Mehmed MAKSUT

02 Eylül 2011

UMUDUN GÜCÜ

İnsanoğlu sosyal ve sorumlu bir varlık olması hasebiyle hayatın içerisinde birçok sıkıntı ve zorlukla karşılaşmaktadır. Bu zorluk ve sıkıntılar modern denilen çağda daha da artmakta ve insanı çok ciddi anlamda esaret altına almaktadır. Bu sıkıntılar afakî ve enfüsi olmak üzere iki yoldan kaynaklanmaktadır. İnsan sıkıntılı sürecinde ayrıca birçok sorunla karşılaşmaktadır. Ve bir anda olumsuz ruh hali insana hâkim olmaktadır. Bir bakıyorsunuz sorunlar, sıkıntılar yığılmış kalmış önünüzde. Adeta bir sebep arıyorlarmışçasına hazır kıta bekliyorlarmış dersiniz kendinize.

Oysa bu sıkıntılı  süreçlerde kendimizi toparlayıp, sağlıklı düşünme melekemizi biraz olsun yitirip, mücadele etme gücümüzü kaybettiğimizden dolayı diğer sorunlar hızlanarak önünüze olumsuz bir tablo olarak çıkar. Bu tür durumlarda yaşadınız toplum ve hayat size hiçbir şey ifade etmiyor kanaatini zihninizde taşırsınız. Bir an yaşadığınız topluma küs olmuş gibi davranır, kendi içinizde bir dünya kurarsınız. Hatta kısa süreli de olsa kimseyle konuşmak istemezsiniz, kimseyi görme gibi bir isteğiniz olmaz. Sadece ıssız bir yerde yalnızlığı dinlemek istersiniz. Yani bir an Hira’ya inzivaya çekilmek gelir içinizden. Hatta bunu gören dostlarınız; “İnsanlarla ilgilenmekten kaçıyor, toplumdan, yaşanılan sıkıntılardan bıktı, İslam’da inziva yoktur mevzi tutma vardır”  gibi sözlerle sizi anlamadan yargılamaya başlar. Oysa yüreğinizden geçenleri bilmeden ezbere konuşuyor kanaati oluşur zihninizde fakat bunu kardeşinize üzülmemesi için söyleyemezsiniz.

Biraz hayatın kirli havasında, gürültüsünden, acı dolu yankılardan, kaybedilenleri unutmak, kazanılanları değerlendirmek, zamansız ayrılıklardan uzak bir şekilde düşünüp muhasebe etmek için yalnız kalmak istiyorsunuz sadece.  Yalnız kalıp düşünmek, çözümler üretebilmek için istiyorsunuz. Nerede yanlış yaptığınızı, neleri ihmal ettiğinizi, neleri öncelemeniz gerekirken ihmal ettiğinizi, neleri hayatın amacı  haline getirdiğinizi, neleri severken kaybettiğini ve kaybederken kayıpları ne kadar unutabildiğinizi, Allah için neler yapılabilirken yapamadığınızı, yalnız ve kimsesiz bırakılmış bir papatyayla hasbıhal etmeyi… Velhasıl hayata dair vicdanınızın ve sessizce içinizden yükselen çığlıkların sesini duymaktır istediğiniz.

Umutsuzluk ve inançsızlık girdabında kaybolan bir nesil için inanç, direnç ve umut olmak istiyorsunuz. Küfrü ve tüm olumsuzluklarını gölgede bırakıp güneşin buzu erittiği gibi umutsuzluğu, dirençsizliği ve inançsızlığı eritecek tohumlar ekmek istiyorsunuz tertemiz topraklara. Tüm derdiniz, sıkıntınız, sevdanız; inancınızı  pasifize etmeden, direncinizi yitirmeden, umudunuzu kaybetmeden, hedefinizden ve gayenizden taviz vermeden İslam’ın nefesini alabilmek, sıkıntıları  yenebilmek içindir istediğiniz. Ancak iyi şeyler düşünmeye çalışırken bile sorunlar olmadık şekilde takılıyor yeniden kafanıza. Bir şeyler hatırlanıyorsunuz. Unutmaya söz verdiğiniz halde unutamadığınız  şeyler sizinle birlikte geliyor yalnızlığı seçtiğiniz yere. Anlıyorsunuz ki insanlardan uzaklaşsanız da acılarınızdan uzaklaşamıyorsunuz. Bir gömleği çıkarır gibi acılarınızı, sorunlarınızı, sıkıntılarınızı çıkaramıyorsunuz. Yalnızlığı  yaşarken bile bir an dikilip karşınıza izin vermiyor iyi şeyler düşünmenize. Kendi kendinizle hasbıhal edersiniz. Dostluğun insana özgü bir şey olmadığını; yalnızlıktayken kedinin, kelebeğin, papatyanın, denizin, suyun, toprağın, erguvanın, kalemin, boş sayfaların nasıl size dostluk yaptığına da şahit olursunuz. Bazen yüreğiniz sizi dinlemez. Sende mi ey yüreğim… Sende mi acılarımızı taşımaktan yoruldun diye yüreğinize sitem edersiniz. Sonra kendinizi toparlar gibi ben güçlüyüm, zayıf değilim, bunu da atlatırım, yıldıramaz beni hiçbir sorun deseniz de, içinizde gücünüzü bitirmek istercesine bir çığlık yükselir. Böyle içinizde bir muhasebe savaşı verirken sağlık problemleri eklenir sıkıntılar arasına durduk yerde… 
 
Tüm bunları yaşarken çok ani güzel şeylerde görüyor ve yaşıyorsunuz. Her şeye bir farklı bakıyorsunuz. Nefesi ağzınızla değil yüreğinizle alıyorsunuz, yüreğinizle her şeye bir merhametle yaklaşıyorsunuz. Hiç beklemediğiniz bir anda hüzün ile sevinci beraber yaşayabiliyorsunuz. Sabah yakın değil mi ayeti birden soru olarak zihninizin en karamsar ve kırılgan bulutlarını dağıtmaya gelir. La tehzen innallahe meanâ” dersiniz ve tüm sıkıntılarınız umutsuzluklarınız, dirençsizlikleriniz bitmeye yüz tutar. Bu ayetin sizde tezahür ettiğini yaşayarak hissedersiniz. Rabbim sıkıntılarım sanırım bitiyor dersiniz. Eğik olan başınız izzetlice kalkar, bilekleriniz güçlenir, sizi taşımaya takati olmayan ayaklarınız küheylan atları gibi koşmak ister. Solgun yüzünüz açmaya,  gülmeye başlar. Ciddi anlamda nefes aldığınızı, yaşadığınızı hissedersiniz. Ben varım dersiniz. Yıldızlara bakarken, yorgun gözlerle uykuyu ararken bulamadığınız günler geriye doğru akmaya başlar. “Üzülmeyin, gevşemeyin. İman etmişseniz üstün olanlar sizlersiniz.” Ve o an diyorsunuz ki; inanırsam gevşemezsem üzüntüye yenilmeyip umutsuzluğa kapılmazsam bir şeyler umuda dair değişecek. Yeniden ekilen tohumlar küfrü korkutarak boy verecek. Zalimlerin nasıl bir inkılâpla devrileceklerine dair beklenen günler yakınlaşacak. Aramızda döndürülen günler bizden yana olacak. Her şey aslına dönecek.  Allahın nuru tamamlanacak ve İstikbal İslam’ındır sözü gerçekleşecek.

Geçenlerde yukarıda ifade edilen ızdıraplı dönemi teneffüs ederken bir öyküyü okudum. Ve öyküyü okurken vermek istenilen mesajları almaya çalıştım. Her şeyden öte umudun ne kadar önemli olduğunu çok fesih, sade ve öz bir şekilde bu öykü anlamaktaydı. Sizlerle paylaşmak istiyorum. Ve bu öykü aslında yazının yazılmasına teşvik edici oldu. Umarım okuyunca umutsuzluk girdabındaki toplumda umudun ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Ve umudumuzu yitirdiğimiz anda neleri de kaybedeceğimizin kısa muhasebesini bizlere yaptırır.  

‘’Dört tane mum karanlık bir gecede usul usul yanıyormuş. Mumlar etrafı aydınlatmak için yanarken ayrıca birbirleriyle konuşuyorlarmış. Ortalık o kadar sessizdi ki, mumların konuşmalarını duyabiliyordunuz…

Birinci mum demiş ki: Benim adım “BARIŞ”. Ama kimse benim yanmama yardımcı olmuyor. Kimse ben yanarken benimle ilgilenmiyor. Sanırım yakında söneceğim der. “BARIŞ” mumunun alevi kısa süre sonra hızla azalmış ve sonunda tamamen sönmüş.

İkinci mum mahzun papatyalar misali hüzünlü ve ürkek bir sesle seslenmiş: Benim adım “SEVGİ”. Artık benimde dayanacak gücüm, yanacak takatim kalmadı. İnsanlar beni unuttu. Hor kullanıldım, değerimi hiç anlamıyorlar. “SEVGİ”de daha fazla bekleyemeden sönüp gitmiş.

Üçüncü mum, Benim adım “VEFA.” Ne yazık ki artık vazgeçilmez değilim. İnsanlar beni çok yıprattı. Onun için, bundan sonra yanıp durmamın bir anlamı kalmadı der dostlarına. Sözlerini tamamladığı an esen hafif bir rüzgârla oda dayanamaz. Esen rüzgârla birlikte tamamen sönmüş.

Tüm bunlar olurken odaya “Papatya” adlı küçük bir kız çocuğu odaya girmiş ve üç mumunda yanmadığını görmüş. Karanlıktan korkan küçük kız çocuğu korkak bir sesle mumlara seslenerek: “Neden yanmıyorsunuz? Sizin sonsuza dek yanmanız gerekmiyor muydu?” demiş. Ve ardından mahzun ve titrek bir sesle ağlamaya başlamış. Tam her şey olumsuz gidiyor derken dördüncü mum konuşmaya başlamış: Korkma küçük Papatya, ben yandığım sürece öteki mumları da yeniden yakabiliriz. Çünkü benim adım “UMUT”tur. Çocuk parlayan gözleriyle “UMUT” mumunu almış ve öteki mumları birer birer yakmış. Karanlığın umutla nasıl aydınlığa kavuştuğunu anlamış. Ağlamanın fayda etmediğini aksine umudun daha yararlı olduğunu bilip hayata umutlu bakmanın ilk dersini almış.

Değerli dostlar, Umudunuz varsa karanlıkta kalmazsınız... Umut ışığınız varsa değerlerinizi yeniden işlevselleştirebilirsiziniz. Vefa’yı, Barış’ı Sevgi’yi ve daha nice güzel değerleri canlandırıp tutuşturabilmemiz için her zaman Umutlu olmalı ve umudu kullanmalıyız. Umudunu kaybeden aydınlığını kaybeder. Umutlu olmanız ve umudunuzu kaybetmemeniz duasıyla…

Selam ve Umud ile…