Bünyamin ZERAN

13 Şubat 2010

BEN DEĞİŞMEDEN DÜNYA NE KADAR DEĞİŞİR?

Karl Marks: “Bugüne kadar gelen filozoflar dünyayı anlamayla ilgilendiler bundan sonra gelecek filozoflarsa dünyayı değiştirmek zorundadırlar” diyor. Dünyayı değiştirmek gerçekten iddialı bir söz olsa gerek. İmkansız bir şey midir? Elbette ki imkansız değildir ama kolayda değildir. Marks’ın kapitalist toplum çözümlemesine baktığımızda gerçekten çok yerinde tespitleri vardır ama yarattığı toplum modeline baktığımızda Marks’ında çözümlenmeye ihtiyacı olduğunu görürüz. Dünyayı olumlu yönde değiştireyim derken insanı fıtratıyla tanımlamaktan uzak olması hasebiyle yeni bir kölelik sisteminin doğmasına vesile olmuştur. Marks’ı ve anarşist yazarları her okuduğumda bakara suresinin 19. ve 20. ayetleri aklıma gelir “Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak halinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Bir ideoloji oluşturuyorlar hayatı daha iyi yaşamak ve kavrayabilmek adına ne var ki en doğrusu bu dediklerinde şimşeğin ışığının geçici olduğunu görüyorlar ve karanlıklar içinde dikilip kalınca da yeni bir bocalama yaşıyorlar. İslam’a olan tarihsel hasımlıklarından dolayı da Kuran meseleyi nasıl ele almış diye bakmıyorlar. Pascal ile aynı dönemde yaşayan Marks’a baktığımızda vahiyden habersiz olmadığını pekala görüyoruz. Çünkü Pascal’ın yazılarını irdelediğinizde tevhidi bir hristiyanlık görüyorsunuz. O zaman üzülerek şöyle diyorsunuz: Dünyayı değiştirmek gerek ama neyle? Allah çok açık bir çağrı yapıyor diyor ki: “haydi bunun gibi bir ayet, bir sure, bir kitap getirin. Bütün ins ve cin bir araya gelse yine de getiremezsiniz.” Yani, evreni ekolojik sistem dahil olmak üzere düzene sokabilecek, sistemde en ufak bir gedik açmayacak, dünyaya dair, evrene dair söylenmiş en doğru sözü, en doğru yasayı bulun ve getirin. Tabiî ki getiremeyeceksiniz. Eğer iyi niyetli kimselerseniz bu vahye teslim olmaktan başka yolunuzun olmadığını göreceksiniz. Ama niyetiniz başkaysa vahiy sizin için sizin dünyaya dair arzu ve hesaplamalarınıza pranga vuracaktır.

Vahiyle bütün dünyayı değiştirmek mümkündür. Bu üstünkörü yapılmış bir iddia değildir. Bizzat Allah’ın müminlere vaadidir. Ama bu vaadin gerçekleşebilmesi için iman etmek ve sakınmak gereklidir. Nur suresi 55. ayete baktığımızda ve Rad suresi 13. ayete baktığımızda bu vaadi çok açık görürüz. Yani dünyayı değiştirebilmek için insanın kendisini değiştirmesi gereklidir. Seyyid Kutup haklı olarak feryad etmekteydi: “Niçin eşsiz bir Kur’an nesli çıkmıyor” diye. Allah, pazarlık sevmiyor. Yani şartlı şekilde iman etmeyi yasaklıyor. İslam olmak demek bilerek ve inanarak bütün her şeyi Allah’ın ve O’nun elçisinin gerisinde tutmak demektir. Tevbe suresi 24. ayet bu konuyu daha net açıklıyor zaten. Bizler şartlı imanı seviyoruz. Çocuklarımızın geleceğine mani olmayacak kadar Müslüman, rahat yataklarımızda ölecek şekilde koşturmaca, toplumdan dışlanmayacak kadar teslimiyet, kurumları yüzümüze kapatmayacak kadar köktencilik istiyoruz. Bal tutan parmağını yalar hesabından suyun başına geçince testiyi, eleştirdiğimiz zalimlerden daha büyük bir iştah ve hırsla dolduracak kadar hesapçı bir İslam’a inanmak istiyoruz. Onun içindir ki dünyayı bu halimizle değiştirecek bir yeteneğe ve imana sahip değiliz. Onun içindir ki eşsiz bir Kur’an nesli oluşturmaktan oldukça uzağız.
Arada bir aynada kendimizi seyrettiğimiz oluyor mu acaba? Çuvaldızı kendimize batırdığımız olmuyor mu hiç? Daha çok kendimizi konuşmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dünyaya dair oldukça beylik cümlelerimiz var. Ya kendimize ve ailemize dair! İş kendimize ve ailemize gelince neden birbirimizin gözünün içine bakıp bahaneler üretmeye başlıyoruz hiç düşündük mü? Birçoğumuz evli ve çocuk sahibi. Evine ve çocuklarına ne kadar zaman ayırabiliyor? Çocuklarımızın ahlaki zaaflarıyla ne kadar alakadar olabiliyor ve onları Allah’a teslimiyete ne kadar hazırlayabiliyoruz? Bunun gibi daha onlarca soruyu ardı ardına sıralayabiliriz. Önemli olan kendimizi ne kadar bu dinden sorumlu hissettiğimiz. Yoksa Hıristiyan ve Yahudiler gibi nasılsa ateş bize sayılı günler dışında veya hiç dokunmayacak gibi mi düşünüyoruz? Kuran bireyden topluma uzanan bir döngü sunar insana. Önce aslolan bireydir. Her kişi kendi amelinden sorumlu olduğu gibi takvaca üstün olan Allah katında en üstündür. “Eğer siz sapmazsanız sapan size zarar veremez” der bireye. Vahiyden kopmadan ona sımsıkı sarılarak tek başınıza da kalsanız size tek başınıza ümmet yakıştırmasını yapar Allah. “Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyacak olsaydınız onlar sizi haktan sapıtırdı” der ve “İyilikle kötülük bir olmaz meğer ki kötülük sayıca çok olsa da bu değişmez” der. Yukarıda sayılan tüm ayetlerde bireye Allah dik durmasının gereklerini ve nedenlerini sıralar. Öyleyse “ben-ego” burada önemlidir. Mesele, toplumu değiştirme sorunu olmamalıdır (gerçi hoş böyle bir kaygıyı duyanda yok ya) mesele kendimizi değiştirme-dönüştürme sorunu olmalıdır. İnsan kendisinden başlayarak en yakınlarını vahyi bir sorumlulukla donatabiliyorsa bu güzelliğe dahil olmak isteyecek illa ki birileri çıkacaktır. İkbal’in dediği gibi vahiy sanki ilk defa bize iniyormuş gibi okumak ve okuduğumuz vahyi derince tefekkür etmemiz gerekmektedir.

Bazen dış dünyayla o kadar çok muhatap oluruz ki iç dünyamızı ihmal ederiz. Başkalarına harcadığımız zamanın nerdeyse yarısını yahut daha azını kendi ailemiz ve çocuğumuz için harcamayız. Onların gözümüzün önünde yok olduğunu göremeyiz. Evlerini karşılıklı kurabilen bir topluluk olmayı beceremeyiz. Hanımlarımızla bir iletişim dili oluşturamayız. Oysa Kur’an  “ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz” der. “En yakınınızdan başlayarak uyarın” der. İyi bir toplum oluşturabilmek iyi bir aile oluşturabilmekten geçer. Eğer iyi bir aile olmayı becerebiliyorsak güzel bir toplum inşa edebiliriz. Evlerimizde karşılıklı, kalplerimizde karşılıklı olur. O vakit bir toplum inşa etmede çok önemli bir adım atmış oluruz. Bu yazdıklarımızdan dış dünyayla ilgilenmemeliyiz anlamı umarım çıkmaz. Kastettiğim şey dış dünyayla ilgilenildiği kadar ve hatta daha fazlasıyla ailemizle de ilgilenmemiz gerekliliğidir.

Her şeyden önce kendimizle barışık yaşamak zorundayız. Kendi zaaflarımızın, hatalarımızın farkında olmalı ve eksiklerimizi bir an önce tamamlamaya gayret göstermeliyiz. Eğer biz yaşadığımız çağda yeni bir toplumsal çözümlemeye ihtiyaç olduğunu iddia edenlerdensek yaptığımız çözümleme Marks’ın çözümlemesi gibi yalnızca teoriden öteye gitmeyen bir çözümleme olmamalıdır. Bu çözümleme aynı zamanda yaşanabilen ve şahitliği olan bir çözümleme olabilmelidir. Muhammed (as) böyle bir toplumu inşa edebildiyse bu insanoğlunun üstesinden gelebileceği bir inşadır. Ve yaşadığımız, nefes aldığımız sürece hala şansımız var demektir. Şansımız var diyorum çünkü bu bizim cennetimizdir. Ve buna en çok ihtiyacı olan biziz Allah değil.