KUR'AN BİZİM NEYİMİZ OLUR?

Mustafa BOZACIOĞLU

26-04-2025 14:25


‘Kur’an ayı’ olarak tesmiye ettiğimiz ramazan-ı şerifi idrak ettik ve uğurladık. İnşallah müstefid olanlardan ve onunla ihya olanlardan olabilmişizdir. O idrak; sıradan bir kavuşmayı, karşıla(ş)mayı değil, künhüne vakıf olup, sebeb-i hikmetini kavrayıp gereğini gereğince yapıyor olmayı gerektirir malumunuz.

Kur’an ayı olunca, olanca kemiyette bir Kur’an hemhalliği görünüyor, yaşanıyor müslüman beldelerinde. Mukabeleler… Hatimler, hatimle kılınan teravihler… Lakin sorgulamaya, irdelemeye çalıştığımız olgu da işte bu ‘hemhallik’!

Kelimenin terkibine bakınca ‘haldaşlık, aynı duygu ve doku, aynı bakış ve duruş, ortak hassasiyetler, tam bir mutabakat, örtüşen hedefler ve süreçler, aynı kaygılar, bütünlük, tam bir uyum ve muvafakat vb.’ hususlar kast edildiği anlaşılabilir.

Gel gör ki durum hiç de böyle cereyan etmemektedir. ‘Kur’an’ denilince yine hemen her konuda olduğu gibi bir vasattan, orta yoldan, itidalden, olması gerekenden bahsedemiyor, ifrat ve tefrit durumlarıyla karşı karşıya kalıyoruz! Çok merak ediyorum, burada bizim malum ‘ifrit’in dahli, sorumluluğu, cürmü var mıdır, ne kadardır?!

Bir kesimimiz var ki ‘Kur’an’ denilince kutsallık ve dokunulmazlık boyutu ile onu yere göre sığdıramaz, öpüp koklayıp, sarıp sarmalayıp baş üstünde(!), duvarda kılıf içinde, rafta en mutena yerde tutar. Okur, üfler; yüzüne gözüne sürer! Yine bir kesimimiz de var ki onu sıradan bir ürün, herhangi bir kitap gibi, arkeolojik malzeme gibi tüketir, deşer, kurcalar, bu kurcalamadan kurgular üretir, kendini tüm kullanım haklarını haiz, tek yetkili ve etkili merci görür, o metni tüketir, ona dilediğini söyletir ve beşeri bir düzleme indirip, aşkın bir makamdan indirilmiş olduğunu yadsıyarak, oryantalist bir taarruzu da aşacak boyutta keyfe keder ve nefsin hevasınca, mızrağın ucundaki bir nesne mesabesinde, dahası mızrak gibi de olacak şekilde onu bir sarf malzemesi kılar! Şimdi siz karar verin hangisi ifrat, hangisi tefrit diye!.. Bir kesimi abdestsiz dokun(a)maz, diğeri abdesti kale almaz! Bu iki aşırı uç, dengenin bozulduğu hengamede, vasat olan, mutedil olan, bizden istenen ve beklenen, olması gereken boyutuyla; ‘Kur’an bizim neyimiz olur ki?!’ diye sormadan, düşünemeden geçemiyor insan…

Bir ‘gönüle sığan/tenzil edilen’, diriltmek, diri olanları uyarmak ve her şeye rağmen görmemekte, işitmemekte direnenler için söz/hak vaki olsun için indirilen, müjde yanında uyarı ve ikazı da içeren, ‘hayat nizamı’, ‘yol pusulası/kılavuzu’, ‘sıbgatullah/Allah’ın boyası -ki hayata, yaşama, O’ndan daha güzel anlam renk ve amaç verebilecek kim vardır?!-’, şifa pınarımız, ziyamız, furkan, nur, cahilyeden kurtulmamız için bir ‘ilm’, hidayet kaynağımız, kendisinden hesaba çekileceğimiz, asla unutmamamız, hep hatırımızda tutmamız istenen ‘zikr’, Rabbimizi, emir ve yasaklarını, dost ve düşmanımızı, helalleri ve haramları, ibadetleri ve menasiklerini, ahireti, elçilerini -yol ve yöntemi-, yoldaki çeldiricileri/saptırıcıları, şeytan ve avanesini öğreneceğimiz, üstü çizilen kavramlarla donanmamız, altı çizilen kavramlarla sakınmamız istenen, yaratan ve yaşatan, emreden, din gününün yegane sahibi tarafından sunulan bir lütuf, rahmet ve nimet olarak ‘usve-i hasene/en güzel örnek olan, bize şahitlik eden elçi vasıtasıyla gönderilmiş ‘urvetül vuska/kopmaz kulp’, ‘Allah’ın ipi’ olan Kur’an, ifrat ve tefrite hasredilemeyecek; ‘anlamak/inanmak ve yaşamak’, ‘ahlak edinmek’, ‘ittika/takva sahibi kılınmak’, ona bakıp onunla cehd ederek, ondan sual olunacağımız, onunla ‘Rıza-ı ilahiyi’ ve dolayısıyla ‘cenneti/vaad’ veya aksi durum ve tutumlarla maalesef ‘cehennemi/vaid’i’, ellerimizle yaptıklarımız yüzünden, tercihlerimizle hak edeceğimiz ‘Alemlerin rabbinden’ bir beyyinedir, beyandır.

Her şey açık ve net! Onunla dileyen Rabbine giden yolu da bulabilmektedir, yani Mevla’sını ve dileyen de belasını…

Kur’an ayı ramazan geldi, geçti; hatimler hatimlere, mukabeleler mukabelelere eklendi. Pekiyi Rabbimizden ne mukabele gördü, buldu?! Bu sual bir gayp taşlaması değildir, takdir edersiniz. Görünen köy kılavuz istemiyor! Ne ise halimiz o çıkıyor fa(a)lımızdan(!)… Yani ‘faaliyet’ söz konusu bizim rengimizi açık eden, sonucu ortaya çıkaran! Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatı olarak veya yapmadıklarımız da yapmayacaklarımızın teminatı olarak!

Bakalım bu ayın –diğer aylara bakmazlığımız gereği gibi- öncesine ve sonrasına; ne idik, ne olduk?! Ne umduk, ne bulduk?! Elde avuçta kalan ne?! Kârda mıyız, zararda mı? ‘Nerede o eski ramazanlar?!’ demeye devam mı ediyoruz, edeceğiz?! Şimdi de ekleyelim mi ‘Nerede o eski/eskimeyen Kur’anlar?!’ diye… Var mı onun okunuşunda, ona yaklaşımda, ona verilen değerde, ona bakışta, onunla kurtulma umudunda/durumunda bir değişme ve gelişme?! ‘Var!’ diyen varsa beri gelsin! Maalesef ve ne yazık ki yok! O olmadığındandır ki, bu mahallede/beldelerde değişen de bir şey yok! Olamaz da zaten! Hal-i pür melalimiz aynıyla vaki! Kendi himmete muhtaç dedeler gibiyiz, nerede gayra himmet edebilme?! Neden; zira Kur’an mehcur da ondan…

Bugün haksızlık etmeyelim bunun bir istisnası var ki o da Gazzeli, hakkıyla teslim olmuş ve iman etmiş mücahit kardeşlerimiz. Bakınız Kur’an hıfzı da oralarda çok önem verilen, Kur’an talim ve tedrisatı öne çıkan bir durumdur. Niye onlardaki yansımalarla bizlerdeki tezahürler örtüşmüyor o zaman?! ‘Terbiye’ boyutudur, ahlak edinilme sorunudur, bizlerde eksik kalan desek, ne dersiniz?! Kur’an aynı Kur’an, resul aynı resul, Allah aynı Allah! Fark ne?! Eksik olan nedir?! Yanlışlık nerede?! Bunun tek cevabı olsa gerek; demek ki teslimiyet aynı değil, iman da aynı nitelikte değil!

Şimdi bizler genellikle ve çoğunluğun yaptığı gibi hal-i hazırdaki boyutlarıyla gece gündüz Kur’an okumalarını/ziyafetlerini/güzel okuma yarışmalarını sürdürsek, daha fazlalarını da eklesek, hiç de durmasak –Osmanlı geleneğinde başlayıp halen 365-7/24 sürdürülen Kur’an kıraatlerini/hatimlerini de hatırlayalım- Kur’an’a önem vermiş, değerini ihsas ettirmiş olur muyuz?! Ölülerimize okumayı sürdürsek, düğünde bayramda seyranda, dağda bayırda okusak, hafızlarımıza hafız eklesek –işin muhafazasını kastettiğimizi, bunda bir küçümseme iması dahi bulunmadığını bilenlerimiz bilir-, altın zümrüt kaplar içinde saklasak, hattına eğilip farklı stillerde yazıp serlevha etsek, el bassak, öpüp yüzümüze gözümüze sürsek Kur’an’ı ta’zim etmiş olur muyuz?!

El cevap; olmayız! Olmayacağımızın resmi de müslümanım diyen coğrafyaların, eli işte(!) gözü oynaşta, her türlü yoksulluk ve yoksunlukla, hak ve hakikatten uzak, ahlaktan bigane, adaletten mahrum, tevhid ve tekbirin anlamına uzak, zalime meyl ile zulümat altındaki edilgenlikleri değil midir?! Karanlıklardan aydınlığa, zulümattan nura, batıldan hakka çıkaracak, yeryüzünün imarıyla tüm insanlığa huzur ve saadet getirecek, silm ve selam yurdunun daveti eğer dikkate alınsa, onun hatırı gözetilse, ona uyulup ittiba edilse, yapışılsa, ona sığınılsa, onun şifa ve ziyası baş tacı edilse, buyrukları tutulsa, nehiylerinden sakınılsa böyle mi olurdu?! Daha başka ne misal bekliyor, hangi kriteri istiyorsunuz!?

Kur’an mehcur bırakılınca, ister ifraten, ister tefrit olarak ekseninden kaydırılınca, başka ne bekliyorsunuz ki?! İbadetlerin arasındaki bağ kesilince ve yanlış yerlere bağlanınca onlardan beklenen murad ortaya çıkmıyor, hikmet tahakkuk etmiyor ve beklenen hasıla da gerçekleşmiyor. ‘Beklenen hasıla’ derken bunun kişinin lehine kaydedilecek sevap kısmı bir tarafa öncelikle ‘rıza-i ilahiyi’ celp etmek ve cemaat/toplum olarak istenen yönde, nefislerimizdekini değiştirerek (Rad/11) ve bahşedilen nimet asliyle muhafaza edilmiş olarak (Enfal/53), sırat-ı müstakim üzre olup kalmak kastımız malumunuzdur.

Sahi ‘Kur’an bizim neyimiz olur?’; ölülerimize okunan bir kitap mı, hastalıklarda yazılan bir muska mı, arkeolojik bir nesne mi, istenildiği gibi oraya buraya çekiştirilebilecek bir malzeme mi, cifr-ebced hesabıyla çıkarımlar yapılacak bir gizem mi, her harfinde, farklı sûrelerinde okundukça bonus verecek bir aparat mı, batıni manalar devşirilecek, keyfi olarak anlamlar üretilecek kelimeler yığını, edebiyat ürünü mü, kârilerin okuyuşuyla coşulacak –bu okunmasındaki sevap kısmı saklı kalmak üzere ve örneğin bir Abdussamed okuyuşundan gönlü titremeyen, tüyleri dikilmeyen, yüreği ürpermeyen de yoktur herhalde- bir metin mi, yoksa yolumuzu yönümüzü onunla bulacağımız, kurtuluşa onunla erebileceğimiz, hak ve hakikati ondan öğrenebileceğimiz, ahiretimizi onunla kazanabileceğimiz, ona sarılıp tutunarak sırat-ı müstakim üzere kalabileceğimiz, Rabbimize giden yolu ve O’nun rızasını bu vesileyle ancak kazanabileceğimiz, her nimetin üstünde gerçek bir nimet, şirk, küfür, batıl, fısk-u fücur, fitne ve fesat, zulüm, haksızlık ve hadsizliklere şifa, cahiliye karanlıklarından çıkış için bir nur ve ziya, hakkı batıldan ayıran bir furkan, resullerin örnekliği, önderliği ve şehadetleri ile doğru usul ve yöntemi tanıyacağımız, her şeyin ayan beyan açıklandığı bir beyyineler cem’i midir?!

Nimet oluş da, oruç şükrünün dayanağı da, nefislerimizdekinin de o yönde değişimin beklendiği hakikat de; Kur’an… Topraktan yaratılan insan tüm tedarikini de ondan yapmaktadır. Ona ‘ruh üflenmesi’, ‘Kalu bela!’ itirafındaki gerekçeler de Rabbimizden bizlere inzal edilen ‘ruh’ olarak Kur’an’la bizleri muhatap kılıyor. Onunla biliyoruz helalleri haramları, onunla tanıyoruz şeytan ve avanesini, onunla bulabiliyoruz; yönümüzü, yolumuzu, sırat-ı müstakimi ondan öğreniyoruz; yaratıcımızı, yöneticimizi, ilah ve rabbimizi, onunla idrak ediyoruz; ahireti, cennet ve cehennemi, onunla beyan edilmiş ibadetlerimiz, ahlaki umdelerimiz, ondan öğreniyoruz sakınacaklarımızı; kişilik/kimlik ve kurum olarak ve dahi şirk, küfr, fısk-u fücur, ifsad ve nifak gibi, onda buluyoruz tâbi olacağımız örneğimizi, üsve-i hasenemizi, onunla çiziliyor sınırlarımız, onunla bildiriliyor sorumluluklarımız…

Doktor size bir reçete yazmış, teşhiste bulunmuş, tedavi önermiş; siz kalkıp bunu sadece okuyup üflüyor, sarıp sarmalayıp boynunuza asıyor, sabah akşam suya batırıp içiyor ve sonra şifa, necat bekliyorsunuz! Bal kavanozunu dışından yalıyorsunuz!

Teslim edelim kendimizi Kur’an’a, ona hakkıyla teslim olalım! Bakalım bizden ne istiyor, ne teklif ediyor? Teşhisi ne, tedavisi nasıl? Onunla doğru bir irtibat kurarsak, ilişkiyi sağlamlaştırırsak o zaman sadrımıza şifa, gönlümüze ferah, yolumuza ışık olacaktır. Ferasetimiz, basiretimiz açılacaktır. Rabbimiz kolay olanı bize kolaylayacaktır. Nasıl Resul-ü ekrem (s) ve ashab-ı güzin ona tutunup sarılarak, yalnız Allah’a sığınarak kurtuluşa ermiş ve dünya gözüyle de huzura ermişlerse, bizler için de tek yol, tek çare Kur’an’a hak ettiği, olması gereken değeri ve önemi vermek, onu mehcur olmaktan çıkarmak, tek çıkış, tek kurtuluş için ona yönelmektir. Bu değer ve önem ‘resulünün/resullerin ve ashabının/ensarîn’ verdikleri oran ve miktarca, o nitelik ve nicelikte, olmak durumundadır.

Çıta, seviye o! Eksiltmek eklemek yok! Rabbimiz gücümüzün üstünde bir yük teklif etmediğine göre ve cennetini de ‘mal ve canlar karşılığı’ bedelle rehin kıldığına göre başka çaremiz de yok, sığınağımız/tutamağımız da!

Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Dergisi Nisan Sayısı

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN