Bünyamin ZERAN
"VE SİZLER ÜÇ SINIF OLDUĞUNUZ ZAMAN..."
Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman,
Kitabı sağdan verilenler, ne mutlu onlara!
Kitabı soldan verilenler ise, ne bahtsızdırlar onlar!
(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.
İşte bunlar, (Allah'a) en yakın olanlardır. (56 / 7-11)
Tarih boyunca insanın hayatında ona değer katan unsurlar hep inançları olmuştur. Hangi dine inandığı hiç fark etmez. Çünkü kişinin dini görüşü dünya hayatını birebir etkiler. Kişiye kimlik ve kişilik kazandıran onun inançlarıdır. Yaptığı her eylemin ve kaçındığı her eylemin arkasında din duygusu yatar. Buna tarihten binlerce örnek vermek mümkün. Bu sadece bireysel bazda değil devletler bazında da böyledir. Mesela Firavun “Şu Mısır ve altında akmakta olan Nil benim değil mi? Ben sizin ilahınızım…” diyordu. Yani kanun koyucunuz, hayatınıza hükmedicinizim. Böylece kendi meşrutiyetini dini bir temele dayandırmış oluyordu. Türk kağanlarının kendilerini gök tanrının vekili göstererek yönetimlerini meşrulaştırmaları da yine dinin toplumsal hayata etkisini birebir gözler önüne sermektedir. Ya da ilkel dinlerde bir kabilenin bir hayvanı kutsal sayması ve ona tapması da kabilenin sosyal hayatının düzenlenmesi hakkında yine konuya bir örneklik teşkil eder.
Burada dinlerin medeniyete ve kültüre etkilerini tartışacak değiliz. Bu ayrı bir çalışma konusudur. Burada bizim değinmek istediğimiz daha ziyade herhangi bir dine ait üç tip insanı tahlil etmektir:
1- Bir dine iman edenler ama belki kapasiteleri gereği belki rahatlarına biraz fazla düşkünlükleri gereği yalnızca iman ettikleri dinin belli ritüellerini yapıp fazlaca öne çıkmayanlar;
2- Bir dine iman edip o dini en layık olduğu şekliyle yaşamaya gayret edip çevresindekileri de sorumluluğu gereği sürekli uyaran ve dinin daveti ve sorumlulukları için kendini feda etmeyi göze alanlar, önde gidenler.
3- Son olarak da kavminin iman ettiği dine muhalif olup onun toplumsal hayata sirayet etmesini engellemek için var gücüyle çalışanlar veya farklı şekillerde dinin toplumsal alana müdahalesine engel olanlar. Allah bu üç tip insanı vakıa suresinde: Sağdakiler, soldakiler ve sağın önde gidenleri olarak tarif etmiştir.
Yüce Allah’ın toplumlar üzerindeki yasası yani Sünnetullah değişmeden süregelmektedir. Toplum sürekli kendi içinde bir çatışma ortamı doğurur. Bir işi yapanlar, belirleyenler; belirlenen işlere ayak uyduranlar ve birde bütün bunlara karşı olan muhalif gruplar vardır. Tarih hep bu gruplar arasındaki mücadelelerle doludur. Kitabı sağdan verileceklerden olmak yani doğruluk adına bir şeyin iyi olmasına yardımcı olmak, kitabı soldan verileceklerden olmaktan çok daha değerli olmaktır. Toplumu ıslah edici her davranışı benimseyip bu davranışları kanıksamak demektir. Belki yapıcı olmayı tercih etmek her ne kadar etkin olmayı değil de edilgen olmayı öne çıkarsa da toplumu ifsad edici çizgide olmaktan çok daha saygıya değer şeydir. Bu grubun insanı mülayim ve uzlaşmacıdır. Öne çıkmayı, sorumluluk üstlenmeyi, bedel ödemeyi pek göze alacak kadar cesur değildirler. Ama rüzgar nerden eserse oraya savrulan kimseler de değillerdir. İnançlarını muhafaza etmeyi bilen ve zor şartlarda onu alenen olmasa da gizliden gizliye yaşatan bir ruha sahiptirler.
Önde giden grubun en büyük destekçileri bunlardır. Bu grubu içinde yaşadığımız ve adına muhafazakar ya da sağcı dediğimiz toplumla tanımlayacak olursak birçok yanlışa düşebiliriz. Zira Allah’ın ifade buyurduğu kitabı sağdan verileceklerden olmak ile yaşadığımız çağdaki toplumun anlamış olduğu sağcılık arasında derin uçurumlar vardır. Kur’an’ın ifade ettiği tutumda zulme karşı içsel bir direniş söz konusuyken sağcılık ideolojisinde zulme destek olmak ve zalimlere arka çıkmak söz konusudur. Bizim toplumumuzun sağcıları rüzgar nerden eserse oraya savrulan ve inançları iktidar partilerinin din anlayışları ölçeğinde değişebilen bir ruha sahiptirler. Onun için bizim dönem sağcı anlayışı kitabı soldan verilecekler sınıfına dahil etmek Kur’ani mantık içerisinde en makul olanıdır.
Kur’an’ın ifade ettiği tutum; Firavun’un İsrailoğullarına baskıyı artırdığında “sen gelmeden önce de geldikten sonra da bize zulmediliyor…” demeyen bir anlayıştır. Lut’un toplumuna “bu yapmış olduğunuz çok iğrenç bir şeydir, kadınları bırakıp da erkeklere mi yöneliyorsunuz” dediğinde “Lut’u şehrinizden çıkarın zira o fazla temiz kalanlardandır” demeyen bir tutumdur. Kur’an’ın anlattığı tutum; Firavun ve ileri gelenleri Musa’nın öğretilerine karşı tavır takındıklarında; “Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez. Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun: Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size ancak doğru yolu gösteriyorum dedi. İman etmiş olan dedi ki : "Ey kavmim! Doğrusu ben üzerinize önceki toplulukların günü gibi, bir günün gelmesinden korkuyorum." (40/28-30) diyebilen bir tutumdur. Kur’an’ın anlattığı tutum, yine Mekke’den Müslümanlar hicret ettiğinde hicret etmeyip Mekke’de kalan ama inançlarını her türlü zulme rağmen koruyabilmiş bir tutumdur. Allah’ın övdüğü ve “ne mutlu o kitabı sağdan verilenlere” dediği tutum budur.
Oysa bugün sağcılık, sol ideolojilerin karşısında iktidarı desteklemek, muhafazakarlık yapmak olarak algılanmaktadır. Dünyada da Türkiye’de de sağcılık, içinde dini kırıntıları olan bir parti programını benimseyip kendini biraz din, biraz da sekülerizmle donatmış bir zihniyettir. Sol ise kendini dinsel olandan arındırıp tamamen materyalist bir düşünceyle donatmış bir düşünsel yapı haline gelmiştir. Buradaki sağcılık ve solculuk kavramı da doğal olarak tarihsel süreçte değişime uğramıştır. Sağcı anlayış bu tarihsel süreçle birlikte zulmün karşısında kendini muhafaza eden ve inançlarını koruyan bir düşünce olmaktan çok ikiyüzlü bir hayatla, yani Kur’an’ın tabiriyle münafık bir yaşantıyla kendine iktidarın sofrasında bir yer açma telaşına düşmüştür. Konu iktidardan nemalanmak olunca inançlarını da o ölçekte şekillendirebilen bir zihniyet oluşmuştur. Buna çağdaş terimlerle bir karşılık bulacak olursak Makyavelizmin doğurduğu pragmatizm ve oportunizm oluşmuştur diyebiliriz.
Gelecekte dünyevi anlamda bir makam, mevki talebiniz varsa sağcı anlayış içerisinde namaz kılmadan Müslüman olabilir, içki içerek Müslüman kalabilir ve eşinizin başı örtülüyse onu kendi hırslarınızın, gelecekte hayalini kurduğunuz filanca bürokrasi koltuğu adına kurban ederek başını açtırıp dindar olabilirsiniz. Yine sağcı anlayış içerisinde sağ partilerden herhangi birini destekleyerek, onlara oy vererek kendi toplumsal sorumluluğunuzdan kurtulabilir ve kendinizi cennetlikler sınıfında görebilirsiniz. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başını keser ve utanmadan bunu Allah dilemiştir diyerek yapılan bu zalim eylemi haklı (!) çıkarabilirsiniz.
Samiri’nin yaptığı gibi biraz elçinin getirdiği vahiyden biraz nefsinizin kattığı şeylerden bir din oluşturup bununla hayatınızı şekillendirip Müslüman (!) kalabilirisiniz. Devletin bekası adına kardeş katlini ferman buyurup daha beşikteyken öldürülen çocuklarınızın çığlıklarına kulaklarınızı kapayarak sağcı olabilirsiniz. Tarihten günümüze sağcılık anlayışındaki değişimleri örnekleyecek birçok misaller mevcuttur.
Kur’an’ı okurken Kur’an’da anlatılan tutumla yukarda bahsettiğimiz sağcılığın aynı olmadığını kesinkes ayırt etmemiz gerekmektedir. Çünkü yukarda anlatılan sağcı anlayış içindekiler böyle bir yanılgıya düştükleri için hayatlarından şikayetçi değillerdir. Aksine kendilerinin dosdoğru yol üzerinde olduğunu düşünmektedirler.
“De ki: Size, (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir ki, biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız.” (18/103-105) ve Kur’an’ın ifade ettiği kitabı soldan verileceklerin yapmaya çalıştıklarından çok daha tehlikeli bir durum arz etmektedirler. Çünkü bu grup eylemleriyle dini düşünceyi sulandırmakta, laçkalaştırmaktadırlar. Dinin doğru anlaşılması ve yaşanması hususunda yine en büyük engeli bu grup teşkil etmektedir. Bu sakat düşünsel yapı doğal olarak Kur’an’ın kitabı soldan verilecekler olarak bildirdiği grubun ekmeğine yağ sürmektedir.
Kitabı soldan verilecekler olarak bildirilen kesim tarih boyunca hep nettir. Doğru olan, hak olan düşüncenin karşısında sürekli muhalif durumdadır. Kendini gizlemez, gizleme gereği duymaz. Muhammed’in (a.s.) karşısında Ebu Cehil, Musa’nın (a.s.) karşısında Firavun, İbrahim’in (a.s.) karşısında Nemrut’tur. Kendisi bu kadar net iken hak ile savaşında kullandığı argümanlar, yöntemler net olmayabiliyor. Yaşadığımız çağda bu düşünceyi emperyalizm olarak tanımlayabiliriz. Dünyada şeytanı en iyi tanımlayan bir kavram bulacak olursak ve onu somutlaştıracak olursak buna emperyalizm demekte bir beis görmeyiz.
Emperyal düşünce içerisinde hareket eden ve bu düşüncenin yaygınlaşması için gerek fikri gerekse eylemsel olarak destek veren herkes konumu, durumu, inançları ve kavmi aidiyeti ne olursa olsun kitabı soldan verileceklere dahildir. Ne yapar bunlar? İnsanların belli bir elit azınlığın elinde köleleşmesi için çabalarlar. Bu kölelik öyle bir şeydir ki sadece bedenlere hükmetmekle kalmaz efendilerini her alanda destekleyen ve kölelikleriyle gurur duyan bir ruha büründürür. Amerika’daki siyahların bazılarının siyahlıklarından utanması ve beyaz adam olmak istemesi ve ona benzemek için gayret göstermesi emperyalist düşüncenin bir sonucudur. Emperyalizm ırksal farklılıklardan doğan savaşlardan bile kendine pay çıkararak efendiliğinin pekişmesini başarabilir.
Amerika’daki siyah hareketine bakalım mesela; Elijah Muhammed’in İslam öğretisi tamamen ırkçı söylemlerle dolu ve hrıstiyan kültürden yoğun izler taşıyan bir hareket iken, bu hareket, Malkolm X’in hareketine karşı ( Malkolm X’in hayatının son dönemlerinde özellikle Mekke’ye hac için gidip geldikten sonra gerçek İslam’la tanıştıktan sonraki hareketine karşı) Amerikan servislerince desteklenmiştir. Çünkü Malkolm X, kuklayla değil kuklacıyla savaşmaya başlamıştır. Elijah Muhammed ise hala kuklalarla uğraştığından emperyalizmin ekmeğine yağ sürmeye devam etmiş bu da efendileri ürkütmemiştir. Malkolm X meselenin bir ırk sorunu olmadığı gerçeğini görmüş, beyaz adamın sömürüyü nasıl gerçekleştirdiğini fark etmiş ve kişinin hangi dine, hangi ırka ait olursa olsun beyaz adamın yaptığı bu sömürüye dur demesi gerekliliğine parmak basmıştır. Şehid edilmesi de bu gerçeği fark etmesi neticesinde olmuştur.
Emperyalizm, düşmanlıkta üç yöntem kullanır genellikle: Birinci aşamada nasihat edici davranır. İkna etmeye çabalar. Kendisinin efendi olduğunu, kendisine karşı gelinemeyeceğini, er geç herkesin bu gerçeği göreceğini ve yeryüzünde tek söz sahibi olduğunu okullarıyla, sinemalarıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, tiyatrolarıyla, gazeteleriyle ve televizyonlarıyla anlatmaya çalışır. Genellikle bu yöntemle de topluluğu manipüle etmeyi ve kendi hegemonyası altında tutmayı başarır. Eğer bireyler bu yöntemle ikna olmamışsa bireylerin inançlarını sulandırma işine koyulur. Mesela Hindistan cevizinin Hindu geleneklerine ve inançlarına göre Hindulara yasak olduğunu Hintlilere inandırır ve Hindistan’da yetişen tüm Hindistan cevizini Hintlilere toplatıp onların bir tane bile yemesine inançları gereği güya müsaade etmeden İngiltere’ye bedelsiz götürür. Ya da Napolyon’un Mısır’ı işgalinden sonra yaptığı gibi, Müslümanlara belli konularda haklar verip işgali meşrulaştırır. Veyahut Afrika’ya elinde İncil’le gider, gittiğinde Afrikalıların elinde toprakları, batılıların elinde İncilleri vardır. Ama bir süre sonra batılıların ellerinde Afrikalıların toprakları Afrikalıların ise ellerinde yalnızca bir yanağına tokat vururlarsa diğer yanağını çevir diyen İncil sayfaları vardır.
İslam’a karşı olmadığını ama köktenci İslam’a karşı olduğunu ifade eder. Ilımlı İslam’dan yana olduğunu yani batının sömürüsüne ses etmeyen İslam’dan yana olduğunu ifade eder. Kendi egemenliğini pekiştirecek Ortadoğu projesi gibi projeler ortaya atar, diyalog adı altında İslam’ı batıya entegre etmeye aday düşüncenin ve düşünce sahiplerinin hamiliğini üstlenir. Eğer bu yöntem de çare olmazsa baskı ve şiddet yolunu tercih eder. Bunu özgürlük ve demokrasi adına yapar. Çünkü çağın yeni putu özgürlük ve demokrasidir. Her şey bu iki ilahın adıyla başlar ve bu iki ilahın adıyla devam edip bu iki ilahın adıyla son bulur. Çünkü emperyalizm kendini alaşağı edecek her düşünceye kapalıdır. Adil bir dünya onu rahatsız eder. Kaos ve çatışma onu hep besler, zinde tutar. Halkların savaşı onu zenginleştirir. Bu sayede tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklere sahip olmanın yollarına ulaşır.
Yeryüzünün en bereketli topraklarına sahip olan bölge Afrika’dır. Hem yeraltı hem yerüstü zengini bir toprağa sahiptirler ama emperyalizm oraya öyle bir nüfuz etmiştir ki yeryüzünün en sefil halkları da yine bu zengin coğrafyanın halkları olmuştur. Ruanda’da Hutular ve Tutsiler barış içinde yaşarken emperyalizm onları birbirine düşürmüştür. Onlar birbirinin kanını dökerken emperyalizm onların topraklarını sömürmüştür.
İçinde yaşadığımız çağda Suudi Arabistan ve İran şeriatle yönetilmektedir. Emperyalizm için Suudi Arabistan’ın şeriatını sorun teşkil etmezken emperyalizmin karşısında tek ciddi güç olarak duran İran’ın şeriatı emperyalizme hazım sorunu yaşatmaktadır. Ve emperyalizm ilk başta saydığımız iki yöntemle İran’ı ikna edemeyeceğini fark edince savaş tamtamlarını homurdanmaya başlamıştır. Devletlerin halkına uyguladığı yöntemler de aynı bu üç yöntemdir. Tarihten bugüne bu değişmemiştir. Dün Mekke’de Muhammed (a.s.) ve ashabına karşı bu yöntem denendi, bugün içinde yaşadığımız ülkede bu yöntem inançlı kesime uygulanmakta ve dünyada da egemen güçler aynı yöntemi mazlum toplumlara karşı uygulamaktadır. Irak, Afganistan, Filistin, Pakistan, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Somali v.s. bunlara bir örnektir.
Toplumların kaderini değiştiren, tarihin akışını şekillendirenler hep önde gidenler olmuştur. Kimileri toplumlar için hayırlı olanın yolunu açarken kimileri de tam aksine toplumu felaketle buluşturan hadiselere imza atmışlardır. Toplumu felakete taşıyanlara örnek verecek olursak; Stalin, Hitler, Mao, Karadzic, Pinoche vs. İyilere örnek verecek olursak; tüm peygamberler, , Aliya, Ahmed Yasin, Humeyni, Gandhi, Malkolm X v.s.
Hayırda önde gidenler, hayırda yarışanlar… Bu insanlar kendi durumları yanında toplumlarının da durumunu değiştirmek için çırpınır dururlar. Kendi rahatlarından vazgeçerler. Toplumunun acısını kendi acıları bilir ve o acının karşısında korkusuzca dimdik dururlar. Hayırda önde gidenler bir şeyin niçin öyle olduğunu sorgular ve sebebini bilene kadar da kendilerini olayın akışına bırakmazlar. Emperyalistlerin en sevmediği insanlardır. Zira onlar parayla satın alınmazlar, mevkiye itibar etmezler. Dünyevi zevk ve eğlencelerle ilgilenmezler. Kendi varlık bilinçlerinin farkına vardığı gibi etrafındaki bireylerin de varlık bilinçlerinin farkına varmalarını ve ona sıkıca sahip çıkmalarını isterler. Bunun için mücadele ederler. Bu köleliğe başkaldırı, açlığa başkaldırıdır. Efendiler bu insanlardan rahatsızdırlar, çünkü dünyevi iktidarları tehlikededir. Hayırda önde gidenleri yok edilene kadar kendilerini hep diken üstünde hissederler. Şeriati’lerin, Gandhi’lerin, Şeyh Ahmed Yasin’lerin katledilme sebepleri hep bu korkunun neticesindendir.
Hayırda önde gidenler, emperyalizmle mücadele ederken İslam dünyasının krizinin araçlardaki bir kriz değil, düşüncelerdeki bir kriz olduğunun farkındadırlar. İslam dünyasının bu gerçeği anlamadıkça hastalığının tedavi edilemeyeceğinin bilincindedir. Bunun için önde gidenler mücadele ederken şu iki ilkeyi göz önünde tutarak mücadele ederler:
1- Sömürüdüen kendini kurtarmış insanı ya da hala elleri prangalı insanı uygarlık düzeyine ulaştırmak,
2- Vicdanı, hala sömürü günahıyla/suçuyla lekeli uygar insanı insanlık düzeyine çıkarmak.
Peygamberlerin mücadelesine baktığımızda da aynı şeyleri görürüz. Hz. Muhammed (a.s.) bir yandan toplumunu uygarlık düzeyine çıkarmaya gayret ederken, onları vahiyle besleyerek dünyanın parmakla gösterdiği şahsiyetler konumuna getirirken, diğer yandan Abdullah İbn-i Selül gibi münafıkları ve Mekkeli müşrikleri de, içinde bulundukları sapkınlıktan kurtarmaya çalışıyordu.
Taif’te tebliğden dönerken kendisini taşlayanlara beddua etmemesi ve kendi acziyetinden dolayı Allah’tan af dilemesi bu söylediğimize yerinde bir örnek olacaktır. Hayırda önde gidenler, Müslümanların hayati enerjilerini Allah adına yeniden organize eder ve vahy sanki yeniden vicdanlara iniyormuş gibi Müslümanların Kur’an eğitiminden geçmesi için çaba sarf ederler. Aynen İslam’ın ilk günlerinde, Mekke’de, Nebi’nin çevresinde yaşayan bir avuç insanın hayatı gibi.
Hayırda önde gidenler, kafirlerin hayata düşkünlüğü kadar ahirete düşkündürler. Zira gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilirler. Onun için mücadelelerinde ölüm onları korkutmaz. Onların korktuğu tek şey büyük dostu incitmektir. Emperyalistleri korkutan tek şey de işte bu önde gidenlerdir. Allah’ın övgüye en layık kıldığı kullar da bunlardır.
“Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” 4/96, 96
Evet, hayat bizlere seçme hakkını verir. Kendimizi Kur’an’ın ifadesiyle kitabı sağdan verilecekler sınıfında mı, kitabı soldan verilecekler sınıfında mı yoksa önde koşanlar sınıfında mı görüyoruz? Ya da bu sınıflardan hangisine kendimizi ait hissediyoruz? Eğer, Kur’an’ın hayatımızı şekillendirdiği iddiasında isek ya kitabı sağdan verilecekler ya da hayırda önde gidenler tarafında olduğumuzu kabul ediyoruz demektir. Yani yaşadığımız çağa tanığız demektir. Aynı zamanda yaşadığımız çağ da bizim yaşadığımıza tanık demektir.
Yüce Allah, tüm hesapların açıldığı gün herkesi önderleriyle ve şahitlikleriyle çağıracaktır. O hesap gününe kendimizi hazır hissedebiliyor muyuz? İşte ferdin kendine sorması gereken belki de en önemli soru bu. Zira kendi safını vicdanında görmesi için gerekli bir sorudur bu.