Almanya`nın, Osmanlı ile ittifakından beklentisi neydi?
Birinci Dünya Savaşı sürecinde Almanya için Osmanlı Devleti’nin önemini, bu devletin ittifakının ileriye dönük ne tür hedefler taşıdığını ve İttihat-Terakki yöneticilerine yönelik kullanılan ikna edici dili bize gösteren bir konferans metninden bahsedeceğiz bu yazıda.
Dilimize tesbih olan birlik ve ilerleme
Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni
Birinci Dünya Savaşı, bütün güçlerini seferber ederek verdiği mücadeleye rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmişti. Bu sebeple İttihat ve Terakki hükümetinin savaşa dahil olma kararı ve özellikle Almanya’nın tarafında yer alması eleştirilir. Savaş sürecinde İttihat ve Terakki paşalarının “kızıl elma” idealleri uğruna ve hırsıyla aldıkları yanlış kararlar ve sebep oldukları hezimetler bir yana, dünya devletlerinin uzun vadeli hedeflerinin yer aldığı büyük resme bakıldığında Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa dahil olmaktan başka şansının kalmadığı neredeyse genel kanaattir. Ancak Almanya açısından Osmanlı ile müttefik olmanın önemi, üzerinde durulmayan bir husus. Sömürgecilik yarışına çok sonra giren ve İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkeleri tarafından sömürgecilik pastasından pay verilmek istenmediği için yalnızlığa itilen Almanya için Osmanlı Devleti ideal bir müttefikti. Hem savaş sürecinde cephede silah arkadaşlığı yapabilecek, kanının son damlasına kadar savaşmayı göze alabilecek, imanlı, muharip bir güç hem topraklarının büyük bölümü sömürgeleştirilmemiş iştah kabartıcı bir kaynak zenginliği…
Birinci Dünya Savaşı sürecinde Almanya için Osmanlı Devleti’nin önemini, bu devletin ittifakının ileriye dönük ne tür hedefler taşıdığını ve İttihat-Terakki yöneticilerine yönelik kullanılan ikna edici dili bize gösteren bir konferans metninden bahsedeceğiz bu yazıda. 1915 yılında Türk-Alman Dostluk Yurdu’nun temel atma etkinlikleri bağlamında Galatasaray Konferans Salonu’nda Berlin mebusu Dr. Traub’un “Masallara yakışacak kadar güzel olan şehrinizin latif seması altında…” diye başladığı konuşmasının iki devletin kurduğu birliği (ittihat) tahkim etmek ve Osmanlı Devleti’nin yumuşak karnı olan ilerlemenin (terakki) yollarını göstermek için ayetlerle, tarihi referanslarla süslenmiş, adeta savaş meydanındaki askerleri yüreklendirmeye çalışır gibi hamasi bir havası var.
Almanya’daki Alman-Türk Dostluk Derneği’nin İstanbul’daki şubesi olarak düşünülen Türk-Alman Dostluk Derneği’nin bir faaliyeti olarak tasarlanan Türk-Alman Dostluk Yurdu ile, Osmanlı Devleti’nde yaygın olarak kabul gören Fransız kültürünün hakimiyetine karşın Alman kültürünün; sinema, müzik, dil kursları, okuma salonları, sergi salonları… gibi araçlarla tanıtılması ve yaygınlaştırılması amaçlandı. Dr. Traub’ın “Türk-Alman Dostluk Cemiyeti Nizamnamesi”ne (İstanbul, 1332) ek olarak neşredilen konuşmasında da iki devletin kurduğu ittifakın iki halkın kültürel özellikleri bağlamında ne kadar isabetli olduğuna dair ikna edici argümanlar kullanılıyor. Sadece yazının başlığı bile bu durumu resmediyor: İttihat ve terakki T Müşterek vird-i zebanımız (Dilimize tespih olan birlik ve ilerleme).
Dr. Traub konuşmasına savaş döneminde bu türden bir kültürel faaliyetle meşgul olmanın çılgınlık ve tekebbür olarak algılanma ihtimaline cevap vererek başlıyor. Ona göre, Osmanlı Devleti’yle beraber silahla kazanılacak ortak zafer; ekonomi, sanat alanlarında ilerlemenin önünü açacaktır. Bu sebeple savaşta kurulan “birlik”, “ilerleme” hedefine de matuftur. Savaş ise milletlerin bir araya gelerek birbirine kenetlenmesi için önemli bir etken olacaktır. Bu noktada kullanılan kelimelerin (ittihat ve terakki) hükümetin ideolojik tercihlerine rast gelmesi dikkat çekici.
Almanya’nın daha önce ittifak anlaşması yapmasına rağmen İtalya’nın itilaf devletlerinin safına geçmesine ve Amerika’nın Almanya aleyhinde tavır almasına gönderme yapan Dr. Traub bunların Hıristiyan olmalarına rağmen Almanya’nın dostu olamadıklarını vurgular. Ama Müslüman Türkiye öyle midir? Tam bir sadakatle Almanya’nın tarafında kalmıştır. Bu noktada eski hükümdarlarından Büyük Frederick’in bir sözünü aktararak dinleyicilerinin dinî duygularını harekete geçirmekten geri durmaz: “Ben Müslümanların sadakat, muhadenet (dostluk) ve insaniyetine iltica ediyorum (sığınıyorum), çünkü bu hassalar (özellikler) artık Hıristiyanlarda bulunmuyor.”
Ardından Dr. Traub Almanya ile ittifak ve “dostluk” kurmanın diğer Avrupa ülkeleriyle yapılabilecek anlaşmalardan farkını ortaya koymaya çalışarak “Almanya Türkiye’yi soymak emelinde değildir.” der. Kapitülasyonlardan canı yanan Osmanlı devlet adamları için rahatlatıcı olduğunu tahmin edebildiğimiz bu açıklamanın ardından Türkiye ile Almanya’nın çıkarlarının uyuştuğundan bahseder. Bu ittifakla Türkiye’nin avını bekleyen avcıların elinde bir oyun topu haline gelmekten ancak Almanya’nın müttefiki olarak kurtulabileceğini ima ederek aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmez. Zira ona göre bu iki devlet arasındaki ittifak, bir tür ortaklık (iştirak) değil, iki arkadaş sıfatıyla yan yana gitmek anlamındadır.
Bu noktadan sonra Dr. Traub, Türklerin iftihar edecekleri bir tarihleri olduğunun altını çizer ve söz konusu ittifakın bam teli olan askeri güce gönderme olabilecek referanslar zikreder. “Türk dünyaya kılıçla gelir.” der. Almanya’nın yanında savaşmanın cihad olarak yorumlanamayacağı itirazlarına karşılık bunun bir Haçlı savaşı değil, ortak bir zafer savaşı olduğunun altını çizse de “Cennet kılıcın gölgesindedir” hadis-i Şerifini okuyarak muhataplarının bu savaşı cihad ciddiyetiyle icra etmeleri ümidini açık eder. Sultan Süleyman’ın, Murad’ın masa başındaki anlaşmalarla değil savaş alanlarındaki fedakarlıklarla başardıklarını da hatırlatır.
Konuşmasının bundan sonraki bölümünde Osmanlı devlet adamlarının yaklaşık bir yüz yıldır “neden geri kaldık?” sorusuna cevap olarak sığındıkları ilerleme mefhumunun toplumsal temellerini açıklamaya girişir. Toplumsal dayanışma çağrısı yaparak bütün toplum sınıflarının ve kesimlerinin refahı için çalışılırsa hükümetin de o denli güçlü olacağını söyler. Bu noktada Almanya’nın devlet programıyla kapitalistleşme modeli ile Osmanlı toplumundaki insanlar için faydalı işler yapmayı yücelten anlayış arasında kaba bir paralellik kurması dikkat çekiyor. Bu bağlamda aynı anlamları ihtiva ettiğini söyleyerek bir ayet meali (Asil olanlar o kimselerdir ki, kavimlerine hizmet ederler. Cennetin anahtarı küçüklere ve fakirlere muhabbet göstermektir.) ve Hohenzollern hanedanının anlayışını temsil eden bir sözünü (Herkes için müsavi olmasa bile her halde her ferde hakkını vermek lazımdır.) bu paralelliği kurmak için kullanması insanı hayrete düşüren bir karşılaştırma… Burada anlam paralelliğinden çok kapitalizme toplumsal temel kurabilmek için ayetin bağlamından koparılarak kullanılmasının tuhaf olduğunu belirtmeye gerek yok.
Dr. Traub bu kadarla kalmayarak Kur’an-ı Kerim’in toprağın işletilmesine ne kadar önem verdiğinden dem vurarak kapitalist ilerlemeye İslam dininden temel bulma çabasını sürdürür. Sanayileşme de bundan farklı anlaşılmamalıdır. Çünkü ona göre makine de demir haline konulmuş ruh faaliyetidir. Makine, tabiatın kuvvetlerini hüküm altına almak için gece gündüz çalışan ve düşünen insanların nabızlarının atması hükmündedir. Burada belirtmeliyiz ki, Dr. Traub’ın karşısında oturan Müslümanların tabiatla kurduğu ilişkide tahakküm anlayışının olmadığını bilmemesi doğal olsa da asıl üzerinde düşünülmesi gereken kapitalistleşme yoluna giren ve halen bu yolda yürüyenler olarak Müslümanların kendilerine nasihat edilen bu ilişki biçiminden şüpheye düşmemeleridir.