Bir akşam vakti günün son demleri elinde biriktirdiği kır çiçekleri ile koşup geldi bahçe kapısından içeri. Yüzü solgun, kederleri çehresinin kırışıklıklarına kadar işlemişti. Bu çiçekleri nereden bulmuştu, toplamış mıydı ya da nasıl eline geçti bir fikri yok gibiydi. Çoğu zaman sessizdi. Konuşması, susmasından daha azdı her daim. Bazen yüzünde tebessüme dair bir iz arardı insanlar. Sanki keder ona doğuştan yapışmış gibiydi. Öyle miydi bilinmez tabi. Ama bilinen şey onun kır çiçeklerine olan düşkünlüğüydü. Belki hayatındaki tek lüksü kır çiçeklerini evinde, odasında, bahçesinde ve elinde sürekli taşımasıydı. Konuştuğu da olurdu onlarla ama kimse anlamazdı ne dediğini. Şehrin kiri, pası, gürültüsü onu yormuş olmalı ki dağın bir kenarında kendi eliyle yaptığı küçük bir kulübeyi andıran ve küçücük bahçesi olan bir evde yaşamaktaydı. İnsanlar onun yaşadığı yere ev demiyorlardı tarif ederken birilerine kulübe olarak tanımlıyorlardı. Bu onun umurunda bile değildi. Çünkü yaşanılan yerin ev olması ya da saray olması orayı değerli kılmıyor gibiydi. Ona sorsalardı yaşadığı yeri sadece mekan olarak tarif ederdi belki de, kim bilir…
Ne zamandan beri burada yaşamaktaydı kendisi de bilmiyordu. Belki de bilmek istemiyordu. Her sabah erken kalkar namazını kılar ve uzunca bir süre seccadesinin üstünde ağlamaklı, sızlamaklı bir sesle bir şeyler mırıldanırdı. Çoğu zaman göz yaşları seccadesini ıslatır ve zamanın neresinde olduğunu unuturdu. Kimi zaman güneş epey yükselmiş olur, kimi zaman da güneş yüzünü yeni göstermekte olurdu. Evini güneşe karşı kurmuştu. Belli ki içinin karanlıklarından güneşin şavkıyla arınmak ister gibi bir hali vardı. Kimi kimsesi var mıydı bilinmiyordu. O yörenin insanları adını “Yalnızların Garib” diye koymuştu. Hem yapayalnızdı hem de bir garib insandı. Kimileri arada sırada konuştuğunu duymasalar, göz yaşlarına tanık olmasalar onun insan olduğundan bile şüphe duyacaklardı. Elbette insandı çünkü çiçekler buna şahitti…
Herkes hakkında bir şeyler söylüyordu. Kimisi derviş diyordu kimisi ise meczup… ama o ne dervişti ne de meczup. Kendi arayışını tamamlama arzusunda olan biriydi belki de. Gecenin bir vakti kalkar uzun uzun Kur’an okurdu. Bazen yorgunluktan bitap düşerek oturduğu yerden uykuya dalıp giderdi. Sanki uzunca bir yolculuğun henüz başında bir yolcuymuş gibi sade ve gösterişsizdi. Bundan önce nasıl bir hayat yaşamıştı kim bilir… kendi anlatmadığı sürece oralarda kimseciklerin bileceği bir şey değildi. Kulübesinin hemen önünde bir selvi ağacı vardı. Gündüzleri selvi ağacının altında gölgelenmekten hoşnut olurdu. Yaz günleri çoğu zaman akşamları da o selvi ağacının altında yıldızlara bakarak hamdederdi. Çok fazla misafiri olmazdı. Gelenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Kimi “gariptir bir kap yemek götürelim sevabına, aç kalmasın” derdi, kimisi de “hayatı hakkında acaba bir şeyler öğrenebilir miyim” diye ağzını aramak için giderdi. Belki geçmişinde çok konuştuğundan olacak en çok susmayı bilirdi. Susmak gecenin yarıklarından gönlüne dolan bir huzur gibi onu aydınlatmaktaydı.
Gecenin karanlığında geçmiş hayatı hakkında uzun uzun düşünürdü. Hayat ne garip bir şeydi. Dün peşinden iştahla koştuğu, sahip olmaya çalıştığı, sahip olduklarıyla övünme telaşındaki hayattan şimdi sadece pişmanlık duyuyordu. Ömrünün son demleri olmasa da hayatının yarıdan fazlasını tükettiğini düşünmekteydi. Ne uğruna! Bu soru onu her daim meşgul etmekteydi. Çok çalışmıştı, çok kazanmıştı ama kimseyi memnun edememişti. Çünkü performans toplumu içinde sürekli daha fazlasını ondan bekleyenler vardı. Hep daha fazlası, hep daha fazlası ama niçin!… gerçekten gerekli bir şey miydi? Yoksa bu duygu toplumun herkese dayattığı bir zorbalık mıydı? Bütün bunları derin derin düşünecek nice gecelere sahipti artık. Performans toplumundan kendini dışarı atmayı becermiş kimsenin kendisine dair beklenti duymadığı ıssız sayılabilecek bir mekana atıvermişti kendini. Peki onu ne etkilemişti de kendine dair bir anlam arayışı yolculuğuna çıkma gereği duymuştu. Kendisini etkileyen şeyi ömrünün sonuna dek unutmayacaktı. Zira hayatında belki de en net hatırladığı şey oydu.
Bir insanın sahip olmayı arzuladığı birçok şeyin sahibiyken sürekli içini kemiren bir kasvetle yaşamaktaydı epeydir. Ne olduğuna anlam veremediği sıkıntılar giderek içini kemirmekte ve mutsuzluğu yüzüne yansımaktaydı. Ailesi onun için endişelenmekte idi. Hatırladığı kadarıyla kendisi için endişelenmekten çok kazandıkları şeyin ellerinden uçup gitmesinden endişeleniyor gibiydiler. Birçok psikoloğa götürdüler. Major depresyon diyen de oldu, anksiyete bozukluğu diyenler de, bipolar rahatsızlığı diyenler de… ama o biliyordu ki bu başka bir şeydi. Uzun bir süre ilaçlar da kullandı ama ilaçlar aklını uyuşturmaktan başkaca bir işe yaramıyordu. Oysa aklına en çok ihtiyaç duyduğu zamanları yaşıyordu. Yeşil reçeteli ilaçları kullanmamaya karar verdi. Mümkünse eğer bir süre herkesten uzaklaşmayı diledi. Ama yapabileceğinden pek de emin değildi. Çünkü yıllardır o şaşalı hayatın içinde olmuştu. Tüm çevresi, ailesi o hayatın bir ferdiydi. Şimdi ise hepsi ona yabancı gelmeye başlamıştı. Sanki bir yaratılış amacı vardı da ne olduğunu bulamamaktaydı. İnsanlık alemini bir pazıl gibi düşünmekte ve kendisini nereye konuşlandırabileceğini bilememekteydi. Bir gündüz vakti odasına girdi ve yatağına uzandı. Odanın tavanındaki ahşap işlemeleri seyreder buldu kendini. Bir süre sonra can sıkıntısından kafasını sağ tarafa çevirdiğinde yatak odasındaki küçük kitaplığı gözüne ilişiverdi. Usulca doğruldu ve kitaplığa doğru ilerledi. O kadar bunalmıştı ki kitaplara isteksiz göz gezdirdi. Aralarında Kur’an dikkatini çekti. Kutsal bir kitap olduğunu hayal meyal hatırladı. Kitaba karşı nasıl davranacağını bilemeden bir süre bekledi. Sonra almaya karar verdi. Elini uzattı biraz ürkek, biraz tedirgin bir vaziyette Kur’an’ı kavrayıp raftan çekiverdi. Gözünü kapattı ve rastgele sayfayı açtı. O anı hiç unutamıyordu. O anı ne zaman hatırlasa göz yaşları kendiliğinden boşalıveriyordu. Alak suresinin 6, 7, 8. ayetleri onu derin bir boşluğa sürüklüyordu. “Hayır şüphesiz ki insan, kendini zengin gördüğü için azar. Şüphesiz ki dönüş Rabbinedir.”
İşte onun hikayesi tam bundan sonra başlıyordu. Çölde devesini yitirdikten sonra yeniden bulan bir bedevinin sevinci gibi yüzü aydınlanmıştı. Artık nereden başlaması gerektiğini biliyordu. İçindeki koyu karanlıklardan aydınlığa kavuşmasını sağlayacak bir ipucunu yakalayıvermişti. Ama nasıl olacaktı şimdi? Tüm hayatı şehirde geçen birinin, toprakla, tabiatla bağını kesmiş birinin Allah’a dair birçok meseleyi, mucizeyi anlaması mümkün olmayacak gibiydi. Evinde onun için en değerli şeyi yani Kur’an’ı alıp kendini şimdiki yaşadığı mekana atıvermişti. Toprakla, tabiatla hemhal olarak kendi anlamını bulmanın telaşı içindeydi. Gece ona çok iyi gelmekteydi, güneş ona farklı bir anlamla doğmaktaydı. Toprağın ham kokusu, çiçeklerin rengarenk desenleri, kokusu ona tabiatın dengesini öğretmekteydi. Yağan yağmur, esen rüzgar, karların toprağı bir örtü gibi örtmesi ve daha birçok şey ona hayatın anlamını öğretmekteydi. İnsan dışında her varlık hayatın anlamını bilmekte ve kendisini varedene karşı koşulsuz itaat etmekteydi. Hayat denen şeyin kendisi bir mucizeydi. Yürümesi, konuşması, görmesi, duyması, gözleyebilmesi, umut edebilmesi vs. ama insanoğlu dünyaya dair isteklerini gemleyememesi yüzünden bunların farkında bile olmuyordu. “Nereye bu gidiş!” çağrısı bu koşturmacaların içindekilere ulaşmadan sönüp kaybolmaktaydı. Evet kendisi bir karanlığın içindeydi ve aydınlanmak için tefekkür etmekteydi.
Nereden başlayacağını tam olarak bilmese de gecenin anlamı üzerinde durmaktaydı. Bütün tabiatın dinlenmeye çekildiği bir zamanda uykusundan kalkıp gecenin sessizliğinde tefekkür edip bundan sonraki yaşamının izlerini bulmakla meşguldü. Yalnızlardan bir garipti. Her geçen gün içindeki karanlık biraz daha kaybolmakta idi. Evet şimdilik pek kimseyle konuşmuyor olabilirdi zira kendisini dinleyip, anlamakla meşguldü. Etrafındaki çiçekler, kulübesinin önündeki selvi ağacı, kulübesini ve ruhunu aydınlatan güneş, tenini okşayan rüzgar, yağan yağmur ve kar ona kim olduğunu ve kişisel nüzul sebebini öğretmekteydi. Artık nereden başlaması gerektiğini öğrenmişti. Kendini ıslah ve inşadan başlamalıydı. Bunun yolu da geceden geçmekteydi. Gecenin derin sessizliği içinde kendini arama ve bulma telaşı ona yepyeni kapılar aralamaktaydı. Gecesini farklılaştırmayan gündüzünü nasıl değiştirebilirdi ki! Gündüzün konuşma cesaretini bulmak ancak gecenin sessizliğinde cümle devşirmekten geçmeliydi. Ya eyyühel müzzemmil demeden ya eyyühel müddessir nasıl söylenebilirdi ki…