Bünyamin ZERAN
ÇAĞA TANIK OLMAK AMA HANGİ BİLGİ TEMELİNDE!
İnsan yaşadığı çağa tanık olmalıdır. Tanık olmak sürekli zinde olmayı ve bilinci kuşanmayı gerekli kılar. İnsan, bilincini ne üzerine bina eder? Eğer doğrunun ne olduğu konusunda netleşmemiş isek tanıklığımız çok da makbul olmayacaktır. Çünkü insan öncelikle doğruyu bilmelidir ki yanlışı farkedebilsin. Yanlışın içinde olanlar ise doğruyu farkedemeyeceklerdir. Çünkü yaşadığı şeyin doğru olduğuna inanacaktır. Tarih boyunca bilginin kaynağı nedir sorusu felsefeciler tarafından tartışılmıştır. Batı pozitivizmine göre bilginin kaynağı akıl iken İslam’a göre ise bilginin kaynağı vahiydir. İşte Batı ile İslam’ın sapması burada başlar. Batı tüm düzenini ve yaşamını yanlış olanın üzerine bina ettiğinden batıldır ve insanları ancak aydınlıktan karanlığa Kur’an’ın ifadesiyle nurdan zulümata taşır. İslam ise evreni ve insan yaşamını doğrunun üzerine temellendirdiği için insanları karanlıklardan aydınlığa yine Kur’an’ın ifadesiyle zulümattan nura taşır.
İnsan Rabbini bilmeden ne kendini tanıyabilir ne de yaşadığı dünyayı doğru algılayabilir. Çünkü insanın Rabbi kimse doğrularını belirleyende odur. İnsan doğru bilginin kaynağına ancak Rabbi/ya da Rableri vasıtasıyla ulaşacağına inanır. Kur’an’dan bu konuya ait onlarca örnek bulmak mümkündür. Bir tanesini vermekle yetinelim. Musa, Firavun’a davet için gittiğinde büyücüler (o devrin Firavun sistemini ayakta tutan bürokratlar) Rab olarak Firavunu bildiklerinden doğrularını da o minvalde oluşturmaktaydılar. Ne var ki Musa’nın getirdiği vahyin kendi uydurdukları sistemden çok daha mükemmel ve insanın söyleyemeyeceği kadar olağanüstü olduğunu farkettiklerinde Allah’ı Rab olarak tanıyorlar ve Allah’a secde ediyorlardı. Secde halinden sonraki yaşamlarını ise tamamen Allah belirliyordu. Artık Firavun sistemi tüm ceberrutluğuna ve tehditlerine rağmen büyücülere baş eğdiremiyordu. Çünkü artık bilginin kaynağı değişmişti. Böylece büyücüler yeni doğrularını eskilerine tercih ediyorlardı. Üstelik öldürülme pahasına. İşte bu olay bize gösterir ki kişinin Rabbi ne ise ya da kim ise ona göre bilginin kaynağı da değişecektir.
Bizim hayatlarımızı kuşatan, bize nasıl yaşayacağımızı anlatan hatta dayatan ve kendini en yüce değer olarak tanıtan kavramsal bir dünyada yaşıyoruz. Bu kavramlara ya da bu kavramların oluşturduğu hayata teslim olup olmamamız Rab olarak kimi veya neyi tercih ettiğimizle ilgili olacaktır. Çünkü yaşadığımız çağı, hakim olan düzeni tanımlamadan ona göndermede bulunmak boştur. Normların, somut durumda ya da bilinçte kanıtlanmaksızın yaygınlaşmalarına gönderme de bulunmanın da hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Sırf insanlar eksikliğini çektikleri için yutturulan nesnel olarak bağlayıcı bir düzenin, kendini kendi içinde ve insanların karşısında kanıtlamadığı sürece hiçbir hakkı yoktur. Yaşadığımız çağdaki hakim kültürün böyle bir şeyi kanıtlamayla işi olmaz. Mevcut kültürün pekiştirdiği düzen kavramları her zaman statükonun kavramlarıdır. Bu buyruk der ki: Neye uyum sağladığını bilmeden uyum sağlamalısın; zaten varolana ve onun gücüne her yerde hazır ve nazır oluşuna tepki olarak herkesin zaten düşündüğüne uyum sağlamaktır bu. Mevcut kültürün ideolojisi sayesinde bilincin yerini uyum sağlama alır.
Neye uyum sağladığını bilmeden uyum sağlamak İslam’ın emretmediği bir şeydir. Çünkü İslam’ın öğretisinde iman eden de küfreden de delili ile eylemde bulunmalıdır. Her iki durum içinde bilincin mutlak surette açık olması gerekir. Zira deliler için sorumluluk yoktur. Yaşadığımız çağı Adorno’nun tarifiyle “Kültür Endüstrisi” çağı olarak tanımlayabiliriz. Bugün insanlar tüketim nesnesi olarak tek tip üniform kalıplar içinde yetiştiriliyorlar. Kendilerine dayatılan kültürü hiç eksiksiz yerine getiriyorlar. Bu mevcut kültürün içinde medeni olmanın koşulları belirlenmiştir. Giyimden, yemeye, dans etmeye, konuşurken mimiklerin nasıl kullanılacağına, telefonda nasıl konuşulacağına, eğitime varıncaya kadar hatta kadın erkek ilişkilerinin, anne-babanın çocuklarıyla kuracağı ilişkiye ve dinin hayattaki fonksiyonuna kadar ne varsa hepsi bu kültür endüstrisi tarafından tanımlanmıştır. Tanımlanmıştır tanımlanmış olmasına da bu tanımlamaların kaynağının ne olduğu ve bu tanımlamaların en çok kimin işine yaradığı tartışılmamıştır. Mevcut kültür, yöneldiği milyonların bilinç ya da bilinçsizlik düzeyi üzerinde yadsınamaz bir biçimde spekülasyon yaparken, kitleler birincil değil ikincildirler, hesaplanmıştırlar. Mekanizmanın eklentileridirler. Mevcut kültüre göre insan, insan olmanın ötesinde müşteridir ve bu kültürün öznesi değil nesnesidir.
Yaşadığımız çağda mevcut kültürün egemenliği altında “tiranlık bedeni özgür bırakır ve saldırısını ruha yöneltir.Hükümdar artık, “ Benim gibi düşünmelisin ya da ölmelisin” demez. Şöyle der: “Benim gibi düşünmemekte özgürsün. Yaşamın, malın, mülkünher şeyin sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın.” Uyum sağlamayan herkes ekonomik yoksunluğa mahkum edilir ve bu garip münzevilere atfedilen zihinsel yetersizlikte sürdürülür. Kapitalist üretim insanların, bedenlerini ve ruhlarını öyle bir kuşatmıştır ki, önlerine konan her şeye direniş göstermeden kapılıverirler. Hükmedilenlerin, hükmedenlerce dayatılan ahlakı onlardan daha fazla ciddiye alması gibi, günümüzün aldatılan kitleleri de başarı ritmine başarılı olmuş kişilerden çok daha fazla kapılırlar. Kitlelerin kendilerine göre istekleri vardır. Onları köleleştiren ideolojide ısrar ederler. Halkın kendine yapılan kötülüğe beslediği tehlikeli sevgi, yetkili mercilerin kurnazlığını bile geride bırakır.
Mevcut kültür kitleleri bu hale getirmek için iletişim araçlarını kullanır. Radyo televizyon sinema hepsi birer araçtır. Örneğin çizgi film ve sinemalarda şiddeti kullanarak örgütlenmiş eğlencenin niceliğini örgütlenmiş gaddarlığın niteliğine dönüştürür. Çizgi filmdeki Donald Duck ve gerçek yaşamdaki bahtsızlar dayak yesin ki onları izleyenler düzen tarafından kendilerine atılan dayağa alışsınlar. Bugün sistem içinde belirleyici olan şey, tüketicinin iplerini elden bırakmama, tüketiciye biran olsun direnişin mümkün olduğunu sezdirmeme gerekliliğidir. Endüstriyel kültürün ilkesi, bir yandan tüm tüketici gereksinimlerinin mevcut kültür tarafından giderilebileceğini göstermek, öte yandan da bu gereksinimleri insanın hep bir tüketici, sadece mevcut kültürün bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak biçimde düzenlemektir. Mevcut kültür bu aldatmacayı tüketiciye doyum diye yutturmakla kalmaz, bunun da ötesinde, tüketicinin zihnine, kendisine ne sunuluyorsa onunla yetinmesi gerektiğini kazır. Mevcut kültür gündelik yaşamı cennet gibi sunar. Eğlence, kendini eğlencenin içinde unutmak isteyen teslimiyetçiliği daha da artırır. Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir. Bunun temelinde yatan şey güçsüzlüktür. Gerçekten de bu bir kaçıştır, ama eğlencenin iddia ettiği gibi bayağı gerçeklikten değil, gerçekliğin insana bıraktığı direnişe ilişkin son düşünceden kaçıştır. Mevcut kültür insanlığa vaatlerde bulunur tıpkı şeytanın da vaatlerde bulunduğu gibi: “… şüphesiz Allah size, doğru olan sözü vaadetti. Ben de size bir şey vaadettim. Ancak size yalancı çıktım…”14/22 Mevcut kültür de herkesi kaadiri mutlak yapacağını ve mutlu edeceğini söylüyor; yeter ki herkes bu mevcut tek tipleştiren kültüre teslim olsun ve farklı taleplerde bulunmaktan vazgeçsin. Çünkü farklı olmak bu kültür için uçlarda gezinmek ve terörist olmak anlamına gelir. Onun içindir ki İsmet Özel’in tanımıyla Mümin kendi inancına sahip çıktığı ölçüde çağına yabancılaşır.
Peki bu durumda biz hangi kültürün ya da düşünüşün ögesiyiz? Kendimizi ne ile tanımlamaktayız? Doğrularımızı bina ettiğimiz şey vahiy midir yoksa bize dayatılan kültür müdür? Kuşkusuz bu sorulara verilecek cevaplar bizi Allah’a karşı ya razı edecek ya da etmeyecektir. Vahiy, insanı aşkın olan kendisinden yüce olana doğru akmaya çağırır. Bu çağrı her çağda insanı yücelten ve kula kulluktan tek bir İlah’a çağıran bir davettir. Yeryüzünün sahte cennetinden, sahte iktidar mücadelelerinden gerçek iktidara ve gerçeğinden kuşku duyulamayacak olan altından ırmaklar akan cennetlere çağrıdır. Bu çağrıya kulak verenler canlarını ve mallarını Allah’ın vadettiği erdemli toplumu oluşturmak için harcarlar. Yakin gelinceye kadar Allah’a iman etmekten asla geri durmazlar. Hayatı yalnızca yaratan Rab adıyla okuyup onun zikredilmediği hiçbir projenin içinde yerini almazlar. Yaşamları, ölümleri, kurbanları, eğitimleri, evlilikleri, işleri kısaca her şeyleri yalnızca vahyin istediği şekilde şekillenir. Bilginin kaynağı olarak vahyi görürler pozitivist zihinden farklı olarak da bu bilginin kaynağına büyük bir muhabbetle bağlı kalırlar. Nefislerinin hoşlanmadığı şeyler de olsa vahye bağlılıktan imtina etmezler.
Mümin olan önce İlah’ın kim olduğuna karar verir. Yeryüzünde bütün ilahlık iddiasında bulunan putları irdeler ve onlar içinde kulluk edilmeye en layık olanı tespit eder. Sonrasında diğer ilahları reddeder. Ondan sonraki tüm yaşamını da kabul ettiği İlah’ın hükümlerine göre düzenler. Kur’an bu şekilde gereğince ve eksiksiz yaşayanları mümin olarak tanımlar. Birazını vahiyden birazını mevcut kültürden alanları ise münafık ve kafir olarak tanımlar. Mevcut kültür ise hayatı münafıklık üzerine bina eder. Çünkü insan pragmatist ve oportünisttir. Keyfince ve işine geldiğince hareket eder. Efendiler ancak böylesi bir toplum içinde efendi olarak kalabilirler. Çünkü bu topluma neyin iyi neyin kötü olduğunu propaganda araçlarıyla onlar belirleyecektir. Yeryüzünün ilahları olduğu iddiasıyla hareket ederlerken toplumu da insan hakları evrensel beyannameleri ve Kopenhag kriterleri gibi bildirilerle özne oldukları yalanına ikna edeceklerdir. Vahyin yerini artık seküler kavramlar alacak ve insan Promethe’nin Zeus’tan çaldığı ateş içinde hem bu dünya da yanacak hem de ahirette yanmaktan kurtulamayacaktır. Ancak iman edenler müstesna.