Bünyamin ZERAN
AYNADA KENDİMİZİ SEYRETMEK
Bir kısım insanlar, Mü'minlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!" dediler. 3/173
Eleştiri kültürüne çok fazla sahip değiliz. Bir problemle yüzleştiğimizde sorunu direk üstümüzden atabilmek için sebepler arar dururuz. Ve illa ki bir sebep buluruz kendimizi haklı çıkaracak. Oysa bir problemi çözmenin en sağlam yolu kişinin kendini sorguya çekmesiyle başlar. Psikolojide etki alanı dediğimiz şey kişinin kendisinden başlayıp topluma doğru uzanması demektir. Yani etki alanının ilk durağı insanın kendisidir. Öyleyse Müslüman birey ve toplum Müslüman olmayan birey ve toplumlardan daha fazla kendini sorguya çekmeli ve kendi az gelişmişliğini başkalarına ihale etmeden sorunu kendi içinde çözmelidir. Örneğin, bizi Batı ve ABD sömürüyor hezeyanları yerine kendimizi onların sömürüsüne nasıl hazırlıyoruz da bizi sömürebiliyorlar sorularını sormamız gerekiyor.
İnsanın bir şeyleri sorguluyor olabilmesi için kendi varlığının farkında olması gerekir. Kur’an insana kendi varlığını anımsatır. Yaşamın içinde bir nesne olmadığını bir özne olduğunu ona deklare eder. İnsana “Oku” der, “Kalk ve uyar” der, “Bozguncuya itaat etme, Allah’a secde et” der. Tüm bu ayetleri bireyin öncelikle şahsına söyler. Çünkü Allah bireyi, karşısında etkin bir varlık olarak görür. Oysa insanı değersizleştiren nesne haline getiren yine kendisidir. Adem’le başlayıp Muhammed’le son bulan vahiy bireyi başkalarının nesnesi olmaktan kurtararak hayatın içine bir özne olarak dahil eder. Mesele bizim bunu fark etmemizde yatar. İki kimlik arasında sıkışıp kalmış bir birey asla özne olamaz. Çünkü kendi varlığını, yerini net olarak tespit edebilmiş değildir. Doğulu mu olacaksınız Batılı mı? Hristiyan mı kalacaksınız yoksa Müslüman mı veya başka bir dine mi ait hissedeceksiniz kendinizi? Birey öncelikle kendine bir kimlik seçmek zorundadır. Seçeceksin ve başlayacak hayat. İbni Haldun, mağlup milletler galip milletleri giyimde, kuşamda ve kültürde taklid eder der. Yani içinde yaşadığımız toplumun halini görmemiz için bize bir bakış açısı sunar. Kendini Müslüman hisseden bir toplumun içinde yaşamaktayız. Ama bu, sadece bir his. Hissetmenin ötesinde yaşama yansıyan fazlaca bir şey yok. Ortada bir gerçek var sömüren efendiler ve onların sömürüsüne davetiye çıkarmış sömürülenler. Kendimizi bu grupların dışında başka bir grup olarak mı tanımlayacağız yoksa bu iki gruptan birine mi dahil edeceğiz? İşte burada bir seçimle yüzleşiyoruz. Jan Paul Sartre’nin “eğer, maktul değilseniz katilsiniz” sözünü hatırlayacak olursak bu iki gruptan hangisine kendimizi ait hissedersek hissedelim sonunda yanlış bir taraftayız demektir. Biz burada bir üçüncü yolun olması gerektiğini düşünüyoruz. Kur’anın tabiriyle sağın önde gideni olmak. Yani, ne sömürenlerden olmak ne de sömürülenlerden olmak. Bu neyle ve nasıl mümkündür?
Müslüman bireyin en büyük sorunu iman etmeme sorunudur. “Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.”4/136. Eleştiriye birey en başından başlamalıdır. İman etmiyorsak, kaygımız olmaz. Kaygısı olmayan bir insan nasıl yaşadığını, ne için yaşadığını irdelemez. Bizim kendimizden başlayarak tüm dünyayı dönüştürme idealimiz varsa -ki olmalıdır, zira “yeryüzünde din Allah’ın oluncaya kadar…” mücadele etmekten bahseder vahiy- öyleyse kendimizi sorgu odasına almamız gerekli olur. Bizi köle yapan sistemleri, diktatörleri konuştuğumuz kadar bizi köle yapma fırsatını veren davranışlarımızı ve teslimiyetlerimizi de tartışmamız gerekecek. Bundan tam 450 yıl önce yaşamış olan Etienne de La Boetie “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”de bu teslimiyetçi zihniyete epeyce değinmiş. “Zavallı sefil insanlar, akılsız halklar, kötü durumlarında kalmak için direnen ve iyiliklerini göremeyen uluslar! Sizler gözünüzün önünde, en güzel ve en parlak kazançlarınızın götürülüşüne, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın çalınmasına seyirci kalıyorsunuz. Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiçbir şeyin size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz. Şimdi mallarınıza, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi gözüküyor. Tüm bu zarar, bu kötülük, bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor; hiç kuşkusuz düşmandan, yani öylesine yücelttiğiniz, uğrunda cesaretle savaşa gidip kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğiniz o kişiden geliyor. Size böylesine hakim olan kişinin iki gözü, iki eli bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha fazla bir şeye sahip değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: o da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermeseydiniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinize nasıl iktidar olabilir? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmezseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlıklarına eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip, kızlarınızı da şehvet tutkusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına götürsün diye, katliama götürsün diye, onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz…” Bu alıntılardan da gördüğümüz kadarıyla toplum geçmişten beri hep aynı serüveni yaşamaktadır. Bundan 1000 yıl önceki toplumda şimdiki toplumda sömürünün karşısında el pençe divan durmaktadır. Karl Marx’ın burjuvaziye karşı işçileri ayaklandırmak için söylediği şu cümle çok manidar değil mi? “Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz neyiniz var?” Evet zincirlerden başka kaybedecek bir şeylerin olmadığını anlamamız için zincirleri fark etmemiz gerekecek. O zaman bu sözlerin bir değeri olacaktır. Meselede tam bu noktada düğümlenmektedir zaten. Bizim zincirlerimiz nedir? Sermaye mi, bürokrasi mi, gelecek kaygısı mı, asabiyet mi?
Toplumu incelediğimizde toplumun her katmanında farklı bağımlılıklar mevcuttur. Her bireyin olmazsa olmazları farklıdır. Bu bağımlılıklardan azade olabilmek için hayata yön veren şeyin ne olduğu konusunda net olmamız gerekecek. İki kimlik arasında sıkışmaktansa tek bir kimliğe aidiyet sağlayarak onunla kişiliğini tamamlamış olmak gerekiyor. Kendimizi Müslüman olarak tanımladığımızda bizi besleyen kaynak Kur’an olacak ve bizim kişiliğimizi oluşturmada, bağımlılıklarımızdan azade kılmada öncü Kuran olacaktır. Kur’an’a yaklaşım ise tamamen teslimiyetçi olmak zorundadır. İkbal’in deyimiyle vahiy adeta yeniden iniyormuşçasına okuyup teslim olmak gerekiyor. Kişinin öncelikle iman eden bir yaklaşımla kendini Kur’ana bırakması gerekiyor ki Kitab’ın sırrına varabilsin. Müslüman sözcüğünün önüne ve arkasına herhangi bir takı almaksızın kendini ona teslim etmek gerekiyor. Zira Müslüman kimliğinin önüne ve arkasına alınan takı Fatma Barbarosoğlu’un deyimiyle Müslüman kimliğini zayıflatmakta ve yeni bağımlılıklar yeni prangaları peşinden getirmektedir. Bizim derdimiz ise kendimizi Kur’an’ın anlattığı şekliyle tanıyabilmek ve sorumluluklarımızı fark edebilmek.
Emperyalizm bireyin kendini, gücünü fark edebilmesinin hep önüne geçmek ister. Kendini fark eden insan onun için oldukça tehlikelidir. Mümin birey sermayeyi bir amaç haline getirmeyip Müslümanların ihtiyaçlarını, projelerini destekleyen bir araç olarak görürken emperyalizm ille de mümin bireyi kuşatıp sermayeyi bir amaç olarak görmesini ve onu amaç edinerek malı hırsla biriktirmesini arzular. 21. yy’lın deyimiyle harcadıkça kazan, kazandıkça harca ki başka tasan olmasın. Müslüman bayanları marka tutkunu yap, evlerini dekore etmekten sorumluluklarını unutsun. İlle de filanca mağazanın mallarını alması gerektiğiyle oyala. En pahalı kozmetik ürünlerini kullandır, en pahalı ayakkabıyı giydir kendi dış görünümüyle o kadar fazla uğraşsın ki Allah’ın ona yüklediği sorumlulukları ikinci hatta üçüncü sıralara atıversin. Sinemaya yeni filmler koy kimisi dramatik, kimisi romantik, kimisi savaşçıl kimisi de korku olsun. Haftalarca bu filmler konuşulsun hem de bu filmler aracılığı ile yaratmaya çalıştığın dünyanın propagandasını yap böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olursun. Emperyalizm biryandan gündemi meşgul ederken diğer yandan arzuladığı hayatın propagandasını yapmış olur.
Emperyalizm, yıllarca aynı dine inananları mezhep çatışmalarıyla, ırkları; siyah-beyaz, sarı-kızıl, Türk- Kürt diye ayırarak, farklı dinleri dinsel farklılıklarını kullanarak çatıştırdı. Bu çatışmalarda kaybeden hep halk oldu. Birey, bütün bu oyunların dışına kendini atıverdiği zaman etrafındaki olayları sağlıklı gözle görebilme kudretine erecektir. Kendini çevreleyen emperyalizmin örmüş olduğu duvarları fark edebilmesi için inandığı kimliğe sarılması gerekir. Müslüman olmak şahit olmayı, sorumluluk almayı, emperyalizmin gücü ne olursa olsun onun karşısında onurla dimdik durabilmeyi zorunlu koşar. Ayette de belirtildiği gibi düşmanlarınız size karşı asker topladılar dediklerinde bile, bize Allah yeter diyebilecek cesarete sahiptirler. Ya da İbrahim’in Nemrud’a çıkışı gibi “Siz hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a şirk koşmaktan korkmuyorsunuz da ben mi sizin şirk koştuklarınızdan korkacağım söyleyin güvende olmaya en layık kimdir?” 6/80-81 sözünü söyleyebilme cesaretine ve onuruna sahiptirler. Malik Bin Nebi der ki: “Eğer bugün gökyüzüne çıkılması gerektiğine dair bir karar alınacak olsa ilk iş olarak bir merdiven bulup bir duvara yaslamakla işe başlamalıyız” yani bir değişim başlayacaksa hayatımızda bunu ertelemek yerine sorumluluklarımıza biran önce sahip çıkmalıyız ki emperyalizmin bize örmüş olduğu duvarların dışına taşabilelim.
Bizler ne kadar çağdaş olduğumuzu birilerine kanıtlamak istercesine tıpkı emperyalistler gibi giyinip, onlar gibi konuşup, onlar gibi yaşamaya ve onlar gibi sahteleşmeye gidiyoruz. Oysa sahip olduğumuz şey bizi yeryüzünün varisi kılacak bir mirastır. Emperyalizmin yaratmaya çalıştığı dünyada sapıklık var. Daha adını söyleyemeyecek kadar küçük kız ve erkek çocuklarına tecavüz var. Henüz genç bile denilmeyecek yaşta küçük kızların fuhşa, çocukların uyuşturucuya müptela edildiği bir yaşam var. Sarhoş gezmenin, alkolik olmanın göklere çıkarıldığı düşünmenin cezalandırıldığı bir dünya var. Rüşvetin mazur görüldüğü, dürüstlüğün enayilik olduğu, görevlendirmelerde liyakatın değil torpilin esas alındığı bir dünya var. Gündüz ya da gece fark etmez insanların sokağa güvenle çıkamadığı hep korku içinde yaşadığı bir dünya var. Emperyalizmin yarattığı dünyada korku, güvensizlik, sapıklık, torpil, terör, kargaşa, hortumculuk, köleleştirme var. Bizim böyle bir dünyayı özleme ve ya arzu etme hakkımız yok. Böyle bir dünyanın oluşmasını görmezden gelme gibi bir hakkımızda yok. Vahiy insanı eşrefi mahlukat seviyesine çıkarırken bunu yine insanın kendi eliyle yapar. Yani insan vahye ne kadar kulak verir, izzeti ve şerefi Allah’ta, Resulünde ve müminlerde ararsa o oranda şeref kazanır. Bizim sahip olduğumuz vahiy mirası onun için değerlidir. Kur’an’ın inşa etmeyi emir buyurduğu sistemde güvensizlik, iltimas, sapıklık, kargaşa, hortumculuk, köleleştirme, terör olamaz. Öyleyse bizim kendi zenginliğimizi fark etmemiz gerek. Aşağılık duygusuyla, teslimiyetçi bir duyguyla hareket etmeden vahiyle olan irtibatımızı sürekli hale getirmek zorundayız. Çünkü bizi çevreleyen tüm duvarları aşmamızda bize yegane yardımcı vahiy olacaktır. Kendimizi fark etmekle birlikte adamak zorunda kalacağız kuşkusuz. Şahitlikle geçen bir ömür yaşamaktan başka seçeneğimiz yok. Zira böyle olmazsak ya maktul olacağız ya da katil. Siz hangisi olmak isterdiniz?