Bünyamin ZERAN

04 Kasım 2013

"ORTADOĞU"DAKİ OLAYLAR VE MÜSLÜMANLAR

Dünyanın toplumları değişiyor ve Allah zamanı insanlar arasında dönderiyor. Toplumlar eskisi gibi kolayca kontrol edilemiyor. Nemrutlar, Firavunlar eskisi kadar rahat değiller. Gerçi onlar iktidarlarını koruyabilmek ve kölelerinin sadakatinden emin olmak için hiçbir zaman rahat olmamışlardır lakin yeni süreçte iletişim imkanlarının artmasıyla da daha bir tedirgin durumdadırlar. Dünyanın dört bir tarafı kaynamaktadır. "Ortadoğu"da ve daha birçok yerde insanlar vahşi kapitalizmin doğurduğu açlıkla yüzleşmekte ve kendilerini bu hale getirenlere karşı hesap sormak arzusundadırlar.

Özellikle İslam coğrafyası yerli despotlara karşı sesini yükseltmiş durumdadır. Suriye ve Mısır, Libya, Fas, Bahreyn, Yemen, Tunus bunların örneklerini oluşturmaktadır. Bütün bu değişimleri nasıl okumalıyız. Komplocu bir bakışla her şeyi Amerikan tezgahı olarak mı görmeliyiz yoksa iyimser gözlüklerimizi takarak bütün bunlara İslami direniş mi demeliyiz? Elbette bu konuda her iki cümleyi kurabilen topluluklar mevcuttur. Ne var ki benim açımdan her ikisi de mümkün görünmemektedir. Bu yaşananlara ne Amerikan tezgahı diyebiliyorum ne de İslami bir direniş.

Halklar meydanlara inerken daha çok ekmek ve özgürlük nidalarıyla inmektedirler. Mursi öncesi Mısır’da işçilerin aylık maaşları ortalama 30 dolardı. Bu durum Suriye için de çok farklı değildi. Yani bu ülkede yaşayan insanlar açlığın pençesinde idi. Efendileri ise çok lüks yaşıyorlardı. Vahşi kapitalizmin doğurduğu açlık, toplumları dayanılmaz noktalara sürüklemişti. Elbette bu durum fazlaca devam edemezdi. Yıllardır İslami mücadele içerisinde yerini almış Müslümanlar süreci okuyamadılar. Hazırlıksız bir biçimde böylesi bir toplumsal olayın içerisinde kendilerini buldular. Örgütlenmeleri yoktu, programları yoktu ve halkı idare edebilecek yetkin kadroları yoktu. Onun içindir ki iktidarla yüzleştiklerinde sarıldıkları ilk şey demokrasi ve hümanizm oldu. Aslında gelinen bu süreç zaten demokrasi ve hümanizm adına yapılan şeylerin sonucuydu. Batının helvadan putu olan demokrasi dünyayı şekillendirmekte zaten kullanılıyordu ve sicil kaydı hiç de temiz değildi. Farklı bir söylem, farklı bir program ve örgütlenmiş bir kadroya ihtiyaç vardı maalesef o da Müslümanlarda yoktu.

Halkların zalim despotlara karşı ayaklanmaları onların izzeti için elbette önemlidir. Ne var ki insan izzeti için ayağa kalktığında eğer başka bir zulmün içerisine hapsolacaksa başladığı noktaya yeniden gelecektir. Bu durumda bir zalimi başka bir zalime değişmiş olacaktır. Bu ayaklanmalar Roma dönemindeki köle ayaklanmaları gibi bir ayaklanmaya dönüşecekse bunca kan ve gözyaşı boşuna demektir. Çünkü Roma’da meydana gelen köle ayaklanmalarında kölelere biraz fazla ücret verildiğinde köleliklerine razı bir şekilde yoluna devam ediyorlardı. Oysa zihni kölelikten kurtarmak ve zihnimizdeki bağları çözmemiz gerekmektedir. Zira sorun ücret meselesi değildir. Esas sorun bizi inanç köklerimizden koparan, Rabbe kulluğumuza engel olan, bizi sömürgeleştiren, köleleştiren efendi ve onların yerli işbirlikçilerinin tutumudur. Din yalnızca Allah’a ait olana dek efendi ve onların işbirlikçilerine karşı savaş devam etmelidir. Bunu yapabilecek nitelikte ve güçte bir mücadeleye ve bu mücadeleyi sürdürecek yetkin kadrolara ihtiyaç vardır. Müslümanlar işte burada kaybettiler.

Toplumların acılarını paylaşmada, yaraların sarılmasında, açlıkların giderilmesinde, muhacir olma durumunda ensar olma gönüllülüğünü üstlenenler hep Müslümanlar olmuştur ve olmaya da devam etmektedirler. Bu sayılanların hepsi olması gereken güzel şeylerdendir. Bununla beraber aynı inanç uğruna kenetlenmiş, kıblesi bir derdi bir cemaat olarak varolmak zorundadırlar. Eğer Mısır’da ihvan üyeleri tıpkı Lübnan Hizbulah’ı gibi silahlı bir güç olsaydı Firavun Sisi bu kadar rahat darbe yapabilir miydi? Elbette yapamazdı. Öyleyse Müslümanların başını çevirip dünyaya bakması gerekir. Bugün despotlar zulümlerini ellerindeki silahlarla kusmaktadırlar. Halkları yine silahları sayesinde köleleştirmekte ve sömürgeleştirmektedirler. Bugün ABD, İngiltere, Fransa vs. denilince akla gelen ilk şey silahları sayesinde sömürgeleştirdikleri ülkeler ve bu ülkeler sayesinde zenginleşmeleri gelir. Müslümanlar örgütlenmelerinde hiçbir şeyi ihmal etmeden yapabilmeliler. Ancak güç ve kuvvet yalnızca ilmin ve onun taşıyıcılarının hükmü altında olmalıdır.

Zulüm yalnızca dışarıda değil yani içinde yaşadığımız ülkede de mevcut sistemin Müslümanlara ve toplumlara yapmış olduğu zulümler vardır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, milyonlarca asgari ücretli köle, inançları yüzünden horlanan insanlar, gelir seviyesine göre tarif edilen insanlık, zengin semtlerle fakir semtlere verilen hizmet kalitesi, fakirlerin giderek fakirleştiği, zenginlerin ise giderek zenginleşmesi, zenginliğin devlet haline dönüşmesi, kadının meta haline getirilmesi, zinanın alenen serbest olması, eşcinselliğin normal karşılanması… Daha saymakla bitiremeyeceğimiz nice zulümler işlenmektedir. Mü'min en yakınından başlayarak tebliğ ile sorumluysa önce kendi sokağını süpürerek işe başlamalıdır. Kendisine zulmedildiği halde kendisine zulmeden komşusuna değil de başkasına zulmeden uzaktaki bir adama bağırması zalim komşusunu ne kadar rahatsız etmezse bugün içinde yaşadığımız sistemin mevcut zulümlerini ona haykırmak yerine sadece diğer coğrafyalardaki zulümleri dillendirdiğimizde bizim zalimlerimiz de bundan hoşnut olacaklardır. Çünkü kendi zulmünü dile getiren kimseler ortalıklarda olmamaktadır.

Elbette ki heryerdeki zulümler bize yapılan kadar bizi acıtacaktır. Ne var ki bizim gücümüz ancak bize yapılanı durdurmaya yetecekse önce kendi uğradığımız zulümden kurtulmanın çaresine bakmalıyız. Bunun için mü'minler kardeş olmayı ve gücünü israf etmemeyi öğrenmeliler. Etrafındaki kitleyi sürekli kendilerine yapılan haksızlık konusunda uyanık tutmalı ve zalime karşı zihinleri bileylemelidir. Sadece farklı coğrafyalardaki zulümleri dillendirmek etrafınızdaki topluluklara kendilerine karşı yapılan zulmü unutturabilir hatta kendi zalimini dışardaki zalimle kıyaslama yaptırarak kendi zalimine sempati besletebilir. Bunun daha ilerisi elbette ki ayakların savaş meydanlarında gerisin geriye kaymasına yol açar ki Allah korusun kişinin akidesine halel getirir.

Toplum mühendisleri mevcuttaki olayları kendi lehine çevirmenin derdindedirler. Müslümanlar eğer ferasetle olayları doğru süzgeçten geçiremezler ise süreç yine onların lehine sonuçlanacaktır. Çünkü Allah ancak kendisi uğrunda ferasetle ve hikmetle savaşanları galip kılacaktır. Görünen o ki Müslümanlar bu süreçte bile birbirlerine karşı öfkelerini büyütmekteler. Kendi gemilerini inşa ederken başka gemilerdeki zulümlere karşı ses çıkarma iddiası taşıyanlar yazık ki kendi gemilerindeki ateşi görmekten uzak kalabiliyorlar. İçerdeki zulmü dillendirenler de içerdeki zulümle nasıl başedileceği konusunda yeterli donanıma sahip olamayabiliyorlar. Ya da adanmışlık duygusuyla İbrahim olmaya niyetli olamayabiliyorlar.

Her şeyden önce bilinmelidir ki mü'minler ancak kardeştirler ve kardeşler birbirlerine karşı kin ve öfke beslememelidir. Yalnızca Allah’ın hoşnut olacağı şekilde davranılmalı, grup asabiyeti, lider kültü vs. gibi Allah katında değeri olmayan şeylerden ötürü birbirlerini ötekileştirmemelidirler. Çünkü bu en çok da şeytan ve dostlarının arzusudur. Tıpkı Maide suresinin 3. ayetinde buyurulduğu gibi şeytan bizden ümidini kesmelidir. Ümidini kesmelidir ki birlik ve bütünlük içinde şeytanın dostlarına karşı güzel bir savaş verelim. Popüler olma tutkusundan uzak, kitleleri tatmin etme duygusundan uzak, iktidarlardan nemalanma isteğinden uzak, sürekli görünür olma tutkusundan uzak bir şekilde yalnızca Allah’ın rızasını dileyerek en yakınımızdan başlamak üzere zulme karşı savaşmaya/cehdetmeye ahdetmek zorundayız. Her türlü savrulmaya karşı, şeytanların tuzaklarına karşı istişareyi elden bırakmayan, birbirine kenetlenmiş yapılar olmak zorundayız. İbrahim olmak zorundayız ki imanımızdan ötürü bizi ateşe atsınlar ama imanımız bizi o ateşin içinde yanmaktan korusun.