`Tuhaf zamanlar`ın profan kutsallıkları
Modern insan, bilimsel bilginin ölçülerine uymayan, bir tür kalp para muamelesi gören insanlık birikimleriyle, kadim geleneklerle/hurafelerle savaşarak hakimiyetini pekiştirmişti. Aklın dışında, deneysel tecrübenin dışında ne gerçeklik vardı, ne de hakikat. Bu nedenle yaşadığı gerçeklikle yüzleşmekten, hesaplaşmaktan, yıktığı kutsalların yerine inşa ettiği profan kutsallığın kristal kulesinin paramparça olmasından korkuyor. Aklını, insan tekini putlaştırarak kendini de aşan, ihata edemediği, inkar etse de baş edemediği, içinden atamadığı hakikatle yüzleşmekten korkuyor.
'Tuhaf zamanlar'da yaşamak
Akif Emre / Yeni Şafak
'Tuhaf zamanlar'da yaşıyoruz… Geçenlerde ölen ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm'ın otobiyografisinin başlığı… İki dünya savaşı görmüş, İngiliz Komünist Partisi'nde üst görevlerde bulunmuş, 'Daha 1950'lerde komünizm benim için bitmişti' demesine rağmen sonuna kadar partisine sadık kalmış bir tarihçi. Gerçekten tuhaf zamanlarda yaşamıştı. Bir düşünürün kendini anlamlandırdığı davasına olan inancını yitirdiği ama davasının partisine sadık kaldığı tuhaf zamanlar…
Demokrasinin idealize edildiği halde, 'demokrat diktatörler' icat edilip şikayet edildiği tuhaf çelişkiler çağı mesela. Demokrat diktatörlerin olabileceği akla gelirken bizzat demokrasinin kendisinin diktatörlük üretip üretmeyeceğinin sorgulanamadığı tuhaf zamanlar… Ya da demokratik sayılmayan nice geçmiş zaman deneyimlerinin neden mutlak kötülük anlamına hapsedildiği sorusu hiç de akla gelmez. Düşünce özgürlüğünün, eleştirel zekanın sınırları; seküler kutsallıklara dönüşen kimi sistem ve kurumlara tosluyor. Martin Lings'in nefis bir şekilde ifade ettiği gibi, 'modern hurafeler' sadece siyasal, toplumsal sistemlerde söz konusu değil. Gündelik hayatın ayrıntılarında bizi teslim alan, dünyayı kavrayış biçimimizi çepeçevre kuşatan modern hurafelerle boğuşmayı göze alamıyoruz.
Oysa modern insan, bilimsel bilginin ölçülerine uymayan, bir tür kalp para muamelesi gören insanlık birikimleriyle, kadim geleneklerle/hurafelerle savaşarak hakimiyetini pekiştirmişti. Aklın dışında, deneysel tecrübenin dışında ne gerçeklik vardı, ne de hakikat.
Bu nedenle yaşadığı gerçeklikle yüzleşmekten, hesaplaşmaktan, yıktığı kutsalların yerine inşa ettiği profan kutsallığın kristal kulesinin paramparça olmasından korkuyor. Aklını, insan tekini putlaştırarak kendini de aşan, ihata edemediği, inkar etse de baş edemediği, içinden atamadığı hakikatle yüzleşmekten korkuyor.
Bir Çin atasözü, buna benzer bir çağrışıma sahip. Aslında bu bir beddua: 'Tuhaf zamanlarda yaşayasın!' Kadim geleneklere özgü bilgelikten izler taşıyan bu sözün işaret ettiği zamanlarla Hobsbawm'ın tuhaf zamanları aynı mı acaba? Kastedilen tuhaflığın muhtevasının birebir örtüştüğünü sanmasam da yaşadığımız çağın Çin bedduasındaki tuhaflıktan berî olduğunu sanmıyorum. Aradaki fark sadece tuhaflığa yüklenen anlamın derinliğinde… Her şeyin değiştiği, tuhaflaştığı, ölçünün, duruşun kaybolduğu zamanlarda kalmak… Bir tür ahir zaman telakkisi gibi. Binlerce yıllık içine kapalı bir medeniyete sahip olarak geleneklerinin sürekliliğini sağlayan Çinliler için her şeyin değiştiği, hakikatin göreceleştiği dönem olsa gerek tuhaf zamanlar… Bir tür varoluşsal düzlemin yitirildiği, benlik idrakinin kaybolmaya yüz tuttuğu dönem…
Tuhaf zamanlardan şikayet ediliş nedeni ister hikemî, ister metafizik, isterse maddi uygarlığın pratikleri olsun yaşadığımız zamanda bir tuhaflık olduğu kesin. Müslüman'ın zaman idrakinin çizgisel bir gelişim izlemediği açıktır. Maddi gelişmenin boyutu ne olursa olsun asr-ı saadetten bu yana izmihlal yaşandığı bir hakikat.
İnsanı denetleyen, kuşatan tabulardan, inançlardan, geleneklerden, çevresel faktörlerden kurtardığına inanılan sistemlerin esiri olmak tuhaf zamanlara özgü… İnsanlığın büyük macerasını tek boyutlu bir bilgiden ibaret görme; hatta belli bir coğrafyanın, belli tarihsel tecrübesinin prizmasından geçen kırık ışıklarla her şeyi görme eğilimindeyiz.
Ne var ki, tek boyutlu, tek kültürlü yavan hakikat algısı, insanlığın hiç de tanık olmadığı bir temaşa sanatına sahip. Duyduklarımız, dokunduklarımız, gördüklerimiz, soluduğumuz her şey adeta bizi kendine çeviriyor, özümüze yabancılaştırıyor.
Oysa özgürleşmek ile özgün ve -İsmet Özel'in tabiriyle- öz-ü-gür olmak arasındaki sarsıcı ilişkiyi kaybettiğimizin farkında bile değiliz. Öz kaybolunca özgürlük sahte gösterilere emanet oluyor. Temaşanın modern parıltıları sahte özgürlüklerin, sahte hakikatlerin ayartıcı sanrısından kurtulmaya imkan vermiyor.
İnsanın anlamını, insanın özgürlüğünü, vicdanını, adaleti, hakikati, şefkat ve merhameti yanlış yerde aradığımız gibi yanlış anlamlarla kendimizi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Tuhaf zamanlar; anlamın, insanın anlamının, hakikatin anlamının ve de hakikat arayışının anlam çerçevesinin parçalandığı zamanlar olsa gerek…
Gündelik siyasal didişmelerde neye nerden bakarsak bakalım, kime karşı olup kimlerden yana durursak duralım tuhaf zamanlarda olduğumuzu idrak etmeden, zamanın anlamını sorgulamadan hakikati bulma şansımız yok. Birbirimizle didişmeden önce anlam üzerine düşünmeyi denesek? Buna cesaret etmezsek medyatik gerçeklere bir nesli daha feda edeceğiz demektir.
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !