Bünyamin ZERAN

30 Kasım 2010

AHLAKI ALLAH’LA TEMELLENDİRMEK GEREK

"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: Beni doğru yola iletmişken Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Hem sizin ona ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbim'in bir şey dilemiş olması başka. Rabbim'in ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?

Allah'ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ona ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım? Öyle ise iki taraftan hangisi güvende olmaya daha layıktır? Eğer biliyorsanız söyleyin." (6/80, 81)

İnsanlık, tarihsel süreç içerisinde Marx’ın ifade ettiği sınıf savaşından müteşekkil değildir. Hayatı belirleyen esas unsur Adem’in yaratılışından beri tevhid-şirk mücadelesidir. Ali Şeriati’nin ifadesiyle tarih, dine karşı dinin savaştığı bir süreçtir. Tevhid ve şirkin savaşı iyiler ve kötülerin savaşıdır.

İyi olmak Salih olmayı zorunlu kılar. İyi olup da Salih olmamak bencil olmak demektir. Neden böyle düşünmekteyim? Oysa Avrupa’nın anlayışındaki hümanizme teslim olarak düşünecek ve eyleme geçecek olursam iyi olmak demek insani her türlü eylemi meşru görmem demektir. Öyleyse burada iyilerin ve kötülerin savaşı demek insanlığı ilahlaştıran bireyciliğin önünü açan bir düşünceye taraf olurken insanlığa sınırlar koyan ve disipline eden her türlü düşünceye de karşı olmak demektir.

Dinlerin savaşında belki de en trajedik olan savaş, aynı din içerisinde farklı görüşlerin yol açtığı büyük savaşlardır. İslam, aynı dine iman edenleri kardeşler kılar, üstünlüğü ancak takva belirler ki, bu, kul tarafından belirlenebilecek bir olgu değildir. Her ne kadar imanın eyleme dönük yüzünde bir takım verileri insana sağlamış olsa da yine de kulluğun derecesini ölçmeye imkan vermez.

İslam, ahlakı, tevhidin üzerine bina eder. Ahlakın varlığı tevhide koşullandırılmıştır. Eğer tevhid varsa ahlak vardır yoksa ahlak da yoktur.

İnsan yaratan değildir, dolayısıyla yaratanmış gibi davranma hakkı da mevcut değildir. İnsan, Allah’ı hesaba katmayan bir yasa ihdas edemez, ekonomik model belirleyemez, sosyal ilişkileri düzenleyemez ve askeri-politik güç oluşturamaz. Eğer Allah’ı hesaba katmadan tüm bunları kendi aklıyla yapacak olursa kendisini yaratana karşı ahlaki davranmamış olur. Zira Allah insana cenneti sunduğunda onu yasak olan ağaca yaklaşmaması hususunda uyarmıştı. İnsan, ahlaki davranmadığı için cennetten kovulmuş ve insana ayıp yerleri gözükmüştü. İnsan, kendi ayıbını kapatmak için yine Allah’a muhtaç olmuş ve onun bağışlayıcılığında kendini terbiye etmeyi becerebilmiştir.

Bugün Batının anlamlandırdığı "evrensel ahlak kuralları" seküler bir dünyanın ömrünü uzatmak adına yapıldığından ahlaki olup olmadığı tartışma götürmektedir. Ahlak, kulun yasak meyveyi yediğini fark ettiğinde hemen yaratana sığınıp af dilemektir. Kısacası haddini bilmektir. İnsan, Allah’ı keşfettikçe, ona yakınlaştıkça, tevhide gark oldukça ahlaki davranışları da o oranda artar. Rabbin karşısında kendi acziyetini fark eder ve müstağnileşmeden yaşamanın yollarını arar. Dindaşlar arasındaki savaşların temelinde ahlaki yoksunluk yatar. Çünkü insanlar doğru olana, hak olana ulaşmak yerine kendi doğrularını karşıya dayatmak adına bir mücadeleye girişirler. Bu tavırla yapılan mücadelede Allah hesaba katılmadığı için yapılan savaş da bozgunculuktan öteye geçmez.

Ahlak, insanlara bir duruş da kazandırır. Zalimin karşısında direnmeyi ve hakkı haykırmayı da beraberinde getirir. Tıpkı İbrahim gibi, Musa gibi. İslam, müslümana şahsiyet kazandırırken bunu ahlakla yapar. Müminleri birbirlerine karşı merhametli yapan, kafirlere karşı dik ve onurlu yapan yine bu ahlaktır. İbrahim’i Nemrud’un karşısında güçlü kılan, Musa’yı ve Firavun’un büyücülerini Firavun’a karşı cesur yapan, Allah’ın kullarına tevhidle bütünleştirdiği ahlaktır. Özellikle son dönemde ihtiyacımız olan en önemli şeydir. Şahitliğin gereği olan bir eylemdir ahlaklılık. Eğer ki kul ahlakı Allah adına kökleştirmek yerine uygar dünyanın gerekliliği adına ya da herhangi bir şey adına kökleştirmeye çalışırsa yapmaya çalıştığı şey buzun üstüne bina inşa etmektir.

Ebu Talib’in ahlakına rivayetlerden elde ettiğimiz bilgilere göre vakıfız. Ne var ki bu ahlakın ona kazandırdığı bir şey olmamıştır. Çünkü ahlakını Allah inancı ile kökleştirmemiştir. Vazgeçemediği gururu onu Allah’a ve O’nun resulüne itaat ettirmemiştir. Yani kendisini yaratanın buyruklarına karşın kendi nefsi yasalarını koymuştur. Dünyada “hasen” adam olarak yaşamıştır belki ama “Salih insan” olarak ölmemiştir.

Bugün Müslümanlar olarak, inancını ahlakla güzelleştirenler olmak zorundayız. Bizim inancımızın topluma yansıyan yüzüdür bu. Eğer ki ahlaki duruşumuzda problem varsa, bu, yeterli inanca sahip olmadığımızdan kaynaklanmaktadır. Kendi doğrularımızı İslam’a maletme ahlaksızlığından vazgeçerek İslam’ın ilkelerine kayıtsız teslimiyet gösterme ahlaklılığına ulaşmak zorundayız. Yeryüzünde Müslümanlar arasında yeni din savaşları çıkarmamak için Allah’ın boyasıyla boyanmak zorundayız. Kardeşler olabilmek, kalblerimizin birbirlerine ısınması için tevhide bağlı ahlakı kuşanmak zorundayız. Çünkü Allah, Rab’dir. Yani terbiye edendir, ahlak kazandırandır. Eğer ki kul ahlak kazanmamışsa, Allah’ı terbiye edici olarak kabul etmiyor demektir. Bu durum ise kulun başlı başına terbiyesizliğine delalettir.