MÜSLÜMAN VE DEVLET - 2

Said ALİOĞLU

19-07-2010 18:29


Önce Coğrafi Keşiflere Bir Bakış…

Hıristiyanlıkla birlikte tarihte bir açıdan yekpare hale gelen Avrupa, kutsallığı maddi çıkarlardan ötürü bahane edilen doğu İslam topraklarına saldırıp adına ‘Haçlı seferleri’ denilen savalarla  “sokaklarından bal  akıyor!” denilen Kudüs üzerinden sefalet içre hayat sürdüren o günün batılı insanının iştahını kabartıyordu. Ama daha sonra güçlenip harekete geçen İslam ülkelerinin tek elde toplanma hadisesi akabinde hayallerindeki zenginlikten olan Avrupalılar zaman içerisinde tarihi ipek yolu güzergåhını kullanarak Çin içlerine kadar uzanıp ticaret yapmaya başladılar.

Bu yönteminde zamanla Avrupalı devletleri ve halklarını birtakım zorlukları açısından tatmin etmediği ortaya çıkınca, yeni arayışlara girildiği görüldü. Buna bağlı olarak İspanya krallığının emir ve direktifiyle Kristof Kolomp ve ekibi yukarıda da belirtildiği üzre batı Hint adalarını bulma sevdasıyla yeni bir kıtaya ayak basmışlardı! Ama Kolomp bu yerin yeni bir kıta olduğunu öğrenemeden vefat etmişti. Daha sonra ise yine bir denizci olan Americo Vespuçi bulunan yerin yeni bir kıta olduğunu ortaya koyunca, onun adına izafeten oraya ‘Amerika’ adı verilmiş oldu. Yeni bir kıtanın bulunması sonucunda Avrupa’nın toplum içerisinde tutunamayan bazı kesimleri –hazine avcıları, serseriler vs.- macera ve yağma aşkıyla yeni kıtaya doluştular. Bu birazcıkta o dönem yöneticilerin iki yönlü bir taktiğini de içeriyordu; hem yeni kıtaya göçler olacak ve hem de serserilerden, asalaklardan bu vesileyle kurtulacaklardı…

Coğrafi keşifler sonucunda eski dünya/Avrupa devletleri tarafından maddi imkånlar sağlanarak kåşiflere yaptırılmak istenen deniz aşırı yolculuklar vasıtasıyla o güne dek eski dünya insanının bilmediği, hakkında bir bilgisinin bulunmadığı yeni kara parçaları, yapılan o yolculuklar sonucunda bulunmuştu! İşin esası yeni, bilinmeyen kıtalar bulmaktan ziyade Kristof Kolomp örneğinde olduğu gibi batı Hint adalarına ulaşma düşüncesi sonucu kuzeyden, güneye doğru uzanan yeni bir kıta, keşfedilmişti. Bu yolculuk esnasında daha sonra adına Amerika denilecek olan yeni bir kıtanın bulunmuş olmasına rağmen bulunan yerin Hindistan olduğu, düşünülmüştü. Ne de olsa Hindistan’da batıya uzak ve bilinmeyen bir noktadaydı! Macellan’ın Ümit Burnu’nu tevaffuken bulması da aynı bilinmezliğin bir eseriydi, haddizatında…

Gerek Amerika kıtasının keşfi, Hindistan’a tesadüf edilmesi ve gerekse de Afrika içlerine yapılan yolculuklar imparatorluklar çağının Avrupası’nı hayli memnun etmişti. Yeni bölgeler yepyeni sömürgeler demekti bir açıdan! O güne kadar olmadık oranda maddi servet eski dünyanın sefalet ve hastalıklarla boğuşan Avrupa’sına her şeyden önce bazı temel ihtiyaçlarının karşılanmasında, ardında da refah seviyesi o güne dek olmadık oranda yükselecekti! Sömürgelerden elde edilen maddi servet bir açıdan da Avrupa toplumuna ilaç gibi gelmişti, kısır döngü içerisinde sıkışıp kaldığından ötürü…

Yeni bir kıtanın bulunması sonucunda Avrupa’da var olan toplumsal yapı/lar içerisinde tutunamayanlar bizzat yönetimler tarafından yeni kıtaya gönderilmişlerdi! Bunlar genellikle toplumla barışık yaşayamayan psikopatlar, serseriler, katil sürüleri, hazine avcıları ve macera peşinde koşturanlardan oluşuyordu…

Bilindiği gibi Amerika kıtası başta İspanya olmak üzere, birçok Avrupa devletinin sömürge alanı oldu. Akabinde de kitlesel yerli katliamı, maddi, kültürel ve tarih talanları sökün etti. Yerlilerin kurduğu medeniyetler yerle bir oldu. Barbar Avrupa gerçek yüzünü yeni kıtada göstermişti.

Katliamlar ve talanlar neticesinde elde edilen servetler Avrupa’ya akmaya başlamıştı. Elde edilen bu servetler sonucunda Avrupa devletleri alabildiğine güçlenmiş ve imparatorluklar şekline evrilmişlerdi. İşte bu yollarla Amerika kıtasıyla birlikte dünyanın daha birçok yeri, yeni sömürge alanlarına dönmüştü. Bu meyanda İngiltere Hindistan ve Güney Asya’ya hakim olmuş; bu yarışta Fransızları kara kıta Afrika’da, Hollandalıları da Endonezya gibi yerlerde görmekteyiz. İtalyanlıları ve Almanları da geç dönem sömürgeciler olarak on sekizinci yüz yılda Afrika’nın kuzeyi ve güneyinde görmekteyiz…

Ulaşılan bu maddi refah seviyesiyle birlikte Avrupa’da bazı toplumsal değişiklikler, alt üst oluşlarda kendini gösteriyordu! Bunların başında uçsuz bucaksız toprakları ellerinde bulunduran derebeyleri ve Katolik Kilisesi yerel planda halkın kan kusturucuları olmuşlardı bir açıdan. Derebeylerinin yanında kilisenin bu denli güçlü olması onunda elinde bulundurduğu maddi servet ve güçten ileri geliyordu. Dünya tarihi açısından birebir yaşanmışlık bağlamında ortaçağ denilen zaman dilimini Avrupa’ya özgü bir durum olarak hasredersek daha sağlıklı davranmış oluruz.

İşte derebeylerinin ve kilisenin baskısı sonucu Avrupa toplumunda belli bir müddet sonra bazı kıpırdamalar vuku bulmuştu. Bu kıpırdamalar; din olgusundan hareketle yine kilise içerisinde faaliyet gösteren Hıristiyan din adamları ve esin kaynağını Hz. İsa(a)’ın öğretilerinin oluşturduğu Hıristiyan düşünce adamlarının Katolik kilisesine karşı çıkışlarını içeriyordu. Ör. Martin Luther King ve Protestanlık hareketi…

Bu tür karşı çıkışlar ‘evrensel görüş’ü temsil ettiği iddiasında olan Katolik kilisesi papanın yanılmazlığı ilkesiyle hareket ediyor ve kendi dışında kalan diğer görüşleri sapkınlıkla itham ediyor ve yargılıyordu. Zamanla bu karşı çıkışlar dinin devlet -ve de toplum- işlerine müdahale edememesi şeklinde belirginleştiren laiklik kavramına kaynaklık teşkil ettirmiş oldu. Zaman içerisinde giderek “Tanrının işi Tanrıya; Sezar’ın işi Sezar’a” esprisi tanrının dünyada ebeden bir işinin kalmadığını vurguluyordu! Her şeyin bir açıklaması vardı artık! Lügat anlamı ’dünyevileşmek’ olan Sekülarzmi, sekülerliği yine din dışı bir kavram olan laiklikten de öte hemen her şeyi kuşatması öngörülüyordu. Ki laiklik bir açıdan dinin ‘makul’ bir tarzda bireysel bazda bazı hükümlerinin hayatın tümünü kuşatmayacak oranda kerhen de olsa kabul edilmesini içeriyordu.

İşte gidişat bu yönde olunca artık yaşanılan, ‘maddi’ ve görünür bir temeli olan dünyadan başka bir alem tasavvuru kalmayan batılı insan refahtan pay alabilmek için birbiriyle maddi temeli olan, bir yarışa girmiş oldular. Böyle olunca da aşırı bir hırs insanların birbirlerine karşı, mücadelesini de gerektiriyordu. Maddi temelli bu mücadele seküler bir mantık içre belirginleşen ekonomik kalkışımlı sınıfsal oluşumların birbirlerinin amansız rakibi olmalarına çeşitli verilerle birlikte, mehaz teşkil etti. Artık içten içe verilen mücadele Fransız aydınların öncülüğünde 1789 ihtilaline zemin hazırlamıştı. Bastille hapishanesine yapılan baskınla stard alan ihtilal zaman içerisinde batı Avrupa’nın neredeyse tümüne yayılmıştı. Bu ihtilalin sloganı ‘özgürlük ve eşitlik’ ti!

Özgürlük ve eşitlik sloganıyla yeni bir evreye giren Avrupa toplumu düşünsel devrimini ve refah seviyesini yükseltme uğraşısı ile birlikte yeni bir durum olan ‘ulus’ formuyla alabildiğine homojenleştirilirken bir yandan da batı dışı toplumlar, kendilerine olumlu bir yansıması olmayacak bu modern olguyla can alıcı bir şeklide yüz yüze kalacaklardı.

Ulusçuluk akımı yeni bir trend olarak hem Avrupa’da ve hem diğer coğrafyalarda devasa boyutlarda olan devletlerin, parçalanma sürecini hızlandıracaktı! Osmanlı’nın Balkanlarda toprak kaybı ulusçuluk akımının tabii bir sonucu idi. Bu akım kendi bünyelerinde, toplumsal yapıların türlü zaaflarını barındırsalar da dönemin Müslüman kavimlerini bir çatı altında toplayan Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasının en önemli amillerinden sayılabilir…

Keza modern süreçte elde ettiğimiz acı tecrübeler adı önemli olmamakla birlikte Müslümanlara ait bir devletin, olması gerektiğini göstermektedir. Geçmişte Hilafet devleti formülasyonuyla gündemimizde olan bu olgu içeriğinden ziyade şekilsel yönü ön planda olan hilafetin ilgası sonucu Muhammed Reşid Rıza tarafından ‘İslam Devleti’ adıyla kendine bir yer bulmuştu.

Modern zamanlarda kurgulanmıştı ve haliyle de bazı modern, asri argümanları içerisinde barındıracaktı!  Salt ne modern zamanlarda kurgulanması, ya da bazı modern argümanlara sahip olması onu hedef tahtasına oturtmamalıydı, bir kere…  Geçmişte bu olguya karşı çıkan gelenekçi ulema ve modernist aydınlarla birlikte günümüzde de ‘İslam’ın devlete pek de ihtiyacı yoktur!’ savını dillendirip onun yerine tevhidi özü pek de olmayan bir devlet modelinin önerilmesi gelenekçi ve modernist çevreler açısından bakıldığında garabetler yığınından başka bir şey olmadığı görülecektir…

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi İslam devleti kavramı dünyanın her yerinde mantar gibi ortaya çıkan ulus devletler çağında ulus devlet afetini yok etmeye yönelik olarak formüle edilmişti. Haliyle de bazı noktaları açısından ulus-devlet kalıbıyla benzeşme halindeydi. Ama her şeyden önce niyet açısından her iki kavram birbirinden farklıydı.

Ulus-Devlet

Baştan belirtelim ki Hıristiyanlığın Avrupalılar için “dinin öngördüğü amaç” açısından ciddi bir anlamımın olmamasına karşın İslam’ın Müslüman toplumlar nezdinde zamanla bazı kesintilere uğrasa da en başta itikadi umdeler ve ümmetin birliği anlamında farklı bir karşılığı olagelmiştir. Kısacası sekülerleşen algının da marifetiyle din sembolik bir anlama irca edilebilir ve bütünlüğü açısından -sömürgecilik, misyonerlik vs.- olsa olsa maddi bir refaha kapı aralayabilir, ancak…

Ama her ne kadar Müslüman toplumların algısı yer yer değişse de sonuçta ümmetin tekliği ve birliğidir esas olandı. Olaya bu pencereden baktığımızda bizlere deli gömleği gibi giydirilmek istenen ulus-devlet formu yer yer kimliğinin izlerini İslam’da bulan milliyetçi kitleleri bile batılı anlamdaki ulus olgusundan alıkoyabilmektedir. Eğer aynı ilaha, kitaba, peygamberlere ve değerlere inanan onlara bağlanan toplumlar, kavimler, görece bazı faydaları olduğunu sansalar da sonuçta ulus-devletin inançlarına uygunluk içermediğini göreceklerdir ki, İslam’la birlikte inanç, medeniyet ve kazanımlar bağlamında ulus formunu neden kabullensin ki?!

Ki ulus ciddi bir temeli olmayan ve aynı zamanda da batılı algıyı ön plana alan, aralarında ortak payda noktasında bir ilişki kur(dur)ulan “tarih, toplum, toprak, vatan ve dil” vs. unsurlarının söz konusu edildiği modern bir vakadır. Haddizatında işte ulus-devlet de bu vakaya giydirilen bir elbiseden ibarettir.

Bu yolla da yeni dönemde de ön görülen ve adına uygarlık yarışı denilen mücadele zemininde yapıla gelen her şey ulus adına yapılmış olur. Bu olgunun bizdeki karşılığı her ne kadar muhafazakår algıda millilikle ortaya konulmak istense de sonuçta bu olguyu ulus formunda harekete geçirmeye çalışan iradenin gözüyle görmek icap eder.

Hemen her şeyin modern algıya göre dizayn edildiği günümüz dünyasında geçerli olduğunu gözlemlediğimiz devlet algısının da artık ulusal kalıplar içerisinde olduğunu biliyoruz. Ulus-devletin var olan uygulamalarının batıdaki karşılığı ne ise de İslam dünyasında batılı telakkiye göre tanzim edilen yönü tek kelime ile yıkım getirmiştir. Haklar ve sorumluluklar bağlamında olması gereken eşitlik çoğu zaman o işi halledemediği ayan beyan ortada olan ‘ulus’lara layık görülmekte ve bu yolla da barış ve esenlik dini olan İslam zihinlerde farklı algılamalara gebe kalmakta. Yine haklar ve sorumluluklar çerçevesinde olması gereken kardeşlik dumura uğramakta, bunun karşısında alabildiğince bir asimilasyon, eritme, yok etme ve sömürme politikaları işin tuzu biberi olmaktadır.

Resmetmeye çalıştığımız bu durumları seksen küsur yıllık tarihimizde bolca görmekteyiz. Sıkışmayınca her şey serbest ve mubah, sıkışınca ise içi boş bir kardeşlik söylemi… Zira ulus-devlet İslam düşüncesini, kitabın hükümlerini baz almamakta, batılı formu sürdürmekte ve umutları da iyice tüketmektedir.

Ulus-devlet tabiatı gereği seküler algıyla birlikte yaşayan batılı toplumların bir parçası olan bazı ideolojik grupların daha evrensele ulaşmak için ortaya koymaya çalıştıkları bazı çabalara karşı çıksa da değişen dünya dengeleri, toplumsal algı ve buna bağlı olarak bazı değerlerden dolayı da olsa, baskıcı yönünü oluşan teamüllere binaen normalleşme kalıbına sokabilmektedir.

Ama İslam dünyasında vücut bulan ulus-devletler ise bunlara asla tahammül göstermemekte, haklara ket vurmakta ve kitleleri elindeki güçle susturmaya çalışmaktadırlar. Zira onlar için ulus-devlet baştan beri döneminin batıcı donelerini baz alan, ilerlemeyici tarih ve toplum algısını ne pahasına olursa olsun yaşatma azminde ısrar etmektedir. Zira bu formatla ibre batıyı işaret etmektedir. Ama görecede olsa Batının geldiği nokta tersinden okunabilirse eğer bu kez batının yöneliminin doğu ulus-devletlerinin varlığını tehdit olarak algılanmaktadır. Örneğin Kemalizm’in alabildiğince saldırgan tutumu, savunmacı yönü ve son dönemlerde varit olan içe kapanıklığı bu açıdan okunabilir.

Gelinen noktanın doğu açısından bu şekilde olacağı geçmişten bakıldığında pek meçhul olmakla birlikte İslam’ın siyasal ve yönetsel bir çerçevesinin olduğunu bilen, fıkheden döneminin bazı alimleri ve düşünce adamları tarafından önerilen İslam devleti kavramı yaşanması ve yaşanabilmesi açısından değil de teorik açıdan dönemin şartlarında hayli ileri bir durumu bizlere izah etmektedir.  Kısa süreli de olsa Anadolu’nun ve birçok Müslüman ülkenin Osmanlı’nın son dönem gerilemesine mukabil batılı emperyalist güçlerce işgal edilmesi ve sömürülmesi dönemin kendi şartlarında kurtuluşu içeren çabaları ve bir kavramsallaştırmayı da beraberinde getiriyordu.  Ama o dönemde yönünü tamamen Batıya dönen Türkiye, Şahlık İran’ı ve Mısır gibi ülkeler dışında ne kurulan bir devlet ne de yönetim biçiminin İslam’a göre dizayn edecek külliyetli çabalar vardı. Zaaflı da olsa Osmanlı hilafet devleti tarih olmuş onun üzerinde mantar gibi bir hayli ulus-devletler oluşmuştu. İslam devleti önermelerine zıtlık bağlamında bazı düşünürler de ısrarla İslam’da devlet olgusunun olmadığını kendilerince Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in pratiğinden çıkarmaya çabalıyorlardı. Onlarda biliyorlardı bunun böyle olmadığını; ama temelden yoksunluk içre birtakım nesnel ve öznel şartları bilimsel/ilmi bir kaziyeymiş gibi döneminin Müslüman toplumlarına ha bire enjekte etmeyi sürdürüyorlardı. Ör. Ali Abdurrazık’ın İslam’da İktidarın Temelleri adlı kitap çalışması.

Örneğin bu kavrama yönelik karşı çıkışları iki maddede özetleyebiliriz. 1) İslam’ın zaten baştan beri bir devlet modeli önermediği, 2) Bazı gelenekçi kesimlerce de destek bulan “İslam devleti” kavramı modern zamanlarda ve modern argümanlara istinaden kotarıldığından İslami değildir yaklaşımları; İkinci yaklaşım kendi içerisinde bazı haklı yönlere tekabül etse de ilk yaklaşım tamamen modern algıya uygunluk içeren yok saygıcı bir önermedir.

Keza dünyada maddi düzlemde artık neredeyse bilinmedik bir konu kalmadığı, toplumlar artan iletişim imkånlarının marifetiyle muhataplarınca tanınır hale geldiği bir vasatta temeli ırkçılığa ve şovenizme dayanan ulus-devlet formu kabul görüyor da İslam gibi evrensel değerlere havi bir din ve ona uygun düşünce üzerinden neden bir başka devlet modeline karşı çıkılıyor olsun?! Bu olsa olsa o aydınların düşünsel ve ahlaki felçlikleriyle izah edilebilirdi, ancak. Celal Ali Ahmed’in o güzel tanımlamasıyla “garpzedelik”/Batı vurgunluğu, buna verilecek en iyi cevap sayılabilir. Keza, mefluç olmuş beyinler kör düşünceler üretir…

İslam dünyasına seksen, yüz yıllık bir süreçten baktığımızda mantar gibi onlarca ulus-devletin –bir kısmı aşiret formundadır- yanında kendine İslam devleti diyen bir iki örneğe rastlarız, ancak. Ör. İran, Sudan, Malezya vb… Bu devletlerin çoğu da imkånlarla alakalı olmakla birlikte birçok yanlışı ve doğruyu da pratiken yaşamışlar ve yaşanmasına kaynaklık teşkil etmişlerdir. Bunun en önemli amili olsa olsa ‘barış ve esenlik dini’ olan İslam’ın muhataplarınca totaliter bir tarzda ve mezhepçi eğilimlerle yorumlanması ve var olan modern olgulardan istifade ile o yapının sürdürülme istidadı, genel kabuller açısından olasıdır! Hatta şu an bile egemen dünya istikbarı her alanda sömürünün devam ettirilmesi için doğu’da, İslam dünyasında ulus-devleti öncelemektedir. Buna bağlı olarak da devletler İslam dünyasında jakoben batıcı karaktere istinaden bu sömürülmüşlüğü onaylamış olup, ulusçuluk akımının kendine salık verilen mantığına binaen sürdürülmektedir. Ki, ulusçuluk batı yayılmacılığın ‘bilimsel kalıpları’na birebir uygunluk içerir…

Bu olguyu alenen onayladıkları çoğu zaman görülemese bile ulus-devlet yöneticileri ve egemen katmanlar nihai amaç olarak benimsedikleri eski dönemlerin dilini harfiyen uygulamayı tercih etmektedirler. Örneğin Türkiye, Mısır vb. Kaldı ki kendine İslam devleti etiketi vuran devletler de ya var olan imkanları akıllıca kullanamadıklarından ya da yer yer etnikçi, sığ grupsal veyahut da mezhepçi yaklaşımlarla iyi niyetlerle kotarılan olguya halel getirmektedirler. Ör. İran, Sudan vb.

Bu kavramsallaştırmayı ortaya koyan düşünürlerin çabaları bir tarafa, yönetici elitlerin elinde şekil ve muhteva değişimine uğrayan İslam devleti de varlık sebebi açısından değilse bile pratik açısından modern zamanların uygulamalarıyla malul bir durumla orta yerde durmaktadırlar. Burada şunu söyleyelim; krallığın hüküm sürdüğü ve algının da ona uygun olarak evrildiği uzun tarihsel dönemlerde var olan yanlışlara atfen krallık yönetimleri ortadan kalkmalıdır diye bir düşünce gelişmemişti. Sadece yanlışlar ortaya konmak suretiyle doğrular gösterilmeye çalışılmıştır.

Ulus-devletler çağında ulus-devletlerin değil ortadan kalkması, yanlışlarının bile dile getirilmesi mümkün görülmemektedir. Ulus-devletin onayını alan kavramları ve temelleri adeta nass gibi telakki edilmektedir onlarca yıldır. Bu açıdan baktığımızda İslam dünyasında onlarca yıldır, ülkemizde de son beş on yıldır bazı Müslüman düşünürler, kalemler ulus-devletin görünen yakıcı çıplaklığına karşın İslam devleti kavramını bile gündemimizden kalkmasını dilemekte, onda ısrar etmektedirler. Yanlışlara vurgu yapmaları ne kadar yerinde ise o kavrama hayatiyet verebilecek çabalara da ket vurma düşünceleri de bir o kadar talihsizlik içermektedir. Bir nevi anakronik algı biçimi kendini göstermektedir. Zira ortada İslam devleti yok, yakıcı bir ulus-devleti gerçeği var. O zihinsel kırılmaya baktığımızda onu tahlil ettiğimizde şunları görebiliyoruz: Kur’an’ı –belki de bizzat kendilerine- yeni nazil oluyormuşçasına ve bu olguya bağlı olarak da modern bir dille okuma girişimi, algı biçimi sonucunda alıp değerlendirmek. Onu muarızlarına karşı metinsel bir silah olarak kullanmak, onun bazı hükümlerini ya göz ardı etmek ya da ortama göre değerlendirmek/değiştirmek. Onun vaz ettiği pratiğinde ise tevhid nosyonu ile birebir örtüşebilecek sosyal, siyasal bütünselliği göz ardı edip İslam’dan hareketle de olsa onlarca, yüzlerce yıllık tevhid dışı düşünüşün eseri olabilecek düşünsel şekillerin hayli yer tuttuğu yeni formasyonlara bel bağlamak.

Kendine geçmişten dayanak elde etmek adına bazı şahıs, kurum, topluluk vs. çoğu zaman sağlaması doğru dürüst yapılmamış geçmiş bazı uygulamalara atıf yapmak bir de içerisinde yaşadıkları yönetimin de bulundukları Müslüman ülkede Müslüman toplumların dinle alakasını kesemese bile onları biteviye modernist politikalara, projelere angaje ve elimine etmeye, ayrıma tabi tutmaya çalışan yönetici katmanının ortaya koymaya çalıştığı politikaları doğruları ve yanlışlarıyla birlikte sahiplenmek.

Eğer bu dile getirmeye çalıştığımız konuları genel bağlamdan koparmadan ele alabilir isek bir defa bu ülkede onlarca yıldır bir yönetime binaen batılı düşünce ve politikalar yoluyla ulus-devletin egemenliği söz konusu olmuştur. Bu ulus-devletin gölgesinde etnik, toplumsal, kültürel, ekonomik vb. alanlarda koyu bir eşitsizlik vuku bulmuştur. Bu koyu eşitsizlik ve adaletsizliğe karşıtlık olarak Müslümanların ve diğer toplumsal, ideolojik kesimlerin bazı karşı çıkışları söz konusudur….

Bu toprakların kadim bir İslam toprağı olması gerekçesiyle Müslümanlar dışında kalan çevrelerin devlet ve mütekabil bir toplum oluşturmaları Kemalist kadro istisna tutulursa hiç varit olmamıştır. Keza Müslümanların da uluslaştırılması, Türkleştirilmesi, haliyle nezih bir İslam toplumu olmasını engellemiş, onun yerine sağcı, milliyetçi, muhafazakar ve belli oranda da kapitalistleşme içerisinde olan “millici” Müslümanlar oluşmuştu. 60’lı yıllardan itibaren yeniden Müslümanlaşma, Kur’an’la tanışma faslına binaen ve karakteri icabıyla da millici olmayan bir Müslüman toplumun oluşumu mümkün olabilmiştir ancak. Bu topluluğun da her açıdan mütekabil olması bazı iç ve dış gerekçelerden ötürü hep engellene gelmiştir. Ama buna rağmen zaaflar ve acı tecrübeler sonucu durumun iyiye gidebileceği şimdiden gözlemlenebilir verilerin varlığını mümkün kılmaktadır. İyi ve kötü olan davranışlar aynı zamanda Sünnetullah’ın da seyrini belirlemektedir.

Yazımız boyunca ulus-devletin oluşum sürecini açıkça ortaya koyabilmek adına batılı bağlamda bir homojenliğe mebni Hıristiyanlığa, toplum algısına, yönetim olgusuna, coğrafi keşiflere ve sonradan oluşan seküler algıya vurgu yapmaya çalıştık. Bugüne dek çektiğimiz sıkıntıların temelinde geleneğimizdeki bazı olumsuzlukların payı olsa da sıkıntıların esas kaynağını maalesef bizzat bizlere deli gömleği giydirircesine bizlere ihale edilmeye çalışılan batıcı politikalar ve hayat telakkisinde bulabiliriz.

Eğer ortada eleştirilecek bir şey varsa bu bize, yakınlığı ve yakıcılığına istinaden -İslam dünyasını ikinci etapta ele almak şartıyla- Türk ulus-devleti, onun ola gelen uygulamaları, oligarşik yapısı ve bir de ‘din adına’ kotarılmaya çalışılan seküler muhayyilenin bizzat kendisi olmalıdır.  Başka bir uğraşı ister istemez hedef saptırtma olur, haliyle…

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN