Bünyamin ZERAN
BİZ HANGİ SINIRLARIN ADAMIYIZ?
Her ideoloji insana yeni bir çehre kazandırır. Dünyaya belirli bir perspektiften bakabilmeyi öğretir. Bu perspektif, bireye kim olduğunu, nerede durması gerektiğini ve yaşam sınırlarının nereye kadar uzanacağını gösterir. Nasıl bir evlilik yapacağını, işini hangi kıstaslara göre belirleyeceğini vs. daha birçok konuda bireye helal ve haramlarını belirler. Ama insanın ideolojisi yoksa helal ve haram çizgileri de yoktur. Çizgileri yeryüzünden silinmiş insan ise en tehlikeli yaratık durumundadır. Zira onun için doğru ve yanlış, başlama ve duruş noktaları yoktur. Her eyleminde sınırsızlık ve egoizm vardır.
İçinde yaşadığımız çağ, insana tamda bu sınırsızlığı benimsetmek istemektedir. İnsanın kendisinin tanrı olduğu ve kendi ilahlığından başkasına şehadet etmediği bir hayatı popüler bir kültür olarak sunmaktadır. Allah, göndermiş olduğu vahiylerde hududullahtan bahsetmektedir. “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır…” gibi birçok ayetler bulunur. Allah insana bir hudut çizmiştir. Bu hudut insanı kısıtlamak, dar bir alana hapsetmek için çizilmemiştir. Aksine insanın ayaklarını belli bir sabite oturtarak her eylemini belirli bir amaca sevketmek için hudutlar çizmiştir. Eylemlerin belli bir amacı gerçekleştirmek dışında bencil duygularla nefsi tatmin etme gayesiyle yapılıyor oluşu diğer fertlerin hukukuna yapılmış bir tecavüzdür. Sistemini sömürü üzerine inşa edenler bu hukuksuzluğu meşru hale getirme gayretindedirler. Düzenlerini ayakta tutacak insan modelleri oluşturtabilmek için her türlü ideolojiden destek almaktadırlar. Kapitalizmle tüketim kölesi insan, emperyalizmle sömürgeciliği meşru sayan insan, marksizmle maneviyatından arındırılmış maddeci materyalist insan, sulandırılmış, aslından uzaklaştırılmış ilahi dinlerle hak-batıl çizgisi derdi kalmamış insan yetiştirerek dünya üzerinde egemenliklerini bir kat daha artırma telaşına düşmüşlerdir.
Çağımızın Müslüman olarak tabir edilenleri yani bizler hangi kuşağı temsil ediyoruz acaba? Tabiî ki bu soruyu doğru cevaplayabilmek için vahiyle yaşam alanlarımızı ve hayata dair beklentilerimizi ve ulaşmayı arzuladığımız menzillerimizi güçlü bir şekilde tefekkür etmemiz şarttır. Avrupa’nın yarattığı nihilizm kurbanı mıyız yoksa? "Gelecek yüzyılın tarihini başka türlü aramayacak olanı anlatıyorum, nihilizmin gelişi. Avrupalı kültürümüzün tamamı her geçen gün büyüyen can yakıcı bir gerilimle felakete doğru gidiyor, durmaksızın şiddetle sona ulaşmak için dolu dizgin akan bir nehir gibi." Der F. Nietzche. Fukuyama “Tarihin Sonu” kitabında, Hegel'e dayandırdığı tarihin sonunda, 'tarih nehrinin' artık sona erdiğini söyler. Oysa kaynak, insanı unutarak nehir; kaynak kurursa sona erer; ya tarih? Hegel'in ilerlemeci tarih anlayışına dayanarak oluşturduğu 'Tarihin Sonu' tezi özellikle Sovyetlerin çökmesinden sonra sona eren iki kutuplu düzenin yerine, artık insanoğlunun en iyi düzen olarak Amerikan Liberalizmini benimsemesi ve liberalist düzende insanın arayışının artık sona ermesidir. Çünkü bundan daha iyi bir düzen artık yoktur.
Fukuyama, tezini duvarın çökmesiyle simgelenen sosyalist sistemlerin çöktüğü pozitif bir ortamda yazmıştır. Tarihin sonu tezine karşı, milliyetçilik, faşizm ve komünizmi gösterir, ama bunları ölü ideolojiler olarak yorumlar. Hegel'in, tinin dünyadaki yürüyüşü olarak gördüğü devleti, Fukuyama tarihin sonu teziyle liberalizmin en üstün taşıyıcısı olarak gördüğü Amerika ile sembolleştirir. Özellikle Bush yönetimi tarafından ilân edilen yenidünya düzeniyle Fukuyama'nın 'Tarihin sonu' tezinin aynı döneme gelmesi hiç şaşırtıcı değildir.
Fukuyama ve ona inananlar için tarih bitmiştir. Çünkü iki bloklu çatışmada amerikan liberalizmi galip gelmiştir ve Avrupalı kültür dünyanın her yanında nihilizmi yani hiçbir şeye inanmamayı, insana ve evrene dair tüm sınırları kaldırmayı, hadsizliği ve hudutsuzluğu bir yaşam olarak kabul ettirmiştir diyor. Ama aslında dünya Amerika ve Sovyetlerin iki bloklu bir çatışmasının ötesinde bir şeye sahne oluyor. Nedir o çatışma? Tevhit ve şirkin çatışmasıdır. Biz bu çatışmanın içinde nerdeyiz, kimin safındayız buna bakmalıyız. Kendini Müslüman olarak tanımlayan bizler bu satırları okur okumaz elbette ki yerimiz tevhidin yanıdır diyoruz. Elbette öyle olmalıdır ama buna hemen karar vermeyelim isterseniz. İçinde bulunduğumuz hali ve bizim ona katkımızı ve bu halin dışına taşmak için gerçekten yeterince özveride bulunup bulunmadığımızı değerlendirdikten sonra aslında gerçek anlamdaki yerimizin neresi olduğunu görebiliriz.
Kuran, geçmiş topluluklardan birçok kıssa anlatır. Özellikle tevhidi bir mücadele vermiş toplulukları ya da şahsiyetleri büyük bir övgüyle ele alırken onların ne kadar zorlu süreçleri dimdik durmaları neticesinde kolayca atlattıklarını ve inançları uğrunda muhteşem bir mücadele verdiklerini anlatır. Hatta sonraki gelen kuşaklara da bakara suresi 214. ayette “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü'minler, "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı pek yakındır.” diye vahyederek bir safta durmanın ne demek olduğunu, tevhidi seçen şahsiyetleri aslında kolay şeylerin değil de acıyla örülü, yalnızlıkla örülü bir yaşamın beklediğini anlatmaktadır.
Fukuyama ve onun gibi düşünenler kendilerinin yeryüzünde galip geldiklerini iddia etmektedirler. Bunda haksızda sayılmazlar. Bunun için geçerli sebepleri de vardır. Yaratmaya çalıştıkları insan modeli tutmuştur. Akılcı, hümanist, pragmatist ve oportünist. Biraz seküler birazda profan. Sahi günümüz müslümanını birebir tarif eden bir tanımlama gibi. Kuran peygamberlerin bir duasından bahseder: “Müslümanların ilki olmayı istemek” bu neyi çağrıştırır bize? Yani her hangi bir konuda vahyin sözünü işittiğimizde ondan önce duymuş olduğumuz her sözü, yaşamış olduğumuz her hayatı ve devam etmekte olan eylemlerimizi bir yana koyarak vahye göre kendimizi dizayn etme erdemini ve bu erdem yarışında da toplumumuzda ilk olanlardan olmayı dilemektir. Ama toplum olarak Yahudi toplumu gibi şartlı yaşamayı seviyoruz ve seçiyoruz. Ey Musa sen ve tanrın gidin savaşın sonra peşinizden geliriz diyoruz. Garanti olan bir yolu istiyoruz. Dünyevi zevklerimizden arınmadan, bize külfet getirmeyecek bir dini seçmeyi ve yaşamayı arzuluyoruz. Ateşin bize sayılı günler dışında dokunmayacağına inanarak ve daha ilerisi ateşin bize hiç dokunmayacağını düşünerek yaşıyoruz. Sömürülmeye ses çıkarmayan ve hatta küçük birer emperyalist olarak yaşamaktan da haz alan yanlarımız var. Çocuklarımıza sahip çıkamıyoruz çünkü şahitlik yapamıyoruz. Fukuyamalar doğru söylüyor çünkü onların tezini bulanık zihnimizle ve bulanık duruşumuzla biz gayri ihtiyari destekliyoruz. Biz dik duramadığımız için onların sesi gür çıkıyor. Allah’a koşulsuz ve şüphe etmeden iman edemiyoruz. Uzun sandığımız ama aslında çok kısa olan bu dünyaya ait olan kaygılarımız, çıkarlarımız bizi tam bir teslimiyetten beri tutuyor. İşte bu yüzden tarihteki tevhit ve şirk mücadelesinde biz siperlerimizi ganimet hevesi uğruna terk etmiş oluyoruz. Bu terk ediş elbette ki içinde ebedi kalınacak bir ateşle karşılık bulacaktır.
Allah, insana hudutlar çiziyor. Hudutlar çiziyor çünkü: birileri sizi köleleştirmek istediğinde ona karşı gelesiniz de kendi hudutlarınıza tecavüz ettirmeyesiniz diye. Birileri sizi açlığa mahkum etmek istediğinde elinizdeki ekmeğinizi sömürgecilere vermeyesiniz diye. Ruhlarınızı, evlerinizi, köy, kasaba şehir ve ülkenizi her türlü fitneden koruyunuz diye insana durması ve harekete geçmesi gereken sınırlar çizmektedir. Hudutlar çiziyor Allah çünkü: kadının erkeğe erkeğin kadına üstünlüğü, Arabın Aceme, Acemin Araba, Zencinin Beyaza, Beyazın Zenciye üstünlüğü kalmasın diye. Hudutlar çiziyor Allah çünkü: herkes kendi konumunu, işlevini, doğasını bilsin ve fıtratına uygun güzellikler inşa etsin diye. Allah hudutlar çiziyor çünkü: ruhbanlık olmasın, vahyi kimse tekeline almasın ve kimse oturduğu yerden cennet hayal etmesin diye. Sınırlar çiziyor Allah ki kim vahyin sınırlarında hareket etmezse: kendini, ailesini, dostlarını, mahallesini, köyünü, şehrini, ülkesini ve dahi dünyayı fesada kurban ettiğini bilsin diye. Ve kim bu sınırları çiğnerse sosyal ve siyasal günahlar işleyeceğini ve bunun cezasız kalmayacağını bilsin diye.
Evet, emperyalistler de sınırlar çizmekte. Köle olarak doğanlar köle olarak ölecektir diye. Büyük balık küçük balığı yutacaktır diye, bütün insanlar eşittir ama efendiler daha eşittir diye. Kadın, yalnızca cinsel sömürü aracı olacaktır diye, çocuklar efendilerin intikam bekçileri olacaktır diye, yeryüzünün bereketli toprakları ve hazinesi yalnızca efendiler arasında pay edilecektir diye. Evet, emperyalistlerde sınırlar çizmekte ama insanlığı açlığa ve köleliğe mahkum etmek için ve insanların dini duygularını yine onları sadık bir köle olarak tutabilme aracı yapabilmek için sınırlar çizmektedirler. Onlar istiyorlar ki dünyayı kendileri imar etsinler ve nihilist insan modeliyle de efendiliklerini pekiştirsinler. Onlar istiyorlar ki vahye iman edenlerin kavramlarını yozlaştıralım bizim verdiğimiz anlamlarla kavramları düşünsünler ve yaşasınlar. İslam denilince ılıman İslam, kurban denilince kavurma bayramı, namaz denilince mekanik kılınan ve alışkanlık olarak kabul edilen bir ritüel, başörtüsü denilince geri kalmış bir kadının simgesi, oruç denilince perhiz, şehit denilince her meslek grubundan efendilerin sistemini ayakta tutmak için kahramanca mücadele ederek ölenler, hac denilince turistik bir gezi, Kuran denilince yalnızca kutsal gecelerin bir figürü akla gelsin istiyorlar.
Allah’ın sınırları ve emperyalizmin sınırları… Sizce hangi sınırlar daha güvenli ve üzerinde yürünmeye değer? Ve biz hangi sınırlar içinde eylemlerimizi gerçekleştiriyoruz? Taraf olduğumuz kesin ama hangi sınırdan tarafız? Kısacası kitabı sağdan verilecekelrden miyiz, yoksa soldan verileceklerden mi? Şunu unutmamak gerekiyor ki Allah’ın koymuş olduğu sınırlar insanın kemale ermesi ve tam bir insan olarak yeryüzünde tevhid çatısı altında güzellikler inşa etmesi için konulmuştur. Başka insanların hakkını gözetmek, ekolojik dengeyi sarsıcı yaşamların önüne geçmek ve yeryüzünü fitne fesattan korumak için konulmuştur.
Öyleyse bize düşen, eylemlerimizle hangi tarafı temsil ettiğimizin farkına varmamızdır. Kendimizi İslam tarafına ait hissedip şirkin safında yaşıyor olabiliriz. Eylemlerimizi ve zihinlerimizi sürekli vahiyle yeniden dizayn ederek tarafımızı netleştirmemiz gerekmektedir. Zira bu bizim Allah ile barış ve dostluk içinde yaşamamızın bir gereği hatta zorunluluğudur.