Deprem ve üşümeyen yürekler...
Çadırın kapısı çalınıyor. Evet bir bez parçasının kapısı ‘tak tak’ diye ses çıkarıyor. Kapıya yöneliyor bir diğeri. ‘Kim o?’ diye içerden bir ses yükseliyor. ‘Aç kız! Benim.’ diyor dışarıdaki. Elinin nazik kıvrımlarıyla indiriyor fermuarı ve içeri buyur ediyor dışardakini. Gülüşüyorlar. Size misafirliğe geldik diyor çamurlu ayakkabısını dışarda bırakıp, içeriye doğru uzanan kişi. Eskiden olsa, işletmeye çalıştığımız kendi düzenlerimizde, en az bir gün önce haber vermeden misafir kabul edebilir miydik? Ev temizlenecek, misafirlikler çıkartılacak, pastalar, börekler, çörekler yapılacak... Ama şimdi?
Depremin Üşütemediği Yüreklerimiz
Kübra Kurt / İktibasdergisi.com
İçiniz üşümüşse eğer hiç bir battaniye, giysi ve yahut ısıtıcı kâfi değildir sizi ısıtmaya. Çünkü sizin içiniz üşüyordur. İlikleriniz, korkularınız, beklentileriniz, hayalleriniz...
Yerde bileklerinizden biraz yukarı, dizlerinizden daha bir aşağı kar var. Evet, hani o bembeyaz gelinlik tabirinin ona yapıldığı kar. Öğle vakti hava sıcaklığı daha normalde seyrediyor geceye göre. Ama gece... İşte orada sıcaklığı kuru bir bilgi gibi vermek kolayken, orada yaşadığım anları düşününce tuşlara giden elim o anki soğukluğunu yaşıyor ve rahatça hareket ettiremiyor kelimelerini...
Toprak parçası. Hani özümüz olan ama fellik fellik kaçtığımız toprak. Temizlenme sebebimizken, kirlenme sebebi yaptığımız. Üzerimize değen toprak kokusuyla bile yıkanmaya hazır tutulan giysiler algımız. İşte onun üzerine ince bir çadır kurulu şu köşede. Bir kızılay çadırı. İnsanların sonu gelmez kuyruklarda bekleşe durup, sahip olmaya çalıştıkları bir bez parçası. Rengi umuda çağrı yapacak kadar beyaz. Gergince tutturulmuş dört bir tarafı toprağa. Çadırın içine serilmiş bir kaç battaniye, halı, kilim... Maksat özünden gelen soğuğu işletmemek özüne. Bazısı iki fermuarlı bir kapıya sahip, bazısı bir. Hani sizin evlerinizdeki sağlam çelik kapılar gibi değil. Alttan üstten üçer üçer kilitlenmiyor. Çünkü saklayacak bir şeyleri yok. Saklanmaması gerektiğini ağır bir şekilde olsa da anladılar. Onlar da gayet iyi saklıyorlardı kendi yaptıkları zindanlarda bedenlerini, mallarını... Gerçekten onları bir fermuar, sizi de çelik kapılarınız mı koruyor? Hani onların size değil, sizin onlara hizmet ettiğiniz kapılar. Heyhat! İşte bu zihniyettir bizi düçar eden bu felakete. Dön de bir bak beşer yığını içindeki oldurtmaya çalıştığın olmazlara...
Çadırın kapısı çalınıyor. Evet bir bez parçasının kapısı ‘tak tak’ diye ses çıkarıyor. Kapıya yöneliyor bir diğeri. ‘Kim o?’ diye içerden bir ses yükseliyor. ‘Aç kız! Benim.’ diyor dışarıdaki. Elinin nazik kıvrımlarıyla indiriyor fermuarı ve içeri buyur ediyor dışardakini. Gülüşüyorlar. Size misafirliğe geldik diyor çamurlu ayakkabısını dışarda bırakıp, içeriye doğru uzanan kişi. Eskiden olsa, işletmeye çalıştığımız kendi düzenlerimizde, en az bir gün önce haber vermeden misafir kabul edebilir miydik? Ev temizlenecek, misafirlikler çıkartılacak, pastalar, börekler, çörekler yapılacak... Ama şimdi?
Ben en samimi sohbetlerin bu çadırlarda yapıldığını düşünüyorum. Bir şekilde çadırlara elektrik de çekilmişse şayet değmeyin orada yapılan akşam sohbetlerine. Herkes aynı odada, dertler ortak, yine de dillerde “elhamdülillah”, yüzlerde tatlı bir tebessüm... En büyük kişi başlatıyor sohbeti. Biliyor, aramızdaki en küçüğün babası yok artık. Kendi içindeki kardeş acısını unutarak güldürmeye çalışıyor bizleri. Bahsettikleri yenilerden değil, eskilerden hikayeler. Düşünüyorum. Ne varsa eskilerde varmış sanki. Samimiyetimizin de ilk gün daha fazla olduğu gibi... İlerleyen vakitlerde daha bir sıcak oluyor etraf. Dışarıda -10’da seyreden hava, bize hiç vurmuyor. Özlüyorum orayı. Şimdi terk ettim memleketimi. Birden fazla odaları olan, kaloriferi yanan bir evdeyim. Ama ben neden üşüyorum hala? Oradaki sıcaklığı bulamıyorum burada...
Vakit ilerliyor artık. Yavaş yavaş yatakları kurmak lazım. Yan yana diziliyor minderler, döşekler... Üzerlerine ne bulunduysa battaniye, yorgan atılıyor. Isıtıcılar yakılıyor belki içeri ısınır bir nebze de olsa diye. Yastıklar o kuş tüyü yastıklardan değil. Yorganlar mis gibi kokmuyor... O güzel gözlü hanım, pijamalarını giymeden yatağa girmezdi. Yatmadan önce kuralları vardı onun. Hepimizinki gibi. Dişlerini fırçalamalı, ellerine krem sürmeli, şöyle bir gerinmeliydi. Yatağı ortopedikti zaten. Malum bel ağrısı, boyun ağrısı, kol ağrısı... Kendisi de biliyordu ki tüm bu ağrıları eşyalara hizmet ederken sahiplenmişti. Ama herkes halinden memnun şu an. Çünkü yaşam ve ölüm arasında onlar yaşamla mükâfatlandırılanlar. Kazananlar. Lakin kazanıp da kaybedenlerden olmak da onların elinde. İşte buna vâkıf olan onlardan dersler almamız gerekir. Bizler de her gün onlarca ölen insanlar arasında yaşamaya devam edenlerdeniz. Bizi ölen kişiden ayıran hiç bir özelliğimiz yok. Yani yan komşumuzun öldüğü gibi, aynen biz de ansızın öleceksek eğer, buna iman etmişsek, ne duruyoruz yola hala aynı şekilde devam etmeye? Kazanılmışlığımızı kaybedilmeye mahkûm etmeye. Hala gaflet içerisinde yüzmeye. Tasavvuf erbablarından birinin: ‘Gaflet, bu dünyanın direğidir’ demesi haklı mı kılacak onu. Ne olur kılmasın? İzin vermeyelim buna. Zamanımız varken terk edişimizi yaşayalım. Gaflet içinde bocalamayalım. Bugün itibariyle bir ayını dolduran deprem dersinin sıradanlaşmasına izin vermeyelim. O bizim hayatımızın dersiydi ve biz o dersi en yüksek puanla geçene kadar almaya devam edelim.
Yataklarımızı kurmuştuk en son. En aşağıdan yukarıya doğru katmanlarımızı saymamız gerekirse; mis gibi kokan toprak, bembeyaz bir çadır, rengârenk bir halı, şirince bir minder ve birbirine kenetlenmiş bedenler... Bedenlerin üzerinde ise birer yorgan. Bu şekilde 10 kişiden daha fazla sayıda insan uykunun kucağına düşmek üzere. Binlerce çadır içerisinde onlarca insan uykunun kucağına düşmek üzere.
İlk olarak bedenin soğuğa karşı en hassas yeri olan ayak uçları hissedilmiyor. Ayağınızda kat kat çorabın olmasının hiç önemi yok bugün. Ayak uçlarındaki hissizlik bacaklarınıza doğru çıkmıyor fakat ayağa kardeş olan ellere aksediyor. Parmaklarınızı eski canlılığında hareket ettirmekte zorlanıyorsunuz. Kıpkırmızı olmuş burnunuz. En ucunun sizinle beraber yola devam edemeyeceğini düşünüyorsunuz aynı, kulaklarınızın da olduğu gibi. Uzuvlarınızın her biri uyuşturulmuş birer külçe gibi. Nizami bir şekilde dizildiğiniz yatakta, sağa sola dönme payı olmayacak bir şekilde uykuya teslim etmeniz gerekiyor bedeninizi.
Ama sorular. Ardı arkası kesilmeyen sorular. Günlerdir uykusuz bedeninizi yine de uyutmuyor. Kapanan gözlerimi tekrar açabilecek miyim yeni güne? Ruhsuz bir şekilde, soğukta uyumanın ölüme davet olduğunu birçok kez izlemiştik filmlerde. Aynı şey benim de başıma gelirse? En önemlisi deprem sonrası hala üzerimden atamadığım korku gömleği. Artık dar geliyor bana. Boğazımı sıkıyor. Ama yapamıyorum. Kapanan gözüm hep aynı sahnenin içinde. Bir apartman dairesinin son katında. Deprem anını tekrar tekrar yaşıyor. Hala kurtulmuş olduğuna inanamadığı o evden kurtulamadan uyanıyor çoğu kez. Ya da parçalanmış cesetler arasında dolaşıyor bir ruh gibi... İşte böyle bir uykunun kollarına nasıl teslim edilsin zihinler?
Bu zihinsel kargaşa içinde çok uzaklardan ezan sesi duyuluyor. Bir kez daha sabah oldu deyip gözleri ışıldıyor herkesin. Sıcacık evlerimizde, şırıl şırıl akan sıcak suya rağmen, üşene üşene kalktığımız sabah namazlarına burada eksi derecede bir asker gibi kalkıyor herkes. Kapılar açılıyor. Çadırın yanında eskilerden kalan küçük bir çeşmeden sızarak gelen suyla abdest alınmaya çalışılıyor. Bir bıçak oluyor su. Suyun insanın canını acıtabildiğini ilk kez o gün gördüm. Evet canınız acıyor. Hani insan vücudundaki tüylerin hikmeti nedir diye sorulur ya? Anladım ki bu soğuğa karşı o muhteşem reaksiyonu tüyler sayesinde veren bedenlerimiz, bir az olsun rahatlıyor. Koşa koşa çadıra giriliyor hemen. Bir soğuktan diğer soğuğa koşuluyor. Eller kenetleniyor Rab huzurunda. Başlar değiyor bir bir toprağa ve selam veriliyor doğan güneşe...
Bu çadırın nüfusu aynı. Akşamdan sabaha kayıp vermeden yeni bir güne doğdular. Lakin yan çadırda, ya da onun yanındaki çadırda da durum aynı mı? Maalesef ki öyle değil. Karşı konulamayan soğuk karşısında soba yakma fikrini kullanan bir çadır sakini yangın sonucu hayatını kaybetmiş. Diğer çadırda ise küçük bir beden, tarife zor gelen bu soğuğa karşı daha fazla mücadele gösteremeyip hayata karşı gözlerini kapamış. Yeni bir güne yine herkes doğamadı. Depremden kurtulan bedenler, soğuktan ya da başka bir sebepten hayata veda etti ve ediyor...
Tüm bu yaşananlar bir şeyler anlatmak istiyor bize. Hayatın son bulması için tüm bunlar birer vesiledir diyor sanki. Herhangi bir sebep yeter noktalanmaya. Küçücük bir sebep. Tsunami olduğu zaman tsunamiden kurtulan bir kızın, banyoda küvette öldüğü haberini okuyunca günlerce kendime gelememiştim. İşte bu ve buna benzer sayısız örnek... Deprem bölgesinde her evin saati 13:45'te durmuştu. Saatler durmuştu fakat hayat alabildiğine hızla devam ediyordu. Halen de devam ediyor. İşte bu devam eden süreç öyle hızlı işliyor ki her şeyin unutulmasından korkuyorum. Nasıl ki oraların dışında kalan her yerde unutulduğu gibi.
Bir misalle sonunu getirmekte zorlandığım yazımı tamamlamak istiyorum. Memleketten İstanbul’a yeni dönen bir arkadaş kendisine yöneltilen oralar nasıldı sorusuna şu sarsan cevabı yöneltmiş: "Üzerimdeki ölüm kokusunu almıyor musunuz?". Ben bu muhabbete eyvallah diyor ve sizleri ölüm kokusunu alabilmeye davet ediyorum.
Vesselam...