FEMİNİZM -II-

Bünyamin ZERAN

01-05-2021 13:52


Varoluşçu Feminizm

Varoluşçu feminizm dediğimizde kuşkusuz akla gelen isim Simone de Beauvoir’dir. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” aforizmasıyla meşhur bir isimdir. Simone de Beauvoir, kadının tüm tarihini yapanların erkekler olduğunu söyler. Kadınların tarihte bir iz bırakmama sebebi olarak yıllarca ezilmiş ve kötü koşullar içinde hapsolmuş olmalarına bağlar. Koç Üniversitesi yayınlarınca yayımlanmış iki ciltten oluşan “İkinci Cinsiyet” kitabı varoluşçu feminizmin olduğu kadar diğer feminist türlerin de başucu kitapları arasındadır. Simone de Beauvoir, biyolojik olarak kadın ve erkeğin varolduğunu ama kadın olmayı toplumun dayattığını söylemektedir. Kadın erkek için cinsiyettir, doğal olarak da mutlak öyledir. Kadın kendini erkeğe göre belirler ve farklılaştırır, erkek kadına göre değil; kadın, özsel olan karşısında özsel olmayandır. Erkek Özne’dir, Mutlak olandır, kadın Başka‘dır. Her şey onun düşlerinde, görkemli bir gökyüzüne götürülmek üzere kendisini erkeğin kollarına teslim etmeye davet eder. Mutlu olmak için sevmek gerektiğini öğrenir. Sevilmek içinse aşkı beklemek gerekir. Kadın uyuyan güzeldir, Eşek Derisi’dir, Kül Kedisi’dir, Pamuk Prenses’tir, kabul eden ve maruz kalandır. Şarkılarda, masalllarda genç adamın kadını aramak için yollara düşüp çeşitli serüvenler yaşadığını görürüz. Ejderhaları alt eder, devlerle dövüşür. Kadı ise bir kuleye, saraya, bahçeye, mahzene kapatılmıştır. Bir kayaya zincirlenmiştir, tutsaktır, uykudadır. Doğal olarak kadın hep edilgen erkek ise etken bir varlık olarak tarihsel öğretide şekillenmiştir. Anne olmanın çok da matah bir şey olmadığını ifade etmektedir. Bir kadın anne olurken geçirdiği biyolojik evrelerin kadının sağlığına oldukça zarar verdiğini ve kadın bedenini çökertebildiğini ifade etmektedir. Çocuğa süt verilmesini de süt verme köleliği olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda kadın eşcinselliğini kadın özerkliği ile teninin edilgenliğini uzaştırma yolu olarak görür. Doğal olarak kadının kürtaj hakkını savunmuş ve evlilik kurumuna karşı çıkmıştır. Evlilik De Beauvoir’e göre erkekler için bir yaşam tarzı, egemenlik alanının genişlemesi iken kadın için yalnızca bir yazgıdan ibarettir. Ona göre evliliğin kadın için dramı evliliğin kadına vadettiği mutluluğun güvencesini vermemesi değildir -mutluluğun güvencesi olmaz- onu sakatlaması, tekrara ve alışılmış bir düzene yargılı kılmasıdır. Kadınların yaşamının ilk yirmi yılı çok üretkendir der. Sonrasında evlenir ve bir erkeğe bağlanarak bundan sonraki hayatının tamamının tek düze bir hayat içinde kaybolduğunu ifade eder. Ekonomik açıdan fahişenin durumunun evli kadının durumuyla simetrik olduğunu kabul eder. Kendilerini fuhuş yoluyla satan kadınlarla evlilik yoluyla satanlararasındaki tek fark, sözleşmenin süresi ve saptanan bedel olduğunu iddia eder.her ikisi için de cinsel edimbir hizmettir diye devam eder. İkinciler hayat boyu tek erkeğe bağlanmışken, birincilerin ise parça başı ücret ödeyen bir çok müşteriye sahip olduğunu savunur.

 Bu eserinde Freud’un psikanalitik yaklaşımını ele alır ve Freud’un kadının üstünlüğünü sembolize eden cinsel organdan mahrum olduğu için, toplumsal olarak ikinciliğe mahkum olduğu biçimindeki tezini şiddetle eleştirir. Biyolojik kadın ve erkek olmanın Darwin’in açıkladığı gibi evrimsel süreci takip ederek oluştuğunu ve kadın ile erkeğin aynı türün ikiye bölünmesi olduğunu bir takım bilimsel tezlerle savunur. Erkeklere tanınan ayrıcalıkların kadına da tanınması durumunda durumun farklı olacağını söyler. Üstelik erkeklere ayrıcalık sağlayan şeyin, onların cinsellikleri değil cinselliklerini üstünmüş gibi gösteren sahip oldukları iktidarolduğunu söyler. Kadınların yoksun olduğu şey erkeklerin cinselliği olmayıp onların sahip olduğu güç olduğunu vurgular.

Simone de Beauvoir, psikanalistlerin anladığı anlamıyla anne ya da baba ile özdeşleşmek, kendini bir modelde yabancılaştırmaktır. Kendi varoluşunun kendiliğinden devinimi yerine yabancı bir imgeyi tercih etmektir, varolmayı oynamaktır der. Kadın bize iki yabancılaşma kipi arasında kalmış olarak gösterilir; çok açıktır ki erkek olmaya öykünmek de bir tuzaktır. Kadın olmak, nesne olmak, Başka bir anlama gelecektir ve Başka geriye çekilişinin ortasında özne olmaya devam eder. Kadın için gerçek sorun bu kaçışları yadsıyarak kendini aşkınlık olarak gerçekleştirmektir der.

Beauvoir, tarihsel materyalizmi incelediği bölümde Engels’in özel mülkiyeti elinde tutanların sınıfsal çatışmaları ve sömürüyü de yaptıklarını söylemesini yüzeysel bir açıklama olarak ele alır. Kendisinin belirtmiş olduğu sorunlara birçözüm getiremeyeceğini savunur. Çünkü mevcut sorunların sadece Homo Economicus’un değil tüm insanlığın sorunu olduğunu söyler. İnsanın özünde Başka‘ya egemen olma iddiasından kaynaklanan sorun olmasaydı erkek kadına sahip olmak istemezdi ve kadının ezilmişliğine yol açmazdı der. Bu yüzden kadının tıpkı kapitalist toplumda olduğu gibi komünist toplumda da Başka olarak kalacağını söyler. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise erkek egemenliğinin tarihsel süreç içerisinde nasıl içselleştirildiğini çeşitli anlatılarla dile getirir.

De Beauvoir’e göre insan bilincinin ürettiği dünya modeli, daima diğer insanlarınkiyle uyumlu olmayacağını bilir. Bu durum doğal olarak bir çatışmaya sebep olacaktır. Yani insan bilinçleri arasında bir rekabet olacaktır. İşte insan kendi özünü kurarken başkaları üzerine yaptığı vurgu “kendi” ve “başkası” ayrımı, kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi de açıklar. “Kendi” daima” başkasının” tehdidi altındadır. İnsanlık tarihi boyunca erkekler “kendi”, kadınlar da “başkası” olduğu için erkekler kendilerini daima kadınların tehdidi altında hissetmişlerdir. Bu yüzden özgür olmak isteyen erkek kadını kendine tabi kılma yolunu tercih etmiştir. Burada temel sorunun erkeklerin bunu nasıl başardığı değildir. Asıl sorun bu durumu kadınların nasıl özümsedikleridir.

Simone de Beauvoir, varoluşçu bir anlayıştan hareketle, onları birer “kendi başına varlık” (nesne) ile “başkaları için varlık” arasında bir yerlerde tutmaya çalışan her türlü uygulamaya karşı çıkarak, kadınların da aynı erkekler gibi ve onlar kadar, “kendi için varlık” olduklarını ortaya koymaktan geçtiğini söyler. Bunun için kadına ilişkin tüm özcü yaklaşımlardan vazgeçerek toplumsal rollerin yeniden kurulması ve işe öyle başlanması gerektiğini savunur. Çünkü kadınlar için bundan başkaca bir çıkış yoktur.

Varoluşçu feminizm postmodern feminizme bir zemin hazırlamıştır. Varoluşçu feminizm kendinden önceki feminist türleri sorgulayıcı ve umutsuz yanlarını ortaya koymasıyla, kadın ve erkeğe dair özsel yaklaşımlara karşı çıkışıyla, kendi/başkası analizini ilk kez kullanmasıyla ve son olarak da kadınlar arasında genelleyici ve homojenleştirici varsayımlar yerine farklılığın öne çıkarılması ve kadınlar arası farklılaşmanın teorileştirilmesine katkıda bulunmasıyla postmodern feminist yaklaşıma öncülük etmiştir.

Postmodern Feminizm

Postmodernist feminizm akımında toplumsal cinsiyet de biyolojik cinsiyette reddedilmiştir. Bunun yerine ne kadar çok insan varsa o kadar fazla kimlik vardır der. Böylelikle cinsiyetsiz bir toplumu kabul eder. Biyolojik bir cinsiyetten ziyade herkesin kendini hissettiği, kabul ettiği cinsel kimliğini merkeze alır. Postmodern feminizmi diğer feminizm türlerinden ayıran belli başlı konular vardır. Özcülüğün reddi bunlardan biridir. Toplumda ırk, sınıf, cinsel kimlik, cinsel eğilim, kişilik gibi çeşitli kategoriler vardır. Bir toplumdaki kadınlar bu kategorilerden hepsine değil, yalnızca birine yahut bir kaç tanesine dahil olabilirler ve zaman içinde bu kategorilerin de anlamları değişebilir. Bu yüzden postmodern feminizm olguları tek bir kategoriye indirmeye karşı çıkarlar. Judith Butler postmodern feminizmin önemli temsilcilerinden biridir. “Cinsiyet Belası” isimli kitabı ile oluşturmuş olduğu Queer kuramı bu alanda önemli kuramlardan biri haline gelmiştir. Butler, Queer kuramı çerçevesinde kimliği önceden sabitleyen bir kurucu simgesel yasa bulunduğu görüşünü bir kenara bırakıp, kimliği oluşturan özdeşleşmelerin tarihini sabit ve kurucu bir yasayı ön kabul olarak almaksızın yeniden değerlendirmeyi deneyebilmeyiz der. Böylelikle toplum tarafından normal olarak kabul edilen şeyi sorgulayarak cinsel kimlik üzerindeki her tür kategoriye karşı çıkar.

“Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımı, Judith Butler’ın radikal bir şekilde eleştirdiği feminist söylemdir. Cinsiyetin biyolojik ve değişmez olduğu, toplumsal cinsiyet ise, kültürel olarak inşa edildiği, sabit olmadığı ve cinsiyete getirilen çoklu yorum olduğu şeklinde bir ayrım vardır. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki bu ayrım, feministler tarafından ‘biyoloji kaderdir’ ifadesine itiraz etmek için ortaya atılmıştır. Bu ayrım toplumsal cinsiyetin, cinsiyetin nedensel sonucu olmadığı ve onun gibi sabit bir şey olmadığı anlamında kullanılmıştır.

Butler, toplumsal cinsiyetin, cinsiyete getirilen çoklu yorum olarak tanımlanmasına fırsat veren ayrımın, feminist öznenin bölünmesine neden olduğunu ve onu tartışmaya açtığını söyler. Eğer toplumsal cinsiyet, cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünüyse, toplumsal cinsiyetin herhangi bir cinsiyetten tek bir şekilde kaynaklandığı söylenemez der. Toplumsal cinsiyetin ikiyle sınırlı kalmasını varsaymamız için hiçbir neden olmadığını, toplumsal cinsiyetin inşa edilmişliğini cinsiyetten tümüyle bağımsız bir şey olarak kuramsallaştırdığımızda toplumsal cinsiyetin yüzergezer bir yapıntı haline geldiğini savunur ve ekler; “böylece erkek ve eril, erkek bedeni imlediği gibi pekâlâ dişi bedeni de imleyebilir, kadın ve dişil de, dişi bedeni imlediği kolaylıkla erkek bedeni imleyebilir.” (Ömer Turanlı, Kaos GL dergisi, Cinsiyet Belası’nda Feminizm ve Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Eleştirisi)

Butler: “Eğer cinsiyetin değişmezliğine itiraz edilirse belki de “cinsiyet” denen bu inşanın da toplumsal cinsiyet denli kültürel bir inşa olduğu; hatta belki de “cinsiyetin aslında zaten başından beri toplumsal cinsiyet olduğu, yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın aslında ayrım falan olmadığı ortaya çıkar.”

“Toplumsal cinsiyet yalnızca bir cinsiyetle özdeşleşme değildir, aynı zamanda cinsel arzunun öteki cinsiyete yönlendirilmesini gerektirir. Cinsel iş bölümü toplumsal cinsiyetin her iki tarafında da rol oynar -onları erkek ve kadın olarak, dahası heteroseksüel olarak yaratır.” Yani deneyim söylemsel olarak şartlanmıştır, cinsiyet daha başından, yeni doğmuş bir bebeğe ‘kız’ ya da ‘oğlan’ denildiği andan itibaren, bedenin toplumsal varoluşunun koşullarını belirler. Bu noktada Butler biyolojik cinsiyetin iki ile sınırlı olduğu verisi doğal kabul edildiğinde bile, toplumsal cinsiyeti iki ile sınırlandırmak için hiçbir sebep olmadığını savunur. Toplumsal cinsiyet ile işaretlenmeden evvel bedenlerin varoluşları isimsizdir. Beden, toplumsal cinsiyet, ırksallaşma, bir sınıfa ait olma, vb. den önce anlam ifade eden bir varoluş değildir. Kimliği istikrarlı ve idrak edilebilir kılan, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel pratik ve arzu arasındaki tutarlılık ve sürekliliktir. Bu doğrultuda, cinsiyet tanımı itibarı ile aslında hep toplumsal cinsiyettir.

Butler, toplumsal cinsiyetin nereden başlamış olabileceğini ve bunun öncesinden söz edilip edilemeyeceğini de tartışıyor. Toplumsal cinsiyetin bir başlangıcından ve ilerleyişinden söz edilebiliyorsa değiştirilebilirliğinden de söz edilebileceğini ancak bu noktanın da imkânlılığının söz konusu olup olmadığını tartıyor. Bu durumun imkânsızlığı karşısında da toplumsal cinsiyet de aslında bir “kader” oluyor.

Söylem öncesi bir anaerkil yapının olup olamayacağı sorularına da cevap arayan Butler, bu görüşün de aslında içinde bir taktik barındırdığını ve ataerkil düzenin bir oyunu olduğundan söz eder ve feminist kuramın bir aldanmaca içinde olduğunu vurgular. Söylemin içinde barındırdığı taktik şudur: Anaerkil yapı düzen içinde yerini ataerkiye bırakmak zorunda kalan güçsüz bir yapıdır ve yıkılmaya mahkûmdur. Bu söylemin gizliden gizliye bilinçaltımıza ezilmeyi kabul ettirici bir yanı ve cinsiyetsiz dünyanın imkânsızlığını savunan bir düşünce olduğunu belirtir. Düzen gizliden gizliye anaerkil yapıyı bilincimizden silmektedir.

Postmodern feminist teori totaliterizme ve evrenselciliğe de karşıdır. Kadınlar arasındaki kültürel farklılıkları esas almayan ve tek tip bir bakışla gerek cinsel kimliği gerekse etnik kimliği merkeze alan bir bakışı totaliter bulmaktadır. Yine postmodern feminizm pragmatist ve yanılabilircidir. Postmodern feminizm bir feministin hangi bakış açısına sahip olduğuna bakmaksızın yalnızca kadının ezilmişliğinin sona erdirilmesini arzu etmektedir. Bu anlayışta çoğulculuk önemliiken aynı anda yerel olana saygı, özgüllük ve görecelilik de kabul görmektedir. İnsanlığın toptan kurtuluşu, ıslahı, ilerlemesi gibi büyük meta anlatılara karşıdır. Yine bu bakış açısına göre erkek/kadın, aktif/pasif, güneş/ay, baba/anne, zihin/beden gibi düalist bakış açısına ikinciler hep kadına tekabül etmekte olduğu için karşıdır.

Yapısalcılık, Postyapısalcılık, Fransız Feminizmi

Yapısalcılık terimi ilk defa İsviçreli bilgin Ferdinand Saussure tarafından kullanılmış olup psikanaliz, dilbilim, antropoloji ve diğer beşeri çalışmalarda kullanılan ve kültür,kişilik, siyaset ve diğer alanlarda olgular arasındaki ilişkileri veya yapıların iç düzenlerini ortaya çıkarmayı öngören bir yaklaşım tarzı ve çözümleme yöntemidir. Yapısalcılık sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında kullanılmışır. Kısaca özetleyecek olursak bu bakış açısını, bir şeyin toplamı onu oluşturan toplamlardan farklıdır. Buna göre bir cümlenin anlamı o cümleyi oluşturan kelimelerin anlamlarının toplanması ile değil fakat tam tersine kelimelerin anlamlarının o dilin bütünlüğü içinde oluşabileceği gibi toplumsal olaylar ve kurumlar da içinde yer aldıkları toplumsal yapının bütünlüğü ile ilişkileri çerçevesinde anlaşılabilir.

Yapısalcılık daha sonra postyapısalcılığa evrilerek feminis söylemi dil üzerinden incelemeye, eleştirmeye tabi tutmuşlardır. Feminist söylem, dil çözümlemesini üç biçimde kullanmıştır: birincisi, kadın ve erkeğin nitelik ve özelliklerinin metinlerde nasıl dile getirildiğinin çözümlenmesi üzerine odaklanmak. İkincisi, kadın ve erkeklere ilişkin kültürel tipleme ve söylemlerin nasıl ikilemler biçiminde ele alındığını incelemek. Üçüncüsü, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde yerleşmiş bulunan toplumsal cinsiyet ilişkilerinin retorik yoluyla nasıl kullanıldığını ortaya koymak. Postyapısalcılık, “gerçek”, “hakiki” ve “aracısız” formlar içinde bulunabilecek sabit, tekil ve mantıksal bir düzenin varolduğunu kabul eden söz merkezciliği eleştirmişlerdir. Sosyal olguların anlaşılmasında farklılıkların, yerelliklerin ve özgüllüklerin önemini kabul etmişlerdir. Kadın/erkek, matık/duygu gibi kavramlar birbirinin zıttı olmayıp birbirini tamamlayan ögeler olarak kabul edilmişlerdir. Yapı sökümde postyapısalcılık erkek egemen dili incelemiş ve erkek egemen dilin ürettiği değerleri eleştirmiştir. Örneğin Türkçe’de, adam olmak, bilim adamı, devlet baba, toprak ana, kız gibi olmak ifadeleri gibi. İngilizce’de ise, başkan “chairman”, insan hakları “rights of man”, insan anlamında “man” ifadeleri gibi.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN