Bir Oryantalistin ardından
Eserlerinde sık sık tarihçinin tarafsız ve nesnel olması gerektiğine vurgu yapar yapmasına ama Yahudi kimliğinin etkisiyle olsa gerek İsrail şiddetine tek kelime etmez. Bunun yerine Filistinlileri eleştirir. Ona göre bütün sorun Filistinlilerdedir. Sadece Filistinlilerde olsa iyi, daha geniş bir evren olan tüm İslam dünyasında Müslüman kimliği taşıyan her bir bireydedir.
Geçen günlerde hayatını kaybeden ünlü tarihçinin, reklamı yapılan tarihçi yönü dışında Filistinlilere ve genel olarak Müslümanlara karşı ibret verici tutumunu, Star gazetesi Açık Görüş eki için Serkan Yorgancılar yazdı. Lewis’in Turgut Özal ile ilişkisine de değinen Yorgancılar’ın, Lewis’in görülmesi gereken yönlerine dikkat çektiği işte o önemli yazısı:
1916 doğumlu Bernard Lewis 102 yaşında hayatını kaybetti. Kayıtlara İngiliz asıllı Amerikalı tarihçi olarak geçti. Yahudi kimliğini hiç gizlemedi, onun için olsa gerek Netenyahu “Profesör Lewis’in bilgeliği, gelecek yıllarda bize rehberlik etmeye devam edecek ve onun İsrail’i savunması için yaptıklarını sonsuza kadar unutmayacağız” dedi.
Çoğunluğu İslam, Türkiye ve Ortadoğu üzerine olmak üzere 29 kitap yazmış ve bu kitaplar 32 farklı dile çevrilmiştir. Bir süre George W. Bush’un danışmanlığını yapmış ve bu esnada 11 Eylül saldırıları olduğunda “Bin Ladin’in radikalizmi Arap ülkelerindeki despot rejimlere ve Saddam iktidarına bir tepki idi, dolayısı ile bize düşen o topraklara demokrasi getirmektir. Yoksa onlar hepimizi yok edecek” demiştir. Kısa bir dönemde olsa gizli istihbarat servisleri için de çalışmıştır. Paris’te kaldığı yıllarda Halide Edip Adıvar’la tanışmış ve Türkçeyi de Adnan Adıvar’dan öğrenmiştir. Turgut Özal ise henüz politikaya atılmadan genç bir bürokratken kendisini Princeton’da ziyaret etmiştir. Lewis, Özal hakkında “Birbirimizi çok seviyor ve iyi anlaşıyorduk” diyor. Bu sevgi galiba 16-17 Temmuz 1992 yılında, Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde, İsrail’in 6. Cumhurbaşkanı Haim Herzog’un Türkiye ziyaretinde de perçinleşmişti. İlk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Bu ziyaret Türkiye’de protestolarla karşılanırken 16 Temmuz akşamı Dolmabahçe sarayında 500. Yıl Vakfı Başkanı Jak Kamhi tarafından verilen akşam yemeğinin önemli misafirlerinden birisi de Bernard Lewis’ti.
Edward Said’i kendisini oryantalist olarak nitelendirdiği için hiç sevmiyor ve onu bu yüzden affetmiyordu. Bununla birlikte 1957 yılında Pakistan ziyaretinde Mevdudi’nin evine konuk oluyor ve ondan Urduca öğrenmesi tavsiyesi alıyordu…
Bernard Lewis’in tarihçiliği hakkında oldukça fazla övgü ve yergi mevcut. Kimine göre o Ortadoğu araştırmalarının duayeni, kimine göre Batı merkezli İslam araştırmalarının en vazgeçilmez ismi kimine göre çağın bilgesi kimine göre bir oryantalist kaplan, Batı’nın tahakkümünü pekiştiren ideolojik bir savaş aygıtı, kimine göre ise sözde Ermeni soykırımı iddialarını reddederek, Ermeni meselesinde Türkiye’nin yanında durarak sembolik de olsa küçük bir para cezasına (1 frank ) çarptırılmış bir münevverdi. Birbirinden farklı hatta birbirine taban tabana zıt bu yorumlara baktığımızda nasıl bir Lewis portresi çizebileceğim hakkında benim bile kafam fazlasıyla karıştı.
Bütün bunlara rağmen Osmanlı tarihi ve Ortadoğu hakkında elbette iyi çalışmaları olduğunun, özgün değerlendirmeler yaptığının ve bu çalışmalarının hem İslam dünyasında hem de Batı’da ciddi karşılıklar gördüğünün altını çizmemiz lazım. Siyasi, dini ve politik duruşuyla birlikte bilim ürettiğini ve eserler ortaya koyduğunu bilerek onu okumakta yarar görüyorum. Safiyane biçimde her dediğini kaynak kabul etmekle her dediği altında bir hinlik aramak ve reddetmek arasında eleştirel bir okuma ile Lewis’in çalışmaları dikkate alınmalıdır.
Lewis, İslam dünyasının neden geri kaldığı, Batı endüstrileşmesine neden ayak uyduramadığı konularında farklı yorumlarda bulunmuştur. Ona göre sorunun ana kaynağı Ortadoğu kültürleridir. Yani din ve politikanın uyumsuz bir biçimde iç içe geçmişlik durumu ve bunun sonucunda da başta kadın hakları olmak üzere, gayri Müslimler ve azınlıklara karşı adaletsiz davranışlarda bulunmayı içeren kültürel kodlar… Bu savını desteklemek için Batı toplumlarının -ki bu kavramla Batı’nın kültürel kodlarının tekilliğine vurgu yapar- kadın, bilim ve müzik konusundaki yaklaşımlarını Osmanlı’nınki ile karşılaştırarak aradaki derin uçurumlardan bahseder. Osmanlı toplumunun kadın, müzik ve bilime yaklaşımını, son derece indirgemeci bir şekilde üç olay üzerinden yargılar. Evliya Çelebi’nin 1665 Viyana ziyareti ile ilgili bir gözlemini aktaran Lewis, Eyliya Çelebi’nin şu sözlerini aktarır: “Bu ülkede olağanüstü bir şey gördüm. Ne zaman İmparator yolda bir kadına rastlasa, ata biniyorsa, atını durdurup kadının geçmesine izin veriyor. İmparator kadına ayaktayken rastlarsa, bir tür saygı duruşuna geçiyor, kadın kendisine saygı göstermek için şapkasını çıkaran İmparatoru selamlıyor.(…) Gerek bu ülkede, gerekse inançsızların diğer ülkelerinde Meryem Ana dışında da kadın onurlandırılıyor ve saygı görüyor.”
İkinci örneği yine Viyana’da elçilik yapan Mustafa Hatti Efendi’nin, bilimsel gösteriler hakkındaki 1748 tarihli bir raporudur: “Bize gösterilen hünerlerin ilkinde, iki bitişik oda, birinde üzerinde küre biçiminde kristal toplar bulunan büyük bir çark vardı. Bunlar kamıştan daha dar içi boş bir silindire bağlanmıştı. Çark çevrildiğinde şiddetli bir rüzgar zincir boyunca öteki odaya akıyordu, birisi bu rüzgara dokunursa tüm vücudu çarpılıyordu, daha da ilginci 30 kişi el ele tutuşsa hepsi aynı şoka uğruyordu. Olayın nedeni hakkında verdikleri yanıt anlaşılabilir nitelikte değildi.(…) Diğer bir hüner, taşa ve tahtaya vurulduğunda kırılmayan küçük cam şişelerdi.(…) Anlamını sorduğumuzda, cam ateş halindeyken suyla soğutulduğunda bu özelliği kazandığını söylediler. Bu saçma cevabın bir frenk oyunu olduğunu düşünüyoruz.” Üçüncü örneği ise 1787-1789 arasında İspanya elçisi olan Vasıf Efendi’nin, kralın ve tüm devlet büyüklerinin kendilerine verdiği yemekli ziyafetlerde, müzik dinletildiği ve bu tür müzikten can sıkıntısı duyduğunu belirten sözleridir. Kadın, bilim ve müzik konusunda Batı ile aramızda çok ciddi bir fark ve mesafe olduğunu reddetmek niyetinde değilim ancak koskoca bir dünya devletini de birkaç olay üzerinden yargılamak eksik kalır diye düşünüyorum.
Bernard Lewis Ortadoğu toplumlarının özelliklerini sayarken ilk sıraya dini temelli gruplaşmaları koyar. Ona göre böylesi bir gruplaşma Batılılar tarafından kolayca anlaşılmayacak bir durumdur. Oysaki sosyal bir olgunun, toplumsal ve kültürel örgütlenme biçimlerinin Batılılar tarafından anlaşılabilir bir durumda olup-olmaması o gerçeği hiçbir biçimde gölgelemez. Irk, dil ve ülke kavramının Ortadoğu kimliklerini belirlemede ana etken olduğunu vurgularken aynı olguların aslında Batı toplumlarının da kimliklerinin ana belirleyici unsurları olduğunu es geçer.
Türkler ve üç kaynak
Osmanlı toplum yapısında bazı unsurların Bizans’tan devralındığı konusunda daha esnek bir dil kullanır. Selçukluların Osmanlı’yı etkileme noktasında Bizans’a göre daha sönük kaldığını, bunun nedeninin ise Osmanlı’nın çok uzun süre Bizans ile komşuluk yapması olduğunu söyler.
Türk uygarlığının üç kaynağı olduğunu belirten Lewis, bu kaynakların birincisini mahalli unsur olarak isimlendirmiştir. Mahalli unsurdan kastı ise Anadolu’dur. Ancak o da bilincindedir ki Osmanlı bir Anadolu devleti olduğu kadar Balkan devletidir. Bu anlamda da Avrupa toplumlarıyla en uzun süre ve en çok temas kuran İslam toplumu da Osmanlı’dır. Ona göre Türk uygarlığının ikinci unsuru Türk dilidir. Her ne kadar Osmanlı döneminde Türkçenin daha az tercih edilebilir bir dil olduğunu öne sürse de Türkçenin kimlik belirleyici ana unsur olduğunu gözden kaçırmamıştır. Türk uygarlığının üçüncü kaynağı ise İslam’dır. İslam’ı “Türk ulusunun geniş bir bölümünün kolektif bilincinde esas unsur değilse bile, hala açık bir şekilde büyük bir etken” olarak nitelendirirken aslında bu cümleyle bile büyük tezata düşmüştür. Türklerin geniş bölümünün değil de dar ve küçük bir bölümünün mü hafızasında esas unsur İslam’dır demek istemektedir? Lewis bu genellemeyi yaptıktan sonra İslam’ı esas unsur olarak görmeyen geniş kitleleri aynı eserinde dile getirmez ama başka eserlerinde dile getirdiğinde görürüz ki geniş kitle dediği son derece dar bir kitledir. Böylesi bir genelleme diğer eserlerinde de görüleceği gibi son derece yanlıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu kuruluşundan düşüşüne kadar İslam gücünün ve inancının ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet olarak gören Lewis, aynı zamanda Osmanlı’nın Hıristiyan Batı ile de sürekli savaş içerisinde olduğunun altını çizerek kendi cümlesiyle açıkça çelişmiştir. “Hıristiyan Türk tabiri saçma bir deyim gibidir” diyerek Türklük ve İslam arasındaki kaynaşmanın vardığı son noktayı da bizzat kendisi ifade etmiştir.
Ortadoğu ve İslam araştırmaları üzerinde bilimsel çalışmalar yaparken İslam toplumlarından kendisine İslam’ın kutsallarını karalama suçlaması yapıldığını buna karşı Batı toplumlarından İslam’ı savunmak ve onun kusurlarını gizlemek ithamı geldiğini ifade eder. Saldırılar her iki taraftan da gelmeye devam ettikçe, bilimselliğini ve nesnelliğini korumayı sürdürdüğünü söyler. Bu bilimsellik ve nesnellik gereğince Türkiye ile diğer Ortadoğu toplumları arasında belirgin farkların olduğu, Türk devrimi ile diğer Doğulu devrimler arsında belirgin çeşitlilikler olduğunu ortaya koyar. Türk devrimini yapanların Batılılaşma anlamında daha bilinçli ve sorumluluklarının da farkında olduklarını söyler. Türkiye ile diğer Müslüman ülkelerin arasındaki farkı, “Nerede yanlış yaptık?” sorusunun “Bize bunu kim yaptı?” sorusuna oranla öncelik arz etmesi olarak görür. Aradaki farkın sorumluluk almak ile sorumluluktan kaçmak arasındaki fark olduğunu söyler. Bu görüşleri sonrasında Amerika Atatürk Toplumu Derneği (ASA) tarafından 2002 yılında Atatürk ödülüne layık görülür. Ödülünü Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nde düzenlenen törende Irak işgalinin kirli tetikçilerinden olan, Amerikalıların Irak’a yardım edebilecekleri düşüncesiyle oraya heyecanla gittiklerini söyleyen ve karanlıklar prensi olarak bilinen ABD eski savunma bakanı Richard Perle’den alır.
Yakın tarih yorumları
2011 yılında Türkiye ve Ak Parti ile ilgili yapmış olduğu bir mülakatta Ak Parti’nin Türkiye’nin kurumlarını ele geçirmeye çalıştığını, İslami demokrasi kurmaya çalıştığını iddia etmişti. İddialarına da şunu eklemeyi ihmal etmemişti: Türkiye’de insanlar böyle bir sistem istiyorlarsa buna da haklarıdır demek zorundayım. Lewis, Osmanlı ve Türk toplumunun geçmişi hakkında yaptığı akademik çalışmalarında son derece isabetli yorumlar yapmış olsa da yaşamakta olduğumuz, tanıklık ettiğimiz hatta bir parçası olduğumuz yakın dönem tarihimiz hakkında pek de tutarlı yorumlar yapamadığını görüyoruz. Ak Parti iktidarının ilk yıllarında yaptığı İslami demokrasi iddiası ve kurumları ele geçirme gibi son derece geçersiz isnatları geldiğimiz nokta itibariyle geçersiz kalmıştır.
Lewis’in yakın dönem Türkiye Cumhuriyeti tarihi hakkında yapmış olduğu zorlama bir o kadar da sorunlu tespitlerinden birisi de askeri darbeler hakkındadır. Anlaşılmaz bir biçimde askeri darbeleri savunan tezler ortaya atan Lewis “Ordunun her müdahalesinden sonra herkes askeri bir rejim olacağını düşündü, ama her seferinde ordu anayasal görevleri çerçevesinde demokrasiyi savunmak adına hareket etti, hiçbir zaman askeri rejim kurmadı ve sonunda kışlaya geri döndü” iddiasında bulunmuştur. Osmanlı arşivlerini inceleme konusunda göstermiş olduğu titizliği ve hassasiyeti yakın tarih okumalarında göstermemiş/gösterememiştir.
Eserlerinde sık sık tarihçinin tarafsız ve nesnel olması gerektiğine vurgu yapar yapmasına ama Yahudi kimliğinin etkisiyle olsa gerek İsrail şiddetine tek kelime etmez. Bunun yerine Filistinlileri eleştirir. Ona göre bütün sorun Filistinlilerdedir. Sadece Filistinlilerde olsa iyi, daha geniş bir evren olan tüm İslam dünyasında Müslüman kimliği taşıyan her bir bireydedir.
(Serkan Yorgancılar, Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi)
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !