28 Şubat`a, Maide Suresi 105. ayetten bakmak
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar veremez…” (Maide 105)
28 Şubat'a, Maide Suresi 105. ayetten bakmak
Şükrü Hüseyinoğlu
Adını, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından alan ve tarihe 28 Şubat darbesi yahut süreci olarak geçen meşum süreçle ilgili şüphesiz çok şey söylenip yazılabilir.
Doğrudan doğruya İslam’ı hedef alan bu sürecin, uluslar arası bağlantılarından, sürecin baş aktörlerinden olan dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in süreç boyunca bir ayağının ABD’deki Yahudi lobileri, bir ayağının ise İsrail’de olduğundan, nitekim emekliye ayrılır ayrılmaz JINSA ve ADL gibi etkili Yahudi lobilerinin “üstün hizmetlerinden” ötürü kendisini ödüllerdirmek için sıraya girdiğinden söz edilebilir.
Yine süreç boyunca bazı yargı organlarının adeta İsrail yargısı gibi çalıştığı, bu cümleden olarak Kudüs Gecesi düzenleyen Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın, söz konusu gecede sergiledikleri tiyatro oyununda İsrail’i taşlayan Filistinli çocukları canlandırdıkları için amatör tiyatrocuların ve programa katkıda bulunduğu için gazeteci Nureddin Şirin’in ağır cezalara çarptırıldığı, aynı süreçte Türkiye’ye gelen işgalci terör devleti İsrail’in dışişleri bakanı David Levi’yi protesto için okul kampüsünde basın açıklaması yapan yirmidört İstanbul Üniversitesi öğrencisinin, içlerinde basın açıklamasına katılmayıp yanlışlıkla göz altına alınanlar da olduğu halde, tamamına birer buçuk yıl hapis cezası verildiği söz konusu edilebilir. Üstelik davaya bakan savcının sadece dört kişi için ceza talebinde bulunmasına rağmen bu toplu cezalandırmanın yapıldığı da bu değerlendirmeye eklenebilir.
Aynı süreçte GATA’da dişçi olarak istihdam edilen Tuğgeneral Yalçın Işımer’in GATA’nın öğretim yılı açılış töreninde yaptığı bir konuşmada süreçten aldığı cesaretle, Hz. Peygamber ve güzide arkadaşlarına yönelik “baldırı çıplak bedeviler” şeklinde çirkin ifadelerle hakaret edişinden bahsedilebilir.
Kur’an kurslarının hedefe konulup birçoğunun kapılarına kilit vurulmasından ve yaz Kur’an kurslarında Kur’an öğreniminde oniki yaşın altına yasak konulmasından da bu süreç çerçevesinde söz edilebilir.
Yine o meşum süreçte İmam Hatip okullarının polis kuşatmasına alınması ve polislerin elde sopalar ortaokul çağındaki öğrencileri kovalamaları, hatta bazılarının daha da ileri gidip kız öğrencilerin başörtülerine el uzatma çirkinliğini gösterdikleri dile getirilebilir.
Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü önünde oturma eylemi yapan başörtülü öğrencilerin hakkını savundukları için, yakındaki Hasanpaşa Karakolu’nda göz altında dövülen avukatlardan da aynı meşum süreçle ilgili olarak bahis açılabilir.
Toplumun maruz kaldığı haksızlık ve yaşadığı yoksulluk karşısında üç maymunu oynayan, hatta “Kara Çarşamba” öncesi, yani ekonomik kriz kapıdayken “Pembe Perşembe” manşetleri atmayı başaran kartel medyasının, Müslümanlara yönelik “topyekün savaş” manşetleri atmasından, yahut da sürecin kudretli generallerinden Erol Özkasnak’ı arayıp “Bugün ne yazalım paşam” diye soran ve aldığı “kafanıza göre bir şey çakın” cevabıyla ancak manşeti belirleyebilen genel yayın yönetmenlerinden söz açılabilir.
Yine, 28 Şubat denilen ve bazılarınca “postmodern darbe” olarak nitelenen söz konusu süreçte, aralarında köfteci dükkanlarının da bulunduğu birçok şirketin “yeşil sermaye” adı altında fişlenip kara listeye alınması, buna karşılık “laik sermaye”nin hükmettiği bir çok bankanın içinin bizzat banka sahipleri ve yöneticileri eliyle boşaltılıp, halkın 50 milyar dolardan fazla parasının gayet laik yöntemlerle gasp edilişi gündeme getirilebilir. Tarihe “hortumculuk” olarak geçen söz konusu postmodern gasbın gerçekleştiği bankaların çoğunda, hortum yapılırken, 28 Şubat’ta aktif rol almış ve ardından emekli olmuş generallerin yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptığı da bu çerçevede hatırlanabilir.
Fakat ben bu yazıda konuya farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Tarihte çokça örneği bulunan İslam düşmanlarının çağdaş örneklerinin zorbalık ve zulümlerini gündeme getirirken, Müslümanlar olarak taşıdığımız sorumlulukları ve eğer bir sorunla karşı karşıya bulunuyorsak, bir sürecin olumsuz etkilerinden söz ediyorsak, bu sorun ve olumsuz etkilerde bizlerin ne gibi bir paya sahip olduğumuzu belirlememiz ve çözüme buradan yol almamız gereğini ihmal etmememiz gereği üzerinde durmakta fayda görüyorum. Bu çerçevede, Maide Suresi 105. ayetten yola çıkarak, 28 Şubat sürecinin Müslümanlar üzerinde oluşturduğu varsayılan olumsuz etkilerin, 28 Şubat süreci denilen bu “dış müdahale”den mi, yoksa bünyesel zaaflardan mı kaynaklandığını tartışmak niyetindeyim.
Alemlerin Rabbi olan yüce Allah, Maide Suresi 105. ayette şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar veremez…”
Bu ayet-i kerime, bize, yaşadığımız sorun ve gösterdiğimiz zaafları algılama ve konumlandırmada projektörleri öncelikle kendimize çevirmemiz gerektiğini, sorunların kaynağını öncelikle bünyede aramamız gerektiğini öğretmektedir.
Müslümanlar olarak, tarihsel süreçte, yaşadığımız sorunların kaynağını daha çok bünye dışı sebeplerde ve düşmanlarımızda arama eğilimi gösterdiğimizi kabul etmek zorundayız. Bunun en çarpıcı örneği olarak, Hz. Peygamber’in vefatından yirmi beş – otuz yıl sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasi anlaşmazlıkların müsebbibi olarak Abdullah İbn-i Sebe adındaki bir Yahudi dönmesinin gösterilmesini zikredebiliriz. Bu yaklaşıma göre, koca İslam milleti bir Yahudi dönmesinin entrikalarıyla birbirine düşmüş, hilafetin ortadan kaldırılıp saltanatın hakim kılınması bu entrikalar sonucu gerçekleşmişti.
Son yıllarda yapılan bazı ilmi çalışmalarda Abdullah İbn-i Sebe adında bir kişinin varlığının bile tartışmalı olduğunun belirtilmesini bir tarafa bırakırsak, nasıl olur da koca İslam milletinin bir Yahudi dönmesinin oyununa geldiğine inanabiliriz? Böyle bir yaklaşım her şeyden önce yukarıda mealini verdiğimiz Maide Suresi 105. ayete aykırı düşmez mi? Bu ayetin bize öğrettiği, doğru olanın, sorunların asli sebeplerini dışarıda değil, bünyede aramak olduğudur.
28 Şubat sürecinin Müslümanlar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri de ancak, sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ve projektörleri öncelikle bünyeye tutmak suretiyle doğru okuyabilir ve bu okumadan yola çıkarak söz konusu etkilerin bertaraf edilmesine çalışabiliriz. Çünkü tedavide ilk adım, doğru teşhistir. Teşhisin doğru olması, tedavide doğru yol almayı getirir.
28 Şubat, doğrudan İslam’ı ve Müslümanları hedef almıştı ve dolayısıyla birtakım olumsuz etkilerinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Fakat bu etkilerin, bünyesel zaafları artırıcı yönde olmaması beklenirdi. Zira, tarihte yaşanan örnekler göstermektedir ki, dıştan gelen baskılar Müslümanların önüne birtakım engellerin çıkması şeklinde netice verse de, bünyesel zaaf doğurmak bir yana, insanların Allah’ın dinine daha sıkı sarılması sonucunu doğurmuştur. Başta Peygamberler olmak üzere tarih boyunca Allah’ın dini üzere bulunan topluluklar çoğu zaman egemen güçlerin baskılarına maruz kalmışlar, fakat bu baskılar onların bünyesel kalitelerinin daha da artması ve Allah’ın dinine daha güçlü sarılmaları yönünde netice vermiştir.
Hicret öncesi Mekke’de amansız bir ambargo ve işkence dahil çok büyük baskılara maruz kalan Müslümanlar, bu baskılar karşısında bünyesel zaaf göstermemiş, sabır ve direnişle Allah’ın ölçülerinden ödün vermeden İslami duruşlarını sürdürmüşlerdir.
28 Şubat süreciyle birlikte, Müslümanlar arasında dünyevileşme hastalığının artışından, bazı İslami yapıların, egemenlerin takibinden kurtulmak için olsa gerek, İslami kimlikten bağımsız yardım faaliyetleri ve eğitim faaliyetlerine (kişisel gelişim seminerleri gibi) yönelişinden, “davet”, “cihad”, “şehadet”, “tağut” gibi temel İslami kavramların neredeyse unutulmaya terk edilişinden söz etmemiz ne yazık ki bir bühtan olmayacaktır.
Şimdi kalkıp, “Tüm bunlar 28 Şubatçılar yüzünden oldu” deyip, 28 Şubatçılara beddua etmekle mi yetineceğiz?
Böyle bir yaklaşım bizi rahatlatabilir, sorumluluğu üzerimizden attığımızı düşünerek yapmamız gerekenleri yapma zahmetinden de kurtarabilir. Fakat çözüm olabilir mi? Toplumsal zeminde İslami hassasiyetin yükselişini, mazlumların hakkını arama bilincini, tağuti ideolojilere karşı insanları Allah’ın dinine güçlü bir şekilde çağırma mücadelesini gündeme taşımaya katkı sağlar mı? Tabii ki hayır!
Şayet 28 Şubatla birlikte Müslümanlar arasında bazı zaaflar, olumsuzluklar ortaya çıktıysa, 28 Şubat bunun sebebi değil, ancak aynası olmuştur diye düşünüyorum. 28 Şubat ya da bir başka dış faktör, Müslümanlar arasında görülen zaafların kaynağı olamaz, ancak o zaafların gün yüzüne çıkmasında rol oynamış olabilir. Bu konuda Ra’d Suresi 11. ayet-i kerimeyi de hatırlamak gerekir. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
“…Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Ra’d 13/11)
28 Şubatla birlikte gün yüzüne çıkan zaafların kaynağı nedir öyleyse? Bu konuda ilk olarak dile getirmemiz gereken husus, toplumumuzda İslam’ın, genellikle, Kur’an ve Nebevi sünnetten tedris edilerek değil de, ana-babadan tevarüs edilerek anlaşılıp yaşandığı gerçeğidir. Bu husus, sağlıklı ve dışarıdan esen rüzgarlara karşı dayanıklı bir İslami gelişmenin yaşanmasını önemli ölçüde engellemektedir ne yazık ki. Kur’an ve Nebevi sünnetle güçlü bir irtibat kurulmaması, bilgiden ziyade taklide dayalı bir algılamanın yaygın olması, inanç ve dolayısıyla amel planında çeşitli zaafların ortaya çıkmasını beraberinde getirmektedir.
Tarihsel süreçte oluşturulan ve iman-amel bütünlüğünü parçalayıp, İslam’ın şartlarını, iyiliği emr, kötülükten nehy sorumluluğu dahil birçok temel İslami sorumluluktan soyutlayarak beşle sınırlayan geleneksel anlayışların aynı şekilde bugüne taşınması, İslam’ı hayata aktarma hususunda gevşek davranışlara zemin hazırlamakta, toplumsal sorumluluklara sahip çıkma bilincinin kitleselleşmesi önünde engel teşkil etmektedir.
Dolayısıyla esas olan, 28 Şubatların sarsamayacağı bir İslami duruşu oluşturmaktır. Bunun için de, Kur’an ve Nebevi sünnetin kılavuzluğunda yaygın bir bilinçlenme ve bilinçlendirme faaliyeti gerekmektedir. Temeller doğru atıldığında, binanın da sağlıklı bir şekilde yükselmesi mümkün olacaktır.
Müslümanlar olarak geleneksel ve modern hurafelerden, sentezci yaklaşımlardan, taklitçilikten beri olarak, İslam’ı doğru öğrenmek ve yaşamak için bedel ödemeyi hakim tutum haline getirebilirsek, biz değil, 28 Şubatlar aciz kalacaktır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
(Not: Bu yazı 2007 yılında kaleme alınmıştır.)