Bünyamin ZERAN

17 Ocak 2010

BİLİNCİME SAHİP MİYİM!

Bireyin kendi varlığına şahit olarak yaşaması için bireyde olması gereken unsurlar nelerdir? Yaşıyor olmak sanırım tek başına varlık bilincini açıklamaya yetmiyor. Varlık bilincini açıklamak için nefes alıp vermenin ötesinde şeyler olması gerekir. Varolmakla varlık bilincini elinde tutmak aynı şeyler değildir. Varolabilirsiniz ama bu işe yaradığınız anlamına gelmez. Hem varolup hemde işe yaramamak nasıl mümkündür. Eğer hümanist bir bakış açısıyla yahut Sartre’nin egzistanyelist anlayışıyla açıklayacak olursak bu mümkün değil. Zira bu anlayışlar insanın yaptığı her eylemi insani açıdan değerli ve anlamlı bulur. Sartre’ye göre yurdunuz düşman işgalindeyken askere çağrıldığınız halde askere gitmiyorsanız bunu siz böyle istediğiniz için eyleminiz doğrudur ve anlamlıdır. Veya hümanizm insanın kendini öldürmesini de insani değerler içinde bulur.  Buna müdahil olunması ise anlamsızdır. Çünkü Sartre’ye ve hümanizme göre birey toplumun üstündedir ve dünyadaki en değerli şey “ben” dir. Vahyin indiği toplumlara baktığımızda tek başına “ben” ancak benim dışımdaki tüm “ben”lerin vahye savaş açması durumunda değerlidir. Hümanizmde insanları bir arada tutan, kaynaştıran unsur yokken vahiyde insanları bir arada tutan birbirine kaynaştıran unsur Allah’tır. Çünkü hümanizmde her insan bir ilah konumundadır. Her “ben” değerli olduğuna göre en değerli “ben”i belirleyecek unsur nelerden müteşekkildir bu muğlaktır.

Varlık bilinci her şeyden önce ne işe yarar? Bu soruyu cevaplarken meseleye nerden baktığımızda önemlidir. Her insan, mutlaka bir tarafa aittir. Bunu yaşadığımız çağa göre tanımlayacak olursak; Marksizm, Dadaizm, hristiyanlık, Yahudilik, İslam vs. diye tanımlamaları çoğaltabiliyoruz. Ama ilahi yasaya göre tanımlayacak olursak inanmayanlar ve iman edenler olarak net bir tanım çıkıyor ortaya. Öyleyse bizde ilahi yasaya göre varlık bilincinin üzerinde duracağız.

Allah, insanı yarattığında ona yaratan Rab adına okumayı öğretmesi, ona kalemle yazmayı öğretmesi ve nihai dönüşünün de Rabb’e olacağını ilan etmesi ona vahiyle tanıştığı ilk andan itibaren varlık bilincini yüklemesiyle alakalıdır. “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor” ayeti insana bir istikamet çizmektedir. Yani ya ilahi yasaya teslim olacaksınız ya da başıboş, boşlukta asılı durup sallanan her an düşecek güvensiz, bir nesne gibi olacaksınız. Bunun ortası olmayacak. Eğer ilahi yasaya teslim olmuşsam varlık bilincimi oluşturan unsurları da Allah’ın belirlediğini kabul etmişim demektir. Eğer kendimden daha yüce aşkın bir değer olarak Allah’ı kabul etmişsem; O’nun tek sığınılacak, tapılacak, uğrunda ölünecek, uğrunda öldürecek, merhamet dilenilecek yegane güç olduğunu kabul etmişsem benim “ben”liğim ancak O’nunla hayat bulacak demektir. O’nu dikkate almadan kendimce yürüdüğüm her yol, attığım her adım, kazandığım tüm malvarlığım, evliliğim, aşklarım ve ödevlerim hepsi O’nu reddedişim anlamına gelecektir. Tıpkı bahçe sahiplerinin yaptığı gibi ya da kehf suresinde anlatılan bahçe sahibi gibi Rabbe kendi nefsimi şirk koşmuş olacağım. Öyleyse varlık bilincimi iyi kavramam gerekiyor ki yolda tökezlemeyeyim.
Bizi çevreleyen unsurlara baktığımızda her biri varlık bilincimizi köreltmeye dönüktür. Ya da varlık bilincimizi, tağuti güçleri sürekli zinde ve enerjik tutmak için değiştiren dönüştüren bir döngünün içinde bulmaktayız kendimizi. Resul döneminden çok daha ciddi sıkıntılara gebeyiz. Hiç değilse resul, müminlerin başındayken onlara hemen müdahale edebiliyor doğruyu vahiyle ashaba bildirebiliyor ve yine resul ashab için ciddi bir motivasyon unsuru olabiliyordu. Şimdi ise başımızda bir resul olmadan tek başımıza varlık bilincimize sahip çıkarak Allah’a teslim olmamız gerekiyor. Evet her şey aleyhimize işlemektedir, dünya muvahhid müminlere savaş açmıştır, yeryüzünün en istenmeyen adamları olduğumuz kesindir. Çünkü müstekbirlerin uykularını kaçırmaktayız. Onların malı hırsla tüketmelerinin, yeryüzünü sömürmelerinin, insanlığı açlığa mahkum etmelerinin, kadınları cinsel zevklerinin objeleri haline getirmelerinin, çocukları çarklarının kurbanları kılmalarının ve insanlığı köleleştirmelerinin karşısındaki yegane gücün varlık bilinçlerini vahiyle kuşanmış muvahhid müminlerin olduğunun pekala farkındadırlar. Peki biz farkında mıyız? İşte asıl düşünülmesi gereken soru bu. Kendimizi hangi tarafa ait hissediyoruz? Boşlukta asılı kalan bir nesne olarak mı yaşıyoruz? Eğer öyleysek bu vahyin arzuladığı, vahye hizmet eden ve ya edecek bir insan profili değildir. Vahyin kabul etmediği her insan karşı tarafa aittir. İslam adından müteşekkil tam teslim olmayı, kayıtsız ve şartsız teslim olmayı zorunlu kılar. Onun içindir ki biraz elçinin vahyettiklerinden birazda kendi nefsinden katan Samiri’lerin Musa’nın toplumunda veya Musa’ların toplumunda yeri yoktur. Bir yandan varlık bilincime sahip çıkarken diğer yandan varlık bilincimi sürekli zinde tutan koşulları da oluşturmam gerekecek. Çünkü sürekli hareket halinde olmazsam hantallaşır, kokarım. Ne kendime faydam olur ne de bir başkasına. Bu beraberinde çözülmeyi ve teslimiyeti getirir.

İslam, insanların belli aralıklarla bir araya gelip çiğ köfte partilerinde, ziyafet sofralarında, kabul günlerinde konuşulan ve insanlara varlık bilinci kazandıran bir din değildir. Günümüz Müslümanları maalesef ki kendilerini rahatlatmak, bir şeyler yapıyoruz duygusunu yaşamak adına içeriği boş lüzumsuz, zaman kaybı diyebileceğimiz birliktelikler yaşamaktadırlar. Dileğimiz odur ki bu bir araya gelişler içeriği doldurulmuş, anlamlı ve varlık bilincine daha sıkı sarılan bir toplumu inşa edici birliktelikler olmalıdır. Aksi takdirde İbrahim gibi tek başına bir ümmet olunması milyonlarca kuru kalabalıktan daha değerli ve anlamlıdır. Varlık bilinci öyle bir şeydir ki insanın uykularını kaçırır, onu geceyle dost kılar. Yanları yataktan uzaklaştırır. Yatarken, ayakta dururken, otururken her an varlık bilinci insanı hazır ve donanımlı kılar. Donanımlı olmak demek bir yandan vahyi kuşanmışlıkla diğer yandan yaşadığı çağa, topluma ve kendi gücüne vakıf olmak demektir. Donanımlı olmak, çokça okumayı, tefekkür etmeyi ve bilgisini en doğru yöntemle kullanabilmeyi gerektirir. Bu bizim gerekliliğimiz ve hatta zorunluluğumuzdur. Kaygılıymışız gibi davranmak yerine kaygılı olmamız gerekmektedir. “Mış” gibi yaşamak yerine sahiden yaşamamız gerekmektedir. Aksi takdirde ne kadar iyi niyetle bir şeyler yapıyor olsak da donanımlı değilsek bu bize yolda mesafe aldırmamaktadır. Yolda mesafe aldırmadığı gibi farkında olmadan saflarımızı dahi değiştirmektedir. Kehf suresi 103-104’teki konuma düşmeyi elbette hiçbir mümin istemez. Allah, mümin kimliğini barındırabilmek için bireyin çok net olmasını arzuluyor. Aksi takdirde mümin tanımlaması içine almıyor bireyi. Varlık bilinci bize mümin olmayı zorunlu kılmalıdır. Kendimize soralım; hakikaten biz tağuti güçlerin uykularını kaçıran Muhammed, İbrahim ve Musa’lar mıyız yoksa tağuti güçlerin çarklarını işleten birer dişli miyiz? Muhakkak ki her nefis kendi yaptığına şahittir.