Bünyamin ZERAN

15 Mart 2012

ÇAĞIN İLERİSİNDE VE GERİSİNDE OLMAK...

 

Çağın en belirleyici kavramlarından biri de kuşkusuz ilericilik ve gericilik kavramlarıdır. İslami temelden meseleye baktığımızda ilericilik ve gericilik diye bir tanımlamaya rastlayamayız.  Bunun yerine kullanılan kavramlar “ahseni takviym ve esfele safilin”dir. İlericilik ve gericilik kavramı daha çok maddi dünyanın tanımlamasına girmektedir. Bireysel ve toplumsal algıda ileri de olmak salt ekonomik anlamda iyi düzeyde olmak anlamındadır. Gericilik ise salt maddi anlamda gelir düzeyinin düşüklüğünü ifade etmez bunun yanında modern dogmaların yani aklın dışında bir kanun koyucu, yaşam belirleyici birini kabul etmek anlamına da gelir. Toplumsal anlamda ilerde olmayı gayri safi milli hasıla belirlerken, geride olmayı ise ilhamı gökten ve gaipten almak yaşadığı hayattan realiteden almamak belirler.

Modernite ve post-modernite yaklaştığı her olguya kâr/zarar açısından bakar. Maddi anlamda bir kâr varsa o iş doğrudur. Ondandır ki insanlık için hayırlı olan üretimden çok bir avuç  elit için kârlı olan üretim tercih edilir. Kaliteli ve ileri düzeyde yaşamanın bedeli modern dünya da her zaman pahalıdır. Çünkü insanı değerli görmek için belli başlı  kıstaslar vardır: Bindiği arabanın modeli, oturduğu evin semti ve metrekaresi, aylık geliri, evine aldığı eşyaların markası,  üzerine giydiği elbiselerin markası ve takıların değeri. Bakıldığında insana dair, insanın maneviyatına dair hiçbir şey yoktur. Maddenin şekillendirdiği insan vardır. Artık heveslerinin peşinde ömür tüketen ve asla kendisi olamayan ve kendine yabancılaşan bir insan vardır. Artık bu haliyle ona insan bile denemez. Ne var ki kendisini bu fikre o kadar angaje etmiştir ki insanı maneviyatıyla değerlendiren ve maddi ölçüler kullanmayan kimseleri çağın yabancısı, yobaz olarak görmektedir.

Her nereden bakılırsa bakılsın yabancılaşma kavramıyla tanışırız. Müslüman düşünceye göre yabancılaşan kimseler nefsini ilah edinenler olsa da onlara göre de yabancılaşan realiteden uzak kalan kimselerdir. Çünkü çağın tanımı realiteler üzerinden yürür. İslam’ın tanımı ise “Hak” üzerinden yürür. Nefsini ilah edinenler Allah gerçeğine yabancılaşmışlardır. Hesaplarında Allah yoktur. Çünkü Allah’ın varlığı ya da yokluğu onları ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren tek şey borsadaki değerler, altının ve dövizin ne kadar yükseldiği ve özgürlük ve demokrasinin güçlenmesi için hangi canların hizaya getirileceğidir. Her şey sahte ilişkiler içinde yok olur gider. İnsana ait ne varsa bir bir tüketilir. Dostluk ve kardeşliği belirleyen şeyler de kâr/zarar hesabına vurulur, iki ülke arasındaki dostluk ve düşmanlıklar da kâr/zarar hesabına vurulur. Pragmatist yani münafık bir mantıkla değerlendirilir her şey. Nefsini ilah edinenler nutuklar çeker “bakın biz şu kadar yılda şöyle yaparak GSYiH’yı ve GSMH’yı şu kadar yükselttik. Kişi başına düşen milli gelir artık şu kadardır” derler. Oysa kişi başına düşen milli gelir artmış gibi görünse de bu tamamen istatistiksel bir yalandır. Dünya nüfusunun %10’nun dünya ekonomik kaynaklarının %90’nına sahip olduğu bir çağda buna inanmak güçtür. Ayrıca kişi başı gelir seviyesinin yüksek olması ne ailelerin yok olmasını engelleyebilmiştir, ne gençlerin hevaları peşinde yok olmalarının önüne geçmiştir ne de birçok cinayetin, tecavüzün, sapkınlığın ve şiddetin önüne geçebilmiştir. Çünkü önemli olan azgın azınlığın cebine giren paranın miktarıdır ve bu kesimin rahat ve konforudur.

Bu çağ imaj çağıdır. Kazandığından daha çok harcatır ve sisteme borçlandırır insanı. Çünkü insan tükettiği kadar insandır ve tüketemediği kadar geri kalmıştır. Medeni olabilmenin bedeli pahalıdır. Sürekli tüketime adapte olmuş insan ister bu sistem. Sistemin ayakta kalması daha çok tüketim gücüne bağlıdır. Onu içindir ki çağın ilerici ve gerici algısını değiştirir. Moda düşüncesini geliştirerek başkası olmamayı, yalnız kendisi olmayı onun için de herkesten daha farklı herkesten daha çok tüketmesi gerektiğini zihnine kazır. Üreten, karar veren olmaktan daha ziyade bağımlı, kişiliksiz, kendine güvensiz, şüpheci bir karakter haline gelir. İyilik, güzellik, yardımlaşma ancak daha fazla kazandıracaksa mümkündür. Yani kaz gelecekse tavuk esirgenmeyecektir artık. Aksi takdirde Maltus gibi davranılacaktır. Yani işe yaramayan hasta, yaşlı kimseleri ölüme dahi terkedebilecektir bu anlayış.

Peki, İslam ne der bu konuda? Başta da belirttiğim gibi İslam meseleye maddi anlamda kâr/zarar olarak hiç bakmaz. Hatta Adem’den bu güne hiç bir resulün de insanları ekonomik refaha davet etiği görülmemiştir. Resuller meseleye insanın yaratılış fıtratı penceresinden bakar. İnsanı değerli kılan şey takvadır. Takva öyle bir şeydir ki insanın kendini Allah’ın yasakladığı şeylerden sakındırması ve korumasıdır. Allah’ın ahseni takviym olarak tanımladığı biri olmak için tüketmeye, lüks bir evde ve semtte oturmaya, aylık gelirin yüksek olmasına, arabanın olmasına vs. gerek yoktur. Sadece günah olarak bildirilen şeylerden uzak kalarak ve yapılması emredilen şeyleri yaparak yaşamak yeterlidir. Allah, köle Bilal’i aristokrat Ebu Cehil’e tercih eder. Bu içinde yaşadığımız çağın anlayamayacağı kadar büyük bir hadisedir. Çünkü realite buna aykırıdır. Oysa Allah realite olarak değil “Hak” olarak meseleye odaklandığı için Allah’ın Hakk’ı, doğrusu böyledir. Onun içindir ki İslam insana salt fıtratına uygunluk olarak bakar ve ona göre değer verir. Nefsinin peşinde koşan değil Allah’ın işaret ettiği hayır üzere koşan insan değerlidir.

Allah’ın işaret ettiği insan, ücretini yalnızca yaratandan bekleyerek gelirini paylaşan, yardım eden, güleryüz gösteren, hiçbir gayri meşru ilişkiye yanaşmayan, tecavüz ve hırsızlığa şartlar müsait olsa dahi tenezzül etmeyen, sürekli karşısındakinin nefsini kendi nefsine tercih eden, işçisinin hakkını yemeyen, statü gözetmeksizin inanç kardeşliği ölçüsünde Allah’ın belirlediği sınırlar içinde her masaya oturabilen, mütevâzi ve güven veren kimsedir. İşte bu insan kendisiyle barışıktır ve şüpheden arınmıştır. Çünkü onu ilgilendiren esas şey kendi kulluğunu ne ölçüde doğru yaptığıdır. Eğer kul olarak üzerine düşeni yaparsa ecri Allah’a aittir. Başına gelebilecek her şeye de sabrederek yoluna devam edecektir.

İslam, Allah’ın vahyiyle birlikte vardır. İzimler ise insanın tanrıdan bağımsız hatta ona kafa tutan bir akılla vardır. Doğal olarak eşyaya ve insana bakışta bu ölçekte çok farklıdır. Müslümanlar modernizmin ve post modernizmin rüzgârından etkilenerek Allah’ın affediciliğine sığınarak kimi kavramları sulandırmakta beis görmemektedirler. Oysa “ilericilik gericilik, realite” gibi kavramlar ne kadar modern insan zihnini işaret ediyorsa; “ahseni takviym/esfele safilin ve Hak” kavramları da o kadar vahyi işaret etmektedir. Bugün bizim kavramlarımızın yaşadığımız çağda nerde durduğunu tanımlamamız gerekmektedir. Çünkü eşyayı ve insanı tanımlamamızda belirleyicidirler. İlericilik ve gericilik bize dayatılan kavramlardan ve tanımlamalardan yalnızca biridir. Biz, daha çok insana yaklaşırken ahseni takviym ve eşrefi mahlukat tanımlarını gündemleştirirsek çağın hastalıklı insan ve toplum algısından uzaklaşmış oluruz diye düşünüyorum. Çünkü biz ilhamımızı ve yaşam şeklimizi birilerinin ifadesiyle “gökten ve gaipten” yani anlatmak istedikleri şekliyle Allah’tan alırız.

Müslüman bir zihniyet, Allah’ı hesaba katarak çağın realitelerine karşı yabancılaşırken Allah’ın hak olarak tarif ettiği yaşama yaklaşır. Bu anlamıyla çağa yabancılaşmak çok da kötü olmasa gerek. Önemli olan insanın kendi fıtratına yabancılaşmamasıdır. İmaj çağında her şey ilüzyona tabi olduğu için Allah’ı merkeze alarak bu çağa yabancılaşmak kişinin kendine ve rabbine yakınlaşması olacaktır. Ve işte o zaman ilericilik ve gericilik tanımlaması anlamını yitirecek ahseni takviym olan insan neşet edecektir. Modern çağ insana ilerde misin geride misin diye sorarken İslam, ister ilerde ol ister geride nerede olduğun önemli değil önemli olan durduğun yerin Hak mı yoksa Batıl mı olduğudur diye sorar.

(Not: Bu yazı İktibas Dergisi'nin Mart sayısında yayınlanmıştır)