi planlarken, kendileriyle aynı mezhep ve bölgeden gelen subayları stratejik noktalara atamaları dikkat çekicidir. 3. Hafız Esad, 13 Kasım 1970'de Salah Cedit yönetimine karşı askeri darbe yaparak iktidarı ele geçirmiştir. H.Esad, rejimin milliyetçi sosyalist çizgisini değiştirmek niyetinde değildi. Sadece "Düzeltme Hareketi" (Hareketü'l Tashih) ile rejimi restore etmek istiyordu. Yapılan referandumda oyların %99,2'sini alan H.Esad Suriye'nin ilk Nusayri kökenli Devlet Başkanı oldu. Rejimi güçlendirmek ve potansiyel muhalefeti etkisiz hale getirmek için 7 Mart 1972'de Ulusal İlerici Cephe'yi kurdu. Esad rejimine hukuki zemin kazandıran Suriye'nin kalıcı anayasası, Mart 1973'te yapılan oylamaya katılanların %97,6'lık bölümünün desteğini alarak yürürlüğe girdi (katılanların genel halk açısından oranı ise genelde 20% geçmemektedir). H. Esad'ın ilk büyük sınavı veya krizi Hama'da gerçekleşti. Müslümanların gerçekleştirdikleri bu ilk büyük kıyamın sebebi ve neticede gerçekleşen Hama katliyamının nedenleri şu şekilde sıralanabilir. 1966 askeri darbesi sadece devlet içerisindeki bir darbe olarak değil baas partisi içerisindeki bir darbe olarak da tanımlanabilir. Salih Cedid ve Hafız Esad liderliğindeki sol (Alevi) cenah Selaheddin Bitar ve general Amin el-Hafız başkanlığındaki milliyetçi cenaha karşı darbe yapmıştı. Darbe Şam, Halep, Lazkiye, Deyr ez-Zur gibi bölgelerde kanlı çatışmaların yaşanmasına neden oldu. Aleviler ordu içerisinde temizliğe başladı. Önce Sünniler daha sonra ise Dürziler ve İsmaililer temizlendi. BAAS bölge komutanlığı içerisinde 1966-1970 yılları arasında Şam, Halep ve Hama gibi Sünni bölgelerden hiçbir temsilci bulunmamaktaydı. Komutanların yüzde 63'ü Lazkiye doğumlu Alevilerden oluşmaktaydı. 1970 olayları ise Cedid-Esad ikilisi arasındaki çelişkiler sonucunda ortaya çıktı. Neticede Suriye lideri Salih Cedid 23 yıl hapis cezası ile cezalandırıldı. Hafız Esad ise onun yerine geldi. 1973 yılında hukuk oyunu oynandı. Suriye Anayasa'sına göre sadece Müslümanlar devlet başkanlığı görevine gelebilirdi. Aleviler Şiiliğin bir kolu ilan edilerek sorun çözüldü. Bununla da Esad yasalara aykırı eylem içerisinde olmadığını göstermiş oldu. Otuz yıllık egemenlikleri döneminde, yüzde 10 altında bir nüfusa sahip olan Aleviler hükümet, ordu ve istihbarat birimleri içerisindeki koltukların yüzde 90'nını ellerinde tuttular. Aleviler "seçilmişlerin gölge kulübünü" (Yüksek Alevi Konseyi) kurdu. En önemli sosyo-ekonomik ve siyasi kararlar onlar tarafından alındı. Suriye yönetiminin Alevilerden oluşması, halkın büyük bir çoğunluğun müslüman olduğu bir ülkede, doğal olarak dini sorunların ortaya çıkmasına neden oldu. Yaşananlara tepki olarak Sünni muhalefet ortaya çıktı. Rejimi destekleyenlerin sayısının artmasına paralel olarak dini sorunlar da arttı. Muhalifler çoğunluğun dini duygularına hitap etmekteydi. Neticede müslüman halkın buna tepki olarak Hama kentinde Müslüman Kardeşler olarak dile getirilsede, aslında samimi müslümanların gerçekleştirdikleri bir kıyamdır. Müslüman Kardeşler örgütünün Suriye ayanın (Mısır'daki Müslüman Kardeşlerle Suriye'deki Müslüman Kardeşlerin aynı olduğu söylenemez) 1980 yılında Hafız Esad'ı hedef alan suikast girişiminin başarısız olması, şiddetlenmemiş olan Sünni Müslüman-Nusayri çatışmasını çok ileri bir boyuta taşımıştır. Hafız Esad ilk tavrını hapishanelerdeki Sünni Müslümanları öldürmekle göstermiştir. Sonraki süreçte örgüt üyelerine karsı tavrını oldukça sertleştiren Esad, çatışmalara son noktayı, 2 Şubat 1982, Suriye ordusunun bir bütün olarak katıldığı ve çoğunluğu Müslüman yaklaşık 38 bin kişinin (farklı kaynaklarda 10.000 hatta 20.000 şeklinde de ifade edilmektedir) öldüğü Hama katliamı ile koymuştur. Saldırılar sırasında kentteki camilerin önemli bölümü yerle bir edilmiş, Hama'da üç ay boyunca ezan sesi duyulmamıştır. 800.000 kadar Suriyeli ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Katliam sonrasında Müslüman Kardeşler, gücünü büyük ölçüde kaybetmiş; genelindeki örgüt üyeleri ya da sempatizanları ya yurt dışında kaçmış ya da ülkedeki siyasi faaliyetlerine son vermiştir. Hama katliamı, Nusayri topluluğun kendi içinde dayanışma bağlarını güçlendirmiş ve Hafız Esad'ı, Suriye'de rakipsiz bir konuma getirmiştir. Tüm bu ve benzeri olayların tek ve en büyük destekçisi olan ABD ve onunla berabar bölgenin başka bir ABD aktörü olan Israil'in büyük desteğinide unutmamak lazım. Görünüşte sanki düşman gibi olan bu ülkelerinin aslında o bölgede Suriye'den oldukça memnun olduklarını 2011 yılında başlamış olan Suriye'nin cesur müslüman halkının gerçekleştirmiş oldukları ve halen devam eden kıyamı karşısında takındığı tavır ile çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunu pekiştiren bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Haber 13 Haziran 2012 yılında haber merkezlerine düştü ve NeoCon çevrelere yakınlığı ve İslam düşmanlığı ile tanınan Daniel Pipes'ın Washington Post'da yayınlanan bir yazısı ile alakalıdır: "BATININ ÖNCELİĞİ KENDİ GÜVENLİĞİ" Batılı ülkelerin önceliğinin "kendi güvenlikleri" olduğunu belirten Pipes, "Batılılar Suriye'ye sadece Suriyelilerle ilgili endişeleri yüzünden bakacak kadar güçlü ve güvende değiller" görüşünde... Pipes, Washington Post'ta yayımlanan yazısında, Yakın Doğu Politikaları Enstitüsünden Robert Satloff'un, Suriye iç savaşının ABD'nin çıkarlarını tehlikeye soktuğuna yönelik tezlerini de değerlendirdi. Esad rejiminin kimyasal ve biyolojik silah deposunun kontrolünü kaybedebileceği görüşünü, " Evet ama ben daha çok arkasından gelecek İslamcı hükümetin eline geçmesinden korkuyorum" (dunyabulteni.net) Her açıdan Suriye'nin şuanki dikta rejimi ve demir yumrukla elde edilmiş suni istikrar batının kesinlikle arzuladığı bir olgu. Dolayısıyla batı kesinlikle bu bölgenin değişmesini istemiyor. 4. Dördüncü ve son bölüm olan Müslümanların şu günlerde şiddettini gittikçe arttırdıkları şanlı kıyamın dört gözle ikinci Raşidi Hilafet Devleti ile neticelenmesini umduğumuz anektodlarla alakalı olacak. Biladu Şam beldemizin konumu ve stratejik öneminden ötürü kafirlerin çok önem verdiği bir belde olarak karşımıza çıkıyor. Halbuki biz müslümanlar onların bilmediği belkide bildikleri için korktukları bir üstün bilgiye sahibiz. Resulullah'ın biz müslümanlara müjdelediği bir hadisi şerifinde bakınız nelerden bahsediyor. Rasulullah (s.a.v.) biz müslümanlara müjde olarak, mübarek Şam topraklarına işaret ettiği bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü imanları şaşkınlık uyandıracak derecede olan bir takım kavimler gelecek. Önlerinden ve sağ taraflarından nur (parıltı) onları takip eder. Ve onlara, "Bugün sizlere müjdeler olsun, selam olsun sizlere, (işte bu cenneti hak edecek) tertemiz bir hayat yaşadınız. İşte şimdi sonsuza dek kalmak üzere oraya giriniz" denecek. Allah Teâlâ'nın onlara olan muhabbetinden dolayı melekler ve nebiler onlara gıpta edecekler." Ashab, "Onlar kimler Ya Rasulullah?" diye sordu. Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, "Onlar ne bizden ne de sizden değildir. Sizler benim Ashabımsınız onlar ise kardeşlerimdir; onlar sizden sonra gelecek ve insanların Kitab'ı (Kur'an'ı) geçersiz kıldıkları, Sünnet'i öldürdükleri (değersizleştirdikleri) bir zamana tanık olacaklar ve (tekrar) Kitab'a ve Sünnet'e yönelecekler, onu tekrar diriltecek, okuyacak ve onu insanlara öğretecekler. Onun uğrunda sizin karşı karşıya kaldığınız eziyetlerden daha şiddetli ve daha ağır eziyetlerle (işkencelerle) karşılaşacaklar. Onlardan birinin imanı sizden kırk kişinin imanına, onlardan birinin şehadeti sizden kırk kişinin şehadetine denktir. (Zira) Sizler hakikat (din konusunda) yardımcılar bulurken onlar din konusunda onu da bulamayacaklar, zalimler onları her taraftan çepeçevre kuşatmış olacak. (İşte) Onlar Mescid-i Aksa'nın omuzlarında (Biladu'ş-Şam'da) bulunacaklar. Tam da böyle bir halde iken Allah'ın yardımı onlara gelecek ve İslam'ın izzeti eliyle (çabalarıyla) gerçekleşecek." dedi ve sonra şöyle dua etti: "Allah'ım! Onlara yardım et ve havuzun başında onları dostlarım kıl." Subhanallah Rabbim bu üstün müslümanların yanında onlarla beraber olmayı hatta bizleri onlardan eylemesini canı gönülden istemeliyiz. İstemekle yetinmeyip olayın ciddiyetini ve elimizde bulunan bu son fırsatı çok titiz bir şekilde değerlendirmek zorundayız. Aksi taktirde vallahi çok büyük kayıp içinde oluruz. Suriye'deki kıyam 26 Ocak 2011 tarihinde başladı; ama 15 Mart günü Dera'da toplu gösteriler patlak verene kadar münferit olaylar şeklindeydiler. Şuan itibarı ile hemen hemen tüm ülkeye yayılmış durumda. Şam ve Halep bölgelerinede sıçramış olması manidardır. Şu kıyasın yapılması doğru değildir. Neden baştan beri ayaklanmalar bu iki büyük şehirde başlamadı, Mısır ve Tunus'da olduğu gibi denilemez. Bunun cevabını şu şekilde vermemiz mümkün. Şayet ayaklanmlar bu iki şehiride içerdiğinde baaslı Beşar Esad hainleri çoktan ya ülkeden kaçmış olacak yada akibetleri Kaddafi gibi olacaktır. Yani Suriye'nin gaddar ve gözü dönmüş şebbihaları ve istibahratları bu iki ülkeyi öyle bir koruma halkasına almışlarki, sanki her sokakta asker veya polis var havası hissediliyor. Rejimin son kaleleri olan bu bölgelerin adeta can damarları olarak bilinen ticaret ve çarşılarınada protestoların yayılmış olduğu haberi Hizb ut Tahrir hareketin Suriye kolunun vermiş olduğu Mayıs sonu beyanında görmekteyiz. Bakınız Hizb ut Tahrir Suriye'den 29 Mayıs 2012 tarihinde şu gerçekler hatırlatıldı: Ayrıca Şam grevlerinin oluşması, Beşar'ın otoritesinin sarayından, güvenlik karargahından ve kışlalarından öteye geçmediğini göstermektedir. Zira meşhur Hamidiye çarşısı kapandığı gibi bunu, onun ikizi el-Harîka ve Asruniye çarşısı, Arkeolojik Mithat Paşa çarşısı, Halid İbn-u Velid sokağı ve diğerleri takip etmiştir... Nitekim Şam'ın kalbindeki bu grev, hala içindeki zehrini kusmaya devam eden rejime vurulmuş güçlü bir şamardan ibarettir. Evet değerli ve izzetli müslümanlar, ellimize geçen bu büyük fırsatı iyi değerlendirirsek biiznillah kutlu sonun çok yakın olduğunu bilmeliyiz ve bu bilinç ve azimle çalışmalıyız. Rabbim Biladu'ş Şamın yarın belkide yarındanda yakın bir zamanda Hilafetin ilanını görecektir. İnşallah o şanlı ve üstün günlerin tez zamanda gerçekleşmesi temennisi ile konuma son vermek istiyorum. Kardeşiniz; Mehmet Aydın 01/07/2012