Cumhurbaşkanlığı seçimi sınavı
Bir seçimde ‘oy vermek’ demek, re’y (görüş) belirtmek, irade beyan etmek, inisiyatif koymak demektir. Rey veren, o seçimin doğurduğu her türlü sonuca ortaktır. Kişi, kendi oyu ile nelere evet demiş olacağını iyi hesap etmelidir. Parçacı, uzlaşmacı ve ılımlı yaklaşımlar bizi kesinlikle İslam’a götürmeyecektir; olsa olsa, İslam`ın garnitürleştirildiği bir dünyaya sevk edecektir... Bir şirk müessesesi, oraya kıble ehli birisi seçilmekle, oranın akidevî dokusu değişmemektedir. Bilakis, insanların ayaklarını kaydırıcı tuzak renklere bürünmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sınavı
Mehmed Durmuş / Venhar Haber
Türkiye 10 Ağustos’ta 12. Cumhurbaşkanını -ilk kez halkın oyuyla- seçmeye hazırlanıyor.
Her seçimde duymaya alıştığımız bir spot cümle var: “Bu seçim çok farklı!” Bu cümlenin kuşkusuz doğruluk tarafı vardır; her seçimin diğerlerinden farklı bir tarafı elbette vardır. Aslında bu spot cümle şöyle bir gerçeğe işaret ediyor: Türkiye'de siyaset bir asırdır, bir demokratikleşme süreci yaşadığı için, her seçimin ‘seçim’ olmaktan başka bir anlamı olmaktadır. Bilhassa AKP, kendi iktidarı dönemindeki seçimlere böyle bir anlam katma hakkını tepe tepe kullandı. Haksız da sayılmazdı hani…
Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel özellikleri, laik, demokratik, ‘sosyal bir hukuk devleti’ olarak belirlenmiştir. Bu temel karakterlerin açılımı, batı medeniyetini kendine kıble tayin etmiş, modern batılı ülkelerin siyaset ve hayat felsefesini, ‘son hak din’ gibi telakki eden modern bir ulus devlet çıkarmaktadır karşımıza.
Türkiye rejimi laiktir ve bu, onun tam olarak normalleşememesinin de bir sebebidir aslında. Normalleşememesinin en büyük nedeni, bir türlü, yok edip tamamen ortadan kaldıramadığı İslam’ın kendisidir. İslam’ın gölgesi bile, herhangi bir şeytanî kumpası bocalatmaya yetmektedir. Türkiye her ne kadar demokratik bir zihin yapısına adanmak isteniyorsa da, batılı anlamda demokratikleşmeyi bir türlü gerçekleştirememektedir. Bununla beraber Türkiye’nin normalleşme uğrunda aldığı mesafeler de görmezden gelinemez.
AKP iktidarının, normalleşme sürecine olan ‘ileri’ katkısı göz ardı edilemez.
10 Ağustos’ta yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, işbu normalleşme süreci bakımından çok önemlidir. Bu normalleşmeyi, Cumhurbaşkanı adayı Başbakan, ‘yeni Türkiye’ olarak isimlendirmektedir.
Türkiye’deki siyasal sistemin belli başlı karakterlerinden söz ettik. Bu karakterler, bizim anlayacağımız dilde ne ifade etmektedir? Türkiye’deki sistem, İslam'dan tamamen arındırılarak ve hatta İslam'la mücadele etmek üzere tasarlanmıştır. Bu tasarımı, benzerleri gibi, ‘İslamcı’ aydın da, “devletin dini olmaz!” gibi türedi bir vecize ile sahiplenmiştir. Devletin dini olmazmış ama fertlerin dini olurmuş!...
Kemalist rejimin ilk günden beri İslam'la nasıl bir hesaplaşma sürecinden geçerek geldiği malumdur.
Gelinen son noktada eski Kemalist yapı tümden ölmediyse de, kısmen etkisini yitirdi. Fakat işte tam burada çok ciddi bir yanılgı yaşanmaktadır: Kemalist yapı geriledi ise de, eserlerini ‘terbiye edilmiş’ haliyle koruyacak ve kollayacak, muhafazakâr-demokrat bir damar da yetişmiş bulunmaktadır. Bu koruma-kollama işini, kimi dindar çevreler, ikinci değil, asıl/gerçek kurtuluş savaşı olarak algılama körlüğüne düşmektedirler.
TC devletinin referansı İslam değildir. Yasal düzenlemeler esnasında Devletle İslam’ın yolu herhangi bir şekilde kesişebilir. Bunun, irade dışı bir kesişme olduğunu izaha bile gerek yoktur. Mesela devlet zinayı suç kapsamına alabilir ama bu suç oluş, asla İslam'ın ‘günah’ ve ‘haram’ gibi bir kavramlarıyla alakalandırılamaz.
Peki, devlet hasbelkader böyle bir noktaya gelirse, yani -yine aynı örnek üzerinden gidecek olursak- zinayı suç kapsamına alırken, İslam'la alakalandırma gibi bir ‘islamizasyon’ politikası güderse, Müslümanların tavrı ne olmalıdır? Müslümanlar böyle bir politikayı sahiplenmeliler mi? Bu sorunun cevabı, bizim açımızdan kesinlikle ‘hayır, asla!’dır. Çünkü İslam, parçacı, pazarlıkçı, eklektik bir din davası değildir; İslam davası, sadece Allah'ın adının yüceltildiği bir davadır. Hayatı bütünüyle Allah'a tahsis etme davasıdır. Hayat bütünüyle Allah'a ait kılınmıyorsa, demek ki orada, Allah'a ortak kılınan bir şeyler vardır ve bunun Din’deki adı bellidir.
İslam olmayan bir siyasal rejimin, sözüm ona, İslam'ın herhangi bir rüknüne meşruiyet tanıyarak, Müslümanların sisteme katılımlarını sağlaması, rejim adına kazanım, Müslümanlar adına zillettir.
Akleden her insan bilir ki, seküler siyasal iktidarlar daima İslam'ın nüfuzuna muhtaçtırlar. İslam'ın yeryüzünden tamamen sökülüp atılmak istendiği dönemlerde bile, İslam bir şekilde hesap edilmek ihtiyacı duyulmuş, yararlanılmak istenmiştir. Hiçbir şeye/hiç kimseye muhtaç olmamak, herkesin/her şeyin kendisine muhtaç olması anlamındaki kavram (samed) ise İslam'a aittir.
***
Türkiye'de sistem ne kadar yenilense, ‘yeni Türkiye’ yolunda ilerlense de, bu ilerleyiş asla İslam’a doğru değildir. Çünkü ilerleyiş İslam yönünde değildir. Tam tersine bu, İslam’dan beriye doğru bir ilerleyiştir. Bu, hem rejimin karakteri icabı böyledir, hem de Türkiye’de iktidar koltuğunu dolduran kadronun ve ilgili güç odaklarının fikrî yapıları icabı böyledir. Türkiye ne kadar normalleşirse, o kadar ‘laik-demokratik’leşecek, ama yine de eskiye nazaran ‘yeni’ olan bir şey vaki olacaktır, o da İslam’a ait bazı görüntülerdir. Kısacası, Türkiye’nin ‘müslüman-demokrat’ bir model olması projesinden vazgeçilmiş değildir. ‘Muhafazakâr demokrat’ denirken kastedilen de budur. Yeni Türkiye hep İslam'dan birtakım tınılar taşıyacak; ayet-hadis serpiştirilmiş dinî koku yeni sosyal ve siyasal tanzimattan eksik edilmeyecektir. Bu sebepledir ki, Cumhurbaşkanı adayı Başbakan’ın, vizyon konuşmasına dua ile başlaması ve Fatiha tefsiri ile bitirmesi neredeyse hiç yadırganmamıştır.
Türkiye'de, yeni Türkiye’ye yaraşır biçimde, halk tarafından cumhurbaşkanının (ya da başkanın) seçilmesi neyi kazandıracaktır? Bu, ülkeyi darbelerin pençesinden kurtaran önemli bir adım olacaktır şüphesiz. Ülkenin siyasal kaderi, bir darbeci generalin düdüğüne bağlı olmayacak, siyaseti, oyunun kurallarına göre seçilmiş sivil siyasetçiler yapacaktır. Bunların demokratik değerler bağlamında mutlaka büyük önemi vardır.
Gelelim, Müslümanların bu seçime yükledikleri anlama.
Bu ve benzeri seçimlerde Müslümanların ne yapması gerektiğine dair bir hüküm belirtmeden önce, şunu sormamız gerekmez mi: İslam Müslümanlara nasıl bir siyaset tevdi etmektedir? Müslümanların siyasal bir hedefleri ve siyasal bir yöntemleri var mıdır? Yoksa ‘İslamî siyaset’ gibi terimler bir çocukluk hevesi olarak görülüp, ömrünü tamamladığına mı inanmalıdır? İslam, mevcut düzenle uyuşmalı/uzlaşmalı mıdır?
***
Türkiye’de cumhur, başkanını seçiyor. Bugüne kadar nice başbakanları seçtiği gibi… Nicelerini ‘milletin vekili’ yapıp, TBMM’ne gönderdiği gibi… Bu, Müslümanların kendilerini içinde bir yere oturtabildikleri ve çok önemli bir seçimi birlikte yapacakları bir ‘cumhur’un seçimi midir?
Ülke yönetiminde İslam'a nasıl bir misyon öngörülmüşse, yeni Cumhurbaşkanlığı seçimiyle teşekkül edeceği söylenen ‘Yeni Türkiye’de de bu misyon öyle devam edecektir. Başka türlü bir şey beklemek, aymazlıktır. Fakat kabul etmek gerekir ki, yeni dönemde ülke yönetiminde İslam'ın misyonu biçimsel olarak daha belirgin olacaktır. Din kamusal alanda daha bir ‘görünür’ olacaktır. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. İşte, içimizden kimilerinin başını döndüren, ayakları altına karpuz kabuğu döşemek demek olan, bu ‘yeni’ şeylerdir.
Oysa bizden olan, ben de Müslümanlardanım diyen, Müslümanların ilki olmayı gaye edinmiş kişiler şunu çok iyi bilirler ki, İslam ayrı bir dünya, diğerleri de apayrı bir dünyadır. İslam başlı başına bir hayat tarzıdır, bir yaşam biçimidir. Bir Din’dir o. Diğerleri de öyle. İslam'ın tamamen kendine özgü, başka hiçbir dinle, ideoloji ile kıyaslanamayacak ve karşılaştırılamayacak olan hükümleri, değer yargıları, amentüsü ve ilkeleri vardır. İslam insanı apayrıdır, diğer insanlar apayrı. İslam, kendi insanına müslim, mü'min demektedir. Diğerlerinin kendi tanımları vardır.
İslam arzda egemen olmak için tamamen kendi hükümlerine istinad etmek zorundadır. Öncelikle, İslam'ı bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi olarak ikame etmek isteyen bir ümmet olmalıdır. Bu, İslam ümmetidir. Demokratik-laik-liberal-muhafazakâr ideolojilerle İslamî etiketli söylemlerin harmanlanmasıyla İslam'ın insanı zuhur etmez. Zuhur eden, öteki dünyaların insanı olur.
Liberal demokratik dünyada İslam yok değildir, vardır; olmasa bile var edilmek istenecektir. Ama hangi İslam? Aslında bu İslam, dikkat edilirse Cumhuriyet kurulurken de vardı! İslam o kadar güçlü ki, en saf dışı edildiği demlerde bile, bir şekilde kendinden söz ettirmektedir.
Şunu biz Müslümanların çok iyi tefekkür etmemiz gerekmekte değil midir: İslam asla, ‘torba yasa’lar arasında, TBMM’nin gece yarısı oturumlarında, bazı maddeler arasına sığıştırılarak geçirilecek bir Din değildir. İslam'ın ne böyle bir yöntemi oldu, ne böyle bir peygamberi, ne de böyle bir mümini. Özel kalem müdürünün, amirine, sümen arasında bir ‘tertip’le imzalatıverdiği bir evrak misali ya da torba yasalarla sızdırılan İslam, İslam değildir; merî olan sistem ne ise, odur.
İslam, öncelikle onu yüksek sesle telaffuz ve terennüm etmeyi gerektirir. Sonra, Allah'ın mülkün yegâne sahibi olduğuna kesin iman etmeyi gerektirir. Tevhid akidesini iyi kavramayı, eş oranda, şirki çok iyi tanımayı, tevhidle şirkin nerede bitip nerede başladıklarını iyi bilmeyi gerektirir. Ardından, İslam'ı öncelikle kendi nefsine, ailesine egemen kılmış müminlerden oluşan bir İslam ümmetinin, müslümanca bir dünya kurmak iradesiyle, bütün âleme şahitlik yapmalarını gerekli kılar.
Bütün bu süreçlerde, sözü edilen İslam ümmetinin eksikleri, hataları, yanlışları olabilir ama şartlar her ne olursa olsun, asla ve asla İslam davasından vazgeçilemez. İslam liberal-demokratik hedefler için pazarlık konusu yapılamaz. İslam, laik-demokratik mele ve mütref takımının öfkelerinin teskini için bir ‘ateş düşürücü’ işlevine indirgenemez. İslam, ateşleri düşürücü değil, gerekirse yükseltici bir Din’dir. Aksi takdirde cehennem ateşi, tağutların ateşinden çok daha büyüktür.
‘Yeni Türkiye’ye giden yolda, liberal-demokratik tribünlerde durarak, İslam'la ilgili mülahazalarda bulunduğumuz göz ardı edilmemelidir. Oysa bize gereken, bunun tam tersi olandır.
***
Bir seçimde ‘oy vermek’ demek, re’y (görüş) belirtmek, irade beyan etmek, inisiyatif koymak demektir. Rey veren, o seçimin doğurduğu her türlü sonuca ortaktır. Kişi, kendi oyu ile nelere evet demiş olacağını iyi hesap etmelidir. Parçacı, uzlaşmacı ve ılımlı yaklaşımlar bizi kesinlikle İslam’a götürmeyecektir; olsa olsa, İslam'ın garnitürleştirildiği bir dünyaya sevk edecektir.
AKP gibi iktidarların İslam'ı daha da ötelediği, insanların gündeminden biraz daha düşürdüğü, İslam'la insanların istekleri arasındaki mesafeyi daha da açtığı, giderek, İslam'ı talep etmenin, çok iyi düşünülmemiş, kaba-saba bir istek olduğu, çağın gerçeklerine uymadığı için vulgar bir arzu olduğu algısını daha da kalınlaştırdığını hep söylemeye çalışıyoruz. Bu şekilde insanların -failleri belki farkında, belki değil ama- umutları üzerine kalın buzlar konulmakta, umutlar üşütülmektedir…
Biz Müslümanların yakın geçmişte birtakım ilkelerimiz vardı, bunları birlikte terennüm ederdik… Herhangi bir siyasî tasarruf için, kişilere değil, kişilerin dava edindikleri ilkelere, referanslara bakmak gerektiğini söylerdik. Ne oldu bizlere ki, İbrahim Peygamberimizin bizi uyandırmak istediği o enfes temsildeki bocalama gibi, tanrılardan tanrı beğenmeye çalışıyoruz! Tanrıları adeta sıraya dizmişiz: şunu mu rab edinsem, ötekini mi? Bak bu daha büyük, hayır o daha parlak!... Ama bir türlü, yegâne Rabbi, âlemlerin Rabbi’ni işaret edemiyor, şehadet parmağımızı O’na yöneltemiyor, teslimiyetimizi sadece O’na tahsis edemiyoruz. Her gün beş vakit namazda en az on yedi defa bunun aksini tilavet ettiğimiz halde… Nitekim kısa bir süre öncesine kadar, şu anda şeytanlaştırılan taraflardan biri, hiç batmayacak sanılan büyük bir rab olarak işaret edilmekteydi. Fakat o rabbin battığı görüldü. O battı da, onun batması, kitleleri âlemlerin Rabbi Allah'a yöneltmedi, aksine, diğer rablerden birine olan itikadı sağlamlaştırdı.
Bir şirk oyunudur, sürdürülüp gidilmektedir.
Bir şirk müessesesi, oraya kıble ehli birisi seçilmekle, oranın akidevî dokusu değişmemektedir. Bilakis, insanların ayaklarını kaydırıcı tuzak renklere bürünmektedir.
Sözün özü, ‘cumhur’, başkanını seçecek; daha önce de başbakanlarını seçtiği gibi… Bu seçimler hep olacaktır. Ama yapılan, bir sistem seçimi değildir. Şu sistem mi olsun, bu mu (yani İslam mı?) gibi bir seçim yok ortada. Sadece, var olan seküler sistemin iyileştirilmesi, boyun ağrılarından kurtulması seçimi söz konusudur. Sağlığına kavuşmuş, gürbüzleşmiş yeni sistem, Avrupa ve Batı standartlarında bir rejim olmaktan başka bir şey olmayacaktır.
Bugünün dünyasında İslam egemen olmalıdır diyen insanların görüntüleri her geçen gün biraz daha cılızlaşıyor sanılabilir; sesleri daha da kısık hale geliyor olabilir, bunlar hiç gam değildir. Çünkü müntesipleri her ne olursa olsun, İslam’ın sesi çok ama çok güçlüdür ve gelecekte sadece bu ses yankılanacaktır. İslam, ona teslim olanların izzetidir.
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !