ÂDETTEN İBADETE: “SADE RAMAZAN” ÇAĞRISI

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

06-03-2025 04:46


Farklı vesilelerle ifade etmeye çalıştığımız bir hakikat vardır: Bağlamından koparılan herhangi bir değer anlamından koparılmıştır. Evet, her şey bağlamıyla anlamlıdır. Rabbimiz her neyi her ne bağlamda var etmişse, her ne bağlamda bildirmiş, her ne bağlamda teşri kılmışsa o hususiyet o bağlam çerçevesinde anlam bulmuştur.

Bu itibarla söz konusu bağlam gözetilmediğinde, yok sayıldığında o hususiyet anlamsızlığa mahkûm edilmekte, dahası anlamının tersyüz edilmesine, değer olmaktan çıkarılıp araçsallaştırılmaya açık hale getirilmektedir.

Örneğin, dünya hayatı onu var eden Rabbimiz tarafından âhiret bağlamıyla anlamlandırılmıştır. Bu bağlamından koparıldığında neler olacağını, ne olduğunu bugünün yaygın toplum ve fert hayatına bakarak müşahede etmek mümkündür.

Evet, bağlam anlam demektir. Bağlamsızlıksa anlamsızlık…

Bizi yaratan, yaşatan ve Kitab-ı Kerim’iyle bize yol göstermiş olan Rabbimiz, bize yine bizim hayrımıza, dünya ve âhiret saadetimiz için bildirdiği emir ve yasakları, teşri kıldığı ibadetleri hep takva bağlamında zikretmiştir.

Bizim taat ve ibadetlerimizi ritüel olmanın ötesine taşıyıp, bir bütün olarak hayatı Rabbimize ibadet/kulluk kılma çabamızın bir cüzü/şubesi kılan takva bağlamıdır. Takva bağlamı çıkarıldığında ibadet adete ve ritüele dönüşmektedir.

Bu durum söz konusu taat ve ibadetlerin (nüsukların) anlamlarının tersyüz edilmesi ve araçsallaştırılmasına zemin hazırlamaktadır.

“Bizim taat ve ibadetlerimizi ritüel olmanın ötesine taşıyıp, bir bütün olarak hayatı Rabbimize ibadet/kulluk kılma çabamızın bir cüzü/şubesi kılan takva bağlamıdır” dedik. Kitab-ı Kerim birçok ayetinde bu duruma vurgu yapmaktadır.

Namazı, infakı/zekatı (Bkz: Bakara, 1-5); kurbanı (Bkz: Hac, 22/37); tesettürü (Bkz: A’raf, 7/26); orucu (Bkz: Bakara, 2/183) ve genel anlamda bütüncül anlamda Rabbimize kulluğumuzu/ibadetimizi, yani her an ve alandaki taat ve itaatimizi (Bkz: Bakara 2/21) Rabbimiz takva bağlamıyla anlamlandırmaktadır.

İslam’ın bir rüknünün takva bağlamından (yani ubudiyyet bütünlüğünden) koparılması ne gibi neticelere yol açmaktadır, bu durumu mevcut tesettür algısı ve yaygın pratiği üzerinden müşahhaslaştırmak mümkündür.

Rabbimizin “Ey Ademoğulları! Size avret yerlerinizi örten giysi ve giyinip süsleneceğiniz elbise indirdik. Takva elbisesi ise en hayırlı olandır. İşte bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alırlar.” (A’raf, 7/26) ayet-i kerimesinde vurguladığı “libas’ut-takva/takva elbisesi” terkibi, tesettürün bağlamını haber vermektedir ki, o da yukarıda zikretmeye çalıştığımız gibi takvadır (hayatı Hududullah çerçevesinde yaşama bilinç ve çabasıdır).

Tesettür, elbise ve örtü ile takva elbisesi bütünlüğünden oluşan bir paket programdır. Elbise ve örtü bu bütünlük içinde anlam kazanır, tesettür vasfına haiz olur. Aksi halde, ubudiyet bütünlüğünden koparılıp adetleştirilen bir örtünme biçimi tesettür olarak nitelenemez.

Bugün varlıklarına tanıklık ettiğimiz namazsız-niyazsız örtülüler, kadın-erkek arasındaki mahremiyet ölçülerinin gözetilmediği sosyal ortamlarda yer alan, takvanın gerektirdiği vakarı taşımayan, faiz kurumlarında veznedarlık yapan örtülüler, maalesef takva bağlamından koparılmış örtünün su-i misallerini teşkil etmektedirler.

Tesettür bu coğrafyada takva bağlamından o derece koparılmıştır ki, arık yaygın şekilde “tesettür modası”ndan söz edilebilmekte, “tesettür defileleri” dahi tertip edilebilmektedir. “Tesettür” ve “moda”, “tesettür” ve “defile” gibi bir araya gelmeleri, birbirlerine tahammül etmeleri imkân dahilinde olmayan kelimeler bugün bir araya getirilmişse, bu durum İslam’ın rükünleri takva bağlamından koparıldığında ortaya ne gibi feci sonuçlar çıkacağının ibretlik bir misalini teşkil etmektedir.

Bugün Kur’an ayı, oruç, takva ve sabır ayı Ramazan sıklıkla “festival”, “ziyafet”, “eğlence” gibi kelimelerle birlikte anılıyor, “Ramazan festivali”, “iftar ziyafeti”, “Ramazan eğlenceleri” gibi terkipler kurulabiliyorsa aynı meşum durumun Ramazan ve oruçla ilgili de yaşanmış ve yaşanmakta olduğunu görürüz.

İbadet ayının festival ve eğlence kelimeleriyle anılan bir aya, kanaat ayının ziyafet ayına dönüştürülmüş olması tabii ki büyük bir cinayet, Rabbani hayat nizamı İslam’a büyük bir ihanettir.

Sadece geçen ayki (Şaban 1446/Şubat 2025) bazı gözlemlerimden hareketle ifade edecek olursam, Ramazan’a iki hafta gibi bir süre kalmışken bir grosmarket tarafından İstanbul’un bulvarlarına “Ramazan Festivali Başlıyor” diye afiş asıyor ve Ramazan gelmeden onun (hâşâ) festivalini getiriyorsa, dindar kesimlere hitap eden gazeteler “Ramazan’a hazırlık” adı altında sayfalar açıp türlü yemek tarifleri yayınlamaya başlamışsa, çeşitli otel ve restoranlar “iftar menüsü” adı altında ziyafet menülerini reklam edip müşteri avına çıkmaya başlamışlarsa, orada gelenin Kur’an’ın oruç ayı Ramazan mı, yoksa insan hevasına hitap ve hizmet eden bir eğlence ayı mı olduğu nasıl ayırt edilecektir?

Ramazan’ı Nefislere Değil, Nefisleri Ramazan’a Uydurmalı

Geçmişten günümüze fert ve toplumların Allah’ın dini karşısındaki tavırları üç farklı temelde gerçekleşmiştir: Birincisi, “işittik ve itaat ettik” bilinç ve duruşuyla kalbi, kavli ve fiili ittiba; ikincisi, “işittik ve isyan ettik” şeklinde sırt dönme tavrı; üçüncüsü ise ona cepheden karşı çıkmak yerine onun öğretilerini hevaya tâbi kılmaya yönelik saptırma ve tahrif yaklaşımı…

İnsanlık tarihinin tanıklığıyla ifade etmeliyiz ki maalesef geçmişten günümüze en yaygın tutum üçüncüsü olagelmiştir. Müşrik Mekke önderlerinin, dâvetin bir merhalesinde Rasulullah (a.s.)’a hitaben dillendirdikleri şu uzlaşma teklifinde olduğu gibi:

“Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar, ‘Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir’ dediler…” (Yunus, 10/15)

Görüldüğü gibi burada, hevayı ve hevaya dayalı içtimai-siyasi işleyişi Kitab-ı Kerim’e tâbi kılmaktan imtina edip, Kitab-ı Kerim’i hevaya tâbi kılma istek ve talebi söz konusudur. Açık şekilde “Biz Kur’an’a uymayız, Kur’an bize uysun” denmektedir. Tabi bu uzlaşma teklifi karşısında Rabbimizin beyanıyla Rasulullah (a.s.)’ın cevabı net olmuştur:

“De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım." (Yunus, 10/15)

Mekkeli müşrikler “Biz Allah’ın dinine değil, Allah’ın dini bize uysun” yaklaşımını bu şekilde gayet açıkça dillendirmişlerdi, lakin geçmişten günümüze daha yaygın tutum, aynı yaklaşımı, bu şekilde dillendirmek yerine fiilen göstermek olagelmiştir.

Bugün, yukarıda tesettür ve Ramazan ayı misalleri üzerinden dile getirmeye çalıştığımız üzere İslami değerlerin ubudiyet bağlamından koparılarak maruz bırakıldığı tahrifat ve tahribatın temelinde de zaten “insan hevası Allah’ın dinine değil, Allah’ın dini insan hevasına uysun” şeklindeki habis, müfsid yaklaşım bulunmaktadır.

Ramazan ayı, hayatı Rabbimize bütüncül bir ibadet/kulluk süreci bilen biz mü’minler açısından söz konusu tahrifat ve tahribata (hafazanallah) paydaş olmak değil, akidevi temelde karşı koymak, İslam’ın değerlerini küfrün cepheden saldırıları karşısında savunduğumuz gibi bu tür anlam saptırmaları karşısında da savunmanın tahkim edildiği bir ay olmalıdır. Değil mi ki Ramazan Kur’an ayıdır, Kur’an’la daha yoğun bir şekilde donanma, onunla kuşanma ayıdır…

Rabbimiz bize Ramazan’ı ve onda oruç ibadetini şu şekilde teşri kılmakta ve onun çerçevesini şu şekilde çizmektedir:

"Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, ittika eder, sakınırsınız diye oruç sizin üzerinize de farz kılındı.

Sayılı günlerde. Sizden kim (bu günlerde) hasta veya yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Artık onu hiç tutamayacak kadar düşkünleşmiş olanlar ise (her bir gün için) bir yoksulu doyuracak kadar fidye verirler. Kim gönülden fazlaca bir iyilik yaparsa o kendisi için hayırlı olur. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

Ramazan ayı, içerisinde insanlar için hidayet rehberi, doğruyu gösteren açık belgeleri kapsayan ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran kitap olarak Kur'an'ın indirilmiş olduğu aydır. Sizden kim bu aya erişirse onda oruç tutsun. Kim de hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günlerin sayısınca başka günlerde tutar. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bu, belirlenen sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola eriştirdiği için Allah'ı tekbir etmeniz için ve olur ki şükredersiniz diyedir." (Bakara, 2/183-185)

Bu ayet-i kerimelerde öncelikle dikkatimizi çekmesi gereken husus, Rabbimizin Ramazan ve oruç ibadeti bağlamında zikrettiği kavramlardır: Takva, hidayet, beyyinat, furkan, Allah’ı tekbir etmek, şükür… İslam binasının üzerine inşa edildiği çok temel kavramlar.

Rabbimiz, 183. ve 185. ayet-i kerimelerdeki bu yoğun kavramsal vurgularla bize, Ramazan’ı ve orucu nasıl anlamamız ve nasıl ihya etmemiz gerektiğini talim etmektedir.

Hayatı takva bilinciyle (ubudiyet bütünlüğünde) anlayıp yaşamaya gayret etmek, apaçık beyanlarıyla bizim için Rabbani hidayet rehberi olan, hakla bâtılı kesin çizgilerle ayırt ederek bize bâtılı bâtıl bilip ondan teberri, hakkı hak bilerek ona ittiba imkânı kazandıran Kitab-ı Kerim’le daha fazla teşrik-i mesaide bulunmak, onun bir sâbite öğretisi olduğu bilinciyle ona sımsıkı sarılmak ve böylece güncelin savurgan rüzgârlarına karşı sarsılmaz bir dayanak edinebilmek, Ramazan ve oruçla Âlemlerin Rabbi’ne daha fazla yakınlık kesbetmeye çalışıp yalnız O’nu tekbir etmek (O’nun sözü üstünde söz, O’nun ölçüleri üstünde ölçü, hüküm tanımamak) ve O’na şükür üzere bir hayat yaşamaya cehd etmek…

Baştan sona bir “kulluk kampı” olan Ramazan’ın bizim için ifade ettiği anlam, işte bu kadar yoğun bir anlamdır. Böylesine muhteşem bir ubudiyet taliminin, dünyada izzet, âhirette cenneti kazanma yolunda bulunmaz bir fırsat olan kulluk kampının, insan hevasının şımartılmasına, tamaha, şatafata karşılık gelen ziyafet ve festival gibi mefhumlarla birlikte anılır olması nasıl bir saptırma, nasıl bir tahrifattır.

Sadelik, kanaat, nefsin tezkiyesine dayalı Rabbani bir terbiye öğretisi olan İslam’ın değerlerinin bu şekilde tahrip edilmesi, anlamlarının tersyüz edilerek tahrifata maruz bırakılması, İslam’a yönelik cepheden saldırılardan daha yıkıcıdır. Dolayısıyla mü’minler olarak bu konuda duyarlı olmak ve duyarlılık üzere hareket etmek mecburiyetindeyiz.

İslam’ın değerleri bu şekilde tahrif edilirken tepkisiz kalmak, bu tahrifata karşı mücadele etmek yerine, iftar adı altında sergilenen ziyafet sofralarına oturup tamakârlığa ortak olmak, “Ramazan festivali”, Ramazan eğlencesi” gibi terkiplere tepkisiz kalmak ciddi savrulmalardır.

Bu fasid gidişe dur demek, ma’rufu emredip münkeri nehyetme yükümlülüğümüzün bir gereğidir. Bu Ramazan ayı, bu konuda bizler için bir milat olabilir. Fert, aile ve bu bilinçteki topluluklar olarak bu Ramazan’da “Sade Ramazan, Sadece Ramazan” şeklinde bir şiarla hareket edebiliriz ve etmeliyiz. Bu bizler için bir tercih meselesi değil, imani bir sorumluluktur.

Gelin bu Ramazan’da Kitab-ı Kerim’in sadelik ve kanaat ölçülerini hatırlayalım. Kur’an’ın ilk talebesi ve en iyi müfessiri olan Rasulullah (a.s.)’ın sadelik ve kanaat üzere bina edilmiş hayatını hatırlayalım. O’nun hurma ve suyla anılan, bu ikisinin yanına zaman zaman çok az çeşit yiyeceğin eklendiği o kanaat sofralarını gözümüzün önüne getirelim.

O öyle bir sadelik ve kanaat anlayışıdır ki, yokluk döneminde olduğu gibi varlık döneminde de tavizsiz olarak uygulanmıştır. Önce Ahzab Sûresi 53. ayet-i kerimeyi ve ardından yine Ahzab Sûresi 28-29. ayet-i kerimeleri okuyalım ve Rasulullah (a.s.)’ın, evinde sürekli olarak mü’minlere ikram amaçlı yemekler pişmekte olduğu o varlık döneminde dahi nasıl bir kanaat ve sadelik tercihi içinde olduğunu hatırlayalım.

Varlık döneminin nimetlerinden daha fazla yararlanmak isteyen eşlerinin (r.a.) bu talebi karşısında Rasulullah’ın sadelikten ve kanaattan yana tutumunu Rabbimiz ayet-i kerimelerle şu şekilde takviye etmektedir:

“Ey Nebi! Eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzel bir şekilde salıvereyim. Yok eğer Allah'ı, Rasulü'nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29)

Şunu bilmeliyiz ki, bugün iftar sofrası adı altında donatılmakta olan ziyafet sofraları dünya süsüne talip olmaya karşılık gelmektedir. Kitab-ı Kerim’in bizden istediği ise; Allah'ı, Rasulü'nü ve âhiret yurdunu istemek, tercihlerimizi bu yönde yapmaktır.

Allah'ı, Rasulü'nü ve âhiret yurdunu istiyorsak yeniden sadeliğe, kanaate yönelmek durumundayız.

Gelin Bu Ramazan'da bir devrim yapalım. Ramazan'ı nefislerimize uydurma halini terk edip, nefislerimizi Ramazan'a uyduralım. Bunun için de iftarlarda ziyafet sofraları yerine kanaat sofraları kurmak, iyi bir başlangıç olacaktır.

Gelin bu kez sade Ramazan, sadece Ramazan bilinciyle Kur’an ayını ihya edelim.

(Not: Bu makale İktibas Dergisi Mart 2025 sayısında yayınlanmıştır.)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN