Bünyamin ZERAN
BATI’NIN DÜNÜ VE DÜNYANIN BUGÜNÜ
Biz sanayi devrimi sonrası Batı’yı bilimsel buluşların ve tekniğin hızla gelişmesinin yanında bu gelişmelerin Avrupa toplumu için neye mal olduğunu Karl Marx’tan okuduk. Zaman hızla akıp giderken dünyanın giderek daha iyi olduğu kanısına vardık. Artık üç yaşında ve dokuz yaşında çocuklar maden ocaklarında çalışmıyor, kadınlar ve kızlar erkeklerle aynı ortamda tuğla fabrikalarında, kibrit imalat hanelerinde yarı çıplak vaziyette çalışmıyor, onlarca yüzlerce hanım 30-40 m2’lik odaların içinde nefessizlikten boğuluncaya kadar dikiş dikmiyorlar olarak bildik. Çünkü artık hümanizm vardı ve herşey insanla başlıyordu. Öyleyse insan en üst değer olmalıydı. Batı, geçmişinden ders almış olmalıydı ki bu kavramlar dünyanın dört bir yanında bayrak gibi dalgalandı ve birçok insanı tesiri altına aldı. Acaba gerçekten öyle miydi? Yani Batı, kapitalizm ruhunu terkedip insan seven bir yaratığa mı dönüşmüştü?
Batı’nın tarihine baktığımızda insan odaklı bir yönetimi asla olmamıştır. Örneğin Bizans’ın Hristiyanlığı din olarak seçmesinin altında yatan sebepte o dine inanıyor olması değildir. Aziz Pavlus’un budayıp kuşa çevirdiği ve Bizans’ın çıkarlarına dokunmayacak bir öğreti haline gelmesinden sonra Hristiyanlık, Bizans’ın dini olarak kabul görmüş ve tevhidi Hristiyanlar ise sapkın olarak suçlanmış ve kimisi yakılarak, kimisi idamla kimisi de arenalarda arslanlara yem yapılarak öldürülmüştür. Batı, şovalyelik sistemiyle elit bir tabaka oluşturmuş ve halktan toplanan vergilerle ve toprakların ağır şartlarda kiraya verilmesiyle feodallıklar kurmuş ve halka rağmen efendilerini korumuştur. Ortaçağ avrupasında kilise feodalların yerini almış ve ülkenin tüm ekonomik kaynaklarını nerdeyse tek başına yönetir hale gelmiştir. Bu kilise cennetten arsa satacak kadar ileri giderek halkı sefalete ve köleliğe mecbur etmiştir. Sanayi devrimine geldiğimizde ise feodallık yerini fabrikatörlüğe terketmiş ve fabrika ağaları patronlar oluşmuş ve yine kazanmak duygusu adına insan iliğine kadar sömürülmüş ve yine kazanmak adına insanın sağlıksız koşullarda çalışması, uzun saatler çalışması, fıtratın kayboluşu önemsenmemiş ve toplu ölümler, salgın hastalıklar, artan fuhuş ve bozulan toplumsal denge ve dinamikler efendileri hiç rahatsız etmemiştir. Çünkü efendiler sürekli kazanmaya devam etmektedirler. Onları ilgilendiren de bu olmuştur. Batı, kendisine karşı geliştirilen işçi hareketleriyle birlikte yöntemini değiştirmiş ve artık işçiyi daha kısa süre çalıştırarak ama bu kısa sürede de eskisinden daha fazla verim alacak yöntemlerle onu sömürmeye devam etmiştir. Hatta bir adım ötesi efendiler reklam ve tüketim unsuruyla çalışıp kazandığı ücreti yine kendisine döndermeyi becermiştir. Çünkü insan ihtiyacını sınırsız yapmış ve reklamlar yoluyla hiç işine yaramayan malları bile ihtiyaç olarak kafasına dikte etmiştir.
Peki bunca süre sonunda Batı, zihniyet değişikliğine uğramış olabilir mi? Özellikle 1980’lerden başlayan ama özellikle 1990 sonrası dünyanın şekillenişine baktığımızda; demokrasi, özgürlük, hümanizm ve bireycilik konularının süratle dillendirildiği bir ortamda Batı işlemiş olduğu günahlardan pişman mı olmuştur yoksa bu söylevler de gelecek yeni sömürülerin habercisi midir? Zira Irak’ın özgürlük ve demokrasi uğruna işgali, Libya’nın, Gürcistan’ın, Ukrayna’nın, Kırgızistan’ın, Tunus’un, Mısır’ın, Yemen’in devrimlerle sarsılması ve diktatörlerin giderek liberalizmin zafer kazanması ve beraberinde tüm dünya yönetimlerinin liberalizme göre kendilerini yeniden dizayn etmesi acaba gerçekten özgürlüğün, demokrasinin ve insan haklarının sağlam zemine oturması için midir? Biliyorum ki bu yazıyı okuyan birçoğunuz diktatörlerin gitmesinin ve halkı esas alan yönetimlerin gelmesinin neresi kötü diyeceksiniz. Benim de asıl problem ettiğim şey tam da burası. Gelen yeni yönetimlerin gerçekten adaleti ve hakkı ayakta tutmak için mi geldiği yoksa yeni dönem Amerikancılığın zaferini ilan etmek için mi geldiğidir. Yine bir çoğunuz beni komploculukla ve paranoyaklıkla itham edebilirsiniz önemli değil. Önemli olan bir meseleyi doğru anlayabilmektir. Eğer bir meseleyi doğru anlamazsam hayatımı yanlışlar üzerine bina edebilirim. Böyle bir hataya düşmeyi paronayaya tercih ederim doğrusu.
Batı, sanayi devrimi ile birlikte birçok geleneksel bağını parçalamıştır. Tarım işçilğinin ve tarımsal ürünlerin fabrikaların, makinelerin karşısında değer kaybetmesiyle birlikte akın akın kırsaldan şehre hücum eden işçiler parasızlığın getirdiği açlıkla çocuklarını satmaya veya kiralamaya başlamışlardır. Artık hanımlar bir fabrikanın işçisi olmasının ötesinde patronların zevkinide gideren cinsel obje haline gelmişlerdir. Açlık o kadar yoğundur ki ne kadınların ne kocalarının buna itiraz edebilecek güçleri yoktur. Yasalar efendilerin haklarını garantiye alırken işçilerin nerdeyse iş değiştimeleri bie mümkün değildir. Bir işçinin işten atılmasının karşılığı kolu kesilir ve başka bir fabrikada onu işe almaz bu işçinin ölüm fermanı demektir. Aile giderek yok olur. Çocuklar kendi başına bir birey anne ve baba da ayrı iki birey haline gelir. Birbirlerine karşı sorumlu olmazlar zamanla. Erkek kadının; ebeveyn çocukların tercihine giyimine, yemesine içmesine karışamaz. Fuhuş artar ve beraberinde gayri meşru çocuk sayısı artar. Artık çocukların babasız dünyaya gelmesi toplumca ayıplanan davranışlar arasında sayılmaz. Artık toplumda herşey normalleşir. Tüm sapkınlıklar, aşırılıklar, absürtlükler birey kavramı üzerinden meşrulaştırılır. Batı, bu sancılı süreci yaşayalı üzerinden nerdeyse üç-dört asır geçti. Üçüncü dünya ülkesi olarak tanımlanan Orta Asya, Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu ülkeleri ise Batı’nın yıllar önce karşılaştığı bu süreçle yeni tanışmaya başladı. Türkiye ise bu süreçle Adnan Menderes’le başladı ama esas kırılma noktasını Turgut Özal ile yaşadı. Ve AKP’nin iktidarı ile birlikte son sekiz yıl içinde ise inanılmaz yol aldı.
İşçiler sanayi devrimi öncesinde nasıl sefalet içindeyse bugün konumları değişmemiştir. Efendiler yine çok kazanırken işçiler hep kaybetmektedirler. Demokrasi, hümanizm ve özgürlük kavramları kapitalizmin önünü açabilmek için ona yardımcı kuvvetlerdir. Çünkü insanın arzusuyla oluşturduğu egemenliğe devredilmiş hiçbir düzen, nizam, asla adaleti ve tevhidi sağlayacak bir konuma ulaşamamıştır ve ulaşamayacaktır da. Gelin isterseniz sanayi devriminden yıllar sonrasına bugünümüze gelelim ve günümüz dünyasının gelir dağılımına göz atalım. Özgürlük ve demokrasi dedikleri, insan hakları dedikleri şeyin ne olduğunu birde elimizdeki bu bilgilerle irdeleyelim. Bu bilgiler bu doyumsuz Avrupa’nın içinden çıkan bir adama aittir. Jacques Attali “Geleceğin Kısa Tarihi” adlı kitabında bugünün dünyasının geldiği noktayı anlatıyor ama aslında anlatmaya çalıştığı şey sömürü düzeni içindeki Avrupa’nın ayakta kalabilmesi için acil çözümler bulunması gayretidir. Çünkü kendisi Ceazir’de doğmuş bir Fransızdır. Sömürmeye, sömürdükleriyle ayakta kalmayı gelenek haline getirmiş yaşlı Avrupa’nın bir üyesidir.
Önce Amerika’dan başlayalım: Zengin Amerikalılar ile ötekiler arasında ki eşitsizlikller derinleşmektedir. 1975’te, ülkenin en zenginlerini oluşturan %0,01’lik kesimin geliri bir işçinin ortalama ücretinin 50 katıyken, otuz yıl sonra 250 katına çıkmıştır. 1990-2006 arasında yaratılan varsıllığın yarısı Amerikan ailelerin %1’ine yaramıştır. Amerikan işçisinin ücreti 1973’ten beri göçlerin ve yer değiştirmelerin rekabeti karşısında düşmektedir. 2006’da, Amerikalı ücretliler ortalama 46 hafta, yani Avrupalılardan 6 hafta fazla çalışmakta ve Avrupalılara kıyasla iki kat daha az izin yapmaktadırlar.
2006’da, asgari saat başı ücretin ilkece 8 dolar olduğu Kaliforniya’da bile, beş çocuktan biri yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Yerleşik Amerikalıların 3,5 milyonu yılda en az üç ay barınaksız durumdadır. On zenci çocuktan biri, ispanyol kökenli yirmi çocuktan biri, yılda en az iki ay bir sığınakta barınmaktadır, yaşlıların durumu da aynıdır. New York’ta, 38.000’den fazla insan belediyeye ait barınaklarda gecelemektedir. Bunların 16.800’ü çocuklar ve hemen bir o kadarı da yaşlılardır. 2006’da 41 milyon Amerikalı hiçbir sosyal yardımdan faydalanmamakta, 31 milyonu her türlü sigortadan yoksun durumdadır.
Çelişkiler dünya ölçeğinde de giderek aşırı düzeylere varmaktadır. 1950’de dünya nüfusunun yarısı yani 1,2 milyar insan günlük bir dolardan hesaplanan mutlak yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 2006’da, insanlığın yarısı yeni yoksulluk sınırı olan günlük iki dolardan az bir gelirle hayatta kalmaya çalışmaktadır ve üstelik 1,3 milyar kişi 1 dolara bile sahip değildir. Bir Kaliforniyalının 1 saatlik asgari ücreti, insanlığın üçte birinin günlük ücretinden dört kat daha fazladır. Gezegende yaşayan insanların yarısı ne musluk suyuna, ne eğitime, ne sağlığa ne de konuta erişebilmektedir. Güneydeki kentlerin sakinleri barakalarda yaşamaktadır. Bunlar Etiyopya’da nüfusun %99,4’ünü oluşturmaktadır. Yeryüzünde 200.000’den fazla gecekondu kenti vardır. Dünya nüfusunun %11’ini barındıran en yoksul 49 ülke hala dünya GSH’sının %0,5’ini almaktadır. 2006 yılında, 850 milyon insan, daha önce hiç olmadığı kadar kötü beslenme koşullarındadır. 1 milyarı okuma yazma bilmemekte, 6-11 yaş arasındaki 150 milyonu aşkın çocuk okula gitmemektedir.
Büyüme sefaleti de fazlasıyla ciddileştirmektedir. Çok düşük fiyatla Avrupa ve Amerika’daki mağazalara ihraç edilen malların önemli bir kısmı (giysiler, oyuncaklar, spor malzemeleri), Asya ve Latin Amerika’nın yoksul ülkerinde aşırı biçimde sömürülen işçiler tarafından üretilmektedir. 2006’da, yeryüzünde 250 milyon çocuk –bunların dörtte biri on yaşın altındadır- yasadışı olarak bunların 180 milyonu ise kabul edilmez sömürü koşulları altında çalıştırılmaktadır. 10 milyonu köleliğin ve fahişeliğin kurbanıdır. Aynı yıl 22.000 çocuk iş kazaları sonucu hayatını kaybetmiştir. Bangladeş’te, örneğin ihracat yapan işletmelerdeki aylık asgari ücret on doları geçmemekte ve ayaklanmalara rağmen, 1994’ten beri artırılmamaktadır. Çocuklar haftanın 7 günü çalışmaktadır. Oysa ücretler üretim maliyetlerinin %10’unun da altındadır ve hiç kimse hiçbir şeyi denetlememektedir.
Afrika’da durum daha da beterdir: Kişi başına gelir 1987-2006 yılları arasında dörtte bir oranında düşmüştür. 1970’ten 2006’ya kadar, Afrika’nın dünya pazarlarındaki payı yarı yarıya azalmıştır. Borçları 20 katına çıkmıştır ve şimdi toplam üretimine eşit hale gelmiştir. 1980’li yılların başında çıkan AIDS, 2006’da bu kıtada, çoğu en az 40 yaşındaki yetişkinler (öğretmenler, genç yöneticiler, polisler, askerler)olan 30 milyon kişiyi pençesine alırken Afrika ülkesinin insan alt yapısını yok etmektedir. Bunların ancak 27.000’i tedavi görürken, AIDS tedavisinin bedeli bir Afrikalının yıllık ilaç harcamalarının 12.000 katıdır.
Ya Türkiye’de durum nasıldır? Türk-İş’in yaptığı araştırmaya göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 881 tl iken, yoksulluk sınırı 2.871 tl olarak hesaplanmıştır. Bu ülkede Aso’nun raporuna göre kayıtlı 2,5 milyon işçi asgari ücretle çalışmaktadır yani 711 tl ücrete tabidir. Yani 2,5 milyon 18 yaş üstü işçi açlık sınırının altında ücrete tabidir. Tabii ki bu durumda ailenin her üyesi çalışmak zorundadır. Kapitalizm aileyi tıpkı sanayi devrimi döneminde olduğu gibi yine parçalamakta adına ekonomik özgürlük dediği söylevle bireyciliği göklere çıkarmaktadır. Yine eşlerin bir birine karşı sadakate gerek duymadığı kendi parasını dilediği gibi harcayacağı, çocukların başına buyruk bir hayata kayışlarına göz yumulan, hazların çoğaldığı, fuhşun arttığı, kadının eskisinden daha çok cinsel bir obje haline geldiği, gayri meşru ilişklerin ve bunun sonucunda doğan çocukların arttığı, kreşlerin ekildiği huzurevlerinin biçildiği bir toplum inşa edilmektedir. Eşçinselliğin meşrulaştığı hatta eşcinsel evliliklerin serbestleşeceği, ilişkilerin tıpkı hayvanlarda olduğu gibi alenen yaşandığı, alkolün, uyuşturucun ulu orta kullanıldığı bir dünya varedilmektedir. Adına özgürlük dedikleri, adına demokrasi dedikleri adına hümanizm dedikleri dünya görüşleriyle Irak’ta 2.000.000 çocuğun ırzına geçildi ve bir o kadar kadının! Yine orda milyonlarca insan katledildi. Libya’da ve daha bir çok ülke’de diktatörler gitti ama yerine kan emen vampir Batı ve onların sermayedarları geçti. Petrol ve daha bir çok yer altı kaynakları Batı’nın denetimine verildi. Devrimler halklar için değil efendiler için yapıldı.
Türkiye liberalleşti ve dünyaya entegre oldu. Bölgesinde güçlenen bir değer oldu. Ortadoğu halklarına model ülke oldu. Bunu sekülerleşerek yaptı. Çünkü Amerikan islamı denilen ılıman islama sahip çıkarak tevhidi islamı kapı dışarı etti. Kimsenin alkol tüketmesine karışmayan, zinayı suç saymayan, eşcinselliği hoş gören bunun yanında liberal düzeni tehdit etmeyecek şekilde namaza, hacca, başörtüsüne serbestiyet veren tevhidle ilgisi ve bağı bulunmayan höşgörü dinini peydah ederek yaptı. Öyleki bu hoşgörü dininin mimarlarından Abant toplantılarının baş köşe adamlarından olan Hayrettin Karaman’ı bile liberalizmin geldiği nokta bunaltmış olacak ki artık yeter dedirtmiş. Hoş göremeyeceğimizi ama tahammül etmek zorunda olduğumuzu emir buyurmuş hazretler. Adama günaydın demezler mi! İşte hoşgörü zihniyetinin yarattığı ülke budur ve bu daha iyi halleridir. Giderek bu ülke tıpkı Batı’da olduğu gibi daha fazla ahlaki çöküntüye uğrayacaktır. Çocukların daha çok kuşatıldığı ve öğütüldüğü bir dünya oluşturulacaktır. Bugünkü hoşgörü dininin Martin Luther’in protestan Hristiyanlıktan hiçbir farkı yoktur. Luther Protestanlığı Batı’yı ahlak ve ilke olarak nereye sürüklediyse hoşgörü dini de bu ülkeyi oraya sürükleyecektir.
Netice olarak Batı’nın dünü ile onun oluşturduğu bugünün dünyası aynı çıkarcı, kan emici ve zalimdir. Dini, dün nasıl kendi çıkarlarının hizmetkarı yapmışlarsa bugün de aynı şekilde dini sulandırarak yine hizmetkarları yapmışlardır. Bu dinin adı ister Hristiyanlık isterse İslam olsun isterse de Budizm olsun farketmez. Kendini mümin hissedenlerin böylesi kötü dünyaya karşın Allah’ın adaletini ve O’nun tevhid sözünü yüceltmesi ve haykırması gerekmez mi? Kur’an’a iman ederek ve Kur’anı iman etmiş bir şekilde hayatın merkezine koyarak yaşamı yeniden şekillendirmek ve O’nun ilkelerince kardeşlikler tesis etmek gerekmektedir. Müminler enerjilerini birazda kardeş olmaya harcamalıdırlar. Çünkü birliktelikler oluşturulmadan zulümle mücadele etmek elbette zordur. Tevhidi esas alan bir tavırla Allah’ın sözünü yüceltmeye gayret etmek zorundayız. Çünkü bizim buna ihtiyacımız var ve dünya halklarının buna ihtiyacı var. “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” 4/75