Yusuf HAKSÖZLÜ

23 Kasım 2013

DİN’İ ALLAH'A HAS KILMAK

Din; sözlük anlamı olarak üstünlük, egemenlik, itaat, bir güce  teslim olmak, birinin  emri altına girmek  anlamlarına gelir. Din;diğer bir  ifâdeyle de tutulan, izlenilen, seçilen, gidilen yol demektir.

Bu  anlamlardan  yola çıkarak şunu rahatlıkla  söyleyebiliriz: İnsanın doğumundan ölümüne kadar olan hayat serüveninde  kendisi için iradesiyle seçmiş olduğu “yürüme yolu” dur din. Bir Müslüman için seçmiş  olduğu yolun doğru ve isabetli bir yol olabilmesi için, seçilmiş olan bu yolun “işaret levhaları”nı  yaratıcısı olan Allah(c.c)'ın koyması gereklidir. İşaret levhalarını Allah’ın koymuş olduğu bu yol, Fatiha Sûresi'nin 6. ayetinde beyan edilen “sır’at-ı mustaqîm” olan “dosdoğru” bir yol olacaktır. Bu dosdoğru olan yolun karşıtı olan, yine Fatiha Sûresi 7. ayette  ifade buyurulan “Gazaba uğramış ve sapmışların” yolu ise, şeytan ve onun havârilerinin edindiği yol  olacaktır. Bu iki yolu ve  özelliklerini Allah (c.c) net bir şekilde açıklamıştır. Bundan sonrası kişinin  hür iradesiyle seçimine kalmıştır. Dolayısıyla kişi; ya kendisini altından ırmaklar akan “cennet” bahçesine ya da yakıtı insanlar ve taşlar olacak olan cehennem çukuruna ulaştıracak yolu tercih edecektir.

Öyleyse  Din; kişinin tüm hayatını bir bütün olarak kuşatan bir olgudur. Bu şu demektir; kişinin daha ana rahmine düşmesinden ve dünyaya gelmesinden başlayarak, son nefesine  kadar olan  süreçte; kendine seçecek olduğu iş, eş, arkadaş, yemek, içmek, gezmek, konuşmak, susmak, kızmak, sevmek, yönetmek, yönetilmek vs hayatın tüm alanlarında hangi varlık veya varlıkların koymuş olduğu ilkeler belirleyici oluyorsa, kişi bu ilkelerin sahiplerinin dinine
dahil olmuş demektir. Eğer bu ilkelerde belirleyici olan varlık Yüce Allah ise, kişi Allah’ın Dinine, eğerki başka bir varlığın veya kurumun belirleyiciliği söz konusu ise, bu taktirde Allah adına kurallar koyan “tağut”ların dinine dahil olmuş  olacaktır.

Kur’an-ı Kerim’in mushaf sırasına göre 109. sûresi olan Kâfirun Sûresi, bu yazdıklarımızı destekler mahiyettedir. Yüce Allah, meâlen şöyle  buyurmaktadır:

1-De ki; Ey kâfirler!

2-Ben sizin taptıklarıza tapmam

3-Siz de benim  taptığıma tapmazsınız.

4-Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.

5-Sizler de benim taptığıma tapacak  değilsiniz.

6-Sizin dininiz size, benim dinim banadır. (Meal: Fizilâl’il Kur’an – S. Kutub)

Dikkat edilirse, son ayette Rabbimiz, o günkü müşriklerin üzerinde yürümekte oldukları “hayat yolu”nu, yaşam şeklini “din” olarak ifade etmektedir. Demek odur ki “din” günümüzde anlaşıldığı gibi kuru bir inanç, kutsallara verilen bir isim, bazı gün ve gecelerde geleneksel olarak törenlerde kendisinden bahsedilen hayat dışı bir alan değildir.

Din, hayatın tüm zaman ve mekanlarına derinlemesine  nüfûz eden ilkeler manzumesidir. İnsanın, Allah'ın diniyle irtibatı bu dünyada yaşarken olması gerekirken, maalesef  gerçek anlamından uzaklaştırıldığı için, ya ölüme az bir zaman kala ya da öldükten sonra  geride bıraktığı yakınları tarafından adeta ölen kişiyi kurtarmaya endeksli ihtiyaç  duyulur hâle getirilmiştir. Bu şekildeki yanlış algılama sonucu birçok insan, kendisini “İslam dini"ne nisbet ettikleri halde, yıllarca başka dinlerin, yaşantı biçimlerinin, ideolojilerin, kanun koyucuların limanlarına demir atmakta herhangi bir sakınca görmemektedirler. Diğer bir kesim de, ömrünün son demlerinde yorulmuş ve günah işleyemez bedenleriyle ”Rabbim artık sana geldim beni affet” diyebilmektedir. Gerçek kurtuluş için, sorumluluklara daha başından kazanmak için asılmak gerekmektedir.

İslâm dininin şeklini, kurallarını koyan hayatın varedicisi Yüce Allah’tır. Hiçbir insan, hatta hiçbir peygamber dahi din’de mutlak “hüküm/kural koyma" yetkisine sahip değildir.

“İyi bilin ki, hâlis (gerçek) din Allah’ındır.” (Zümer - 39)

Din; akıl sahibi olan insanlara hitap eder. Aklı olmayanı muhatap kâbul etmez ve sorumlu da tutmaz. Sahibini memnun edecek olan “din”, hükümlerinin tamamına teslim olunan “din”dir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; bir işyerinde çalışan eleman, o işyeri sahibinin koymuş olduğu çalışma kurallarının tamamına uygun davrandığı  oranda işverenini memnun/razı etmiş olur. Ücretini de tam olarak alır. Dolayısıyla kendisini Allah’ın dinine girmiş bir müslüman olarak  tanımlayan kişi de, bağlı olduğu dinin kurallarına uygun davrandığı oranda değer görür ve aynı oranda din’in sahibi olan Yüce Allah’ı memnun/razı  etmiş olur. Bunun kısa olarak ifadesi ”Dini sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a has (ait) kılmaktır.”

Din’i yaşamada “bütünlük” temel esastır. Bazı konularda bir din’in, bazı konularda ise başka bir din’in  kurallarına göre davranmak, insanı  doğru yol olan ”Sır’at-ı  mustaqîm”e ulaştırmaz.

“Hiç şüphesiz Allah katında din, ancak İslâmdır.” (Âl-i  İmran - 19)

“Onlar Allah’ın dininden başka din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde her ne varsa, istese de istemese de O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedir.” (Âl-i İmran - 83)

Müslüman, azami ölçüde ve gücü nisbetinde, müntesibi olduğu dinin vecîbelerini yerine getirmeye gayret edendir. Yüce Allah, hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemeyeceğini Bakara Sûresi 286. ayette açıklamıştır:

"Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır.”

Kişi iman etmiş olduğu din’in hükümlerinin tamamını kâbul/tasdik etmiş demektir. Onun hükümleri arasında bir ayrıma gitme gibi veyahut beğenip beğenmeme gibi bir hakka sahip değildir. İman; emin olmak demektir. Dolayısıyla Allah’a ve onun din’ine “îman” etmiş olan kişi, sözkonusu din’in bütün hüküm ve ilkelerinin doğruluğuna iman etmiş demektir. Bu da “iman”ının gereği olarak kişiyi “salih amel” işlemeye sevk edecek ve sonuçta Rabbinden mükafatını bekler duruma gelecektir. Aksi durumda yapmış olduğu kötü amelleri sonucunda da Rabbinin azâbına müstehak olacaktır.

”O, azabı en çetin olandır.” Olay bu  kadar net ve açıktır.

Bu nedenle hayattaki “yürüme yolu”muz olan din’i; günümüzde olduğu gibi günlük hayatımızdan çıkartarak, belirli gün ve gecelere  hapsetmek veya din işleri ayrı, dünya işleri ayrı diyerek, Yüce Allah’ın bir bütün olarak göndermiş olduğu din’i parçalayıcı bir mantıkla hareket etmek akıllıca bir iş değildir. Bugün bu söylemlerin çığırtkanlığına soyunanların durumları, Mekke müşriklerinin durumuyla paralellik taşımaktadır. Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e (a.s.) şöyle teklifte bulunuyorlardı: ”Ey Muhammed! Birgün senin ilâhına, bir gün de bizim ilâhlarımıza tapalım. Yeter ki Mekke şehrinde ikilik çıkmasın, birliğimiz bozulmasın.”

Bu teklif karşısında Yüce Allah elçisine net bir cevap vermesi için vahyediyor: “Lekûm dînîkûm veliyedîn. (Sizin dininiz size, benim  dinim banadır.)” Bu cevapla çizilen sınırlar ve çizgilerin renkleri  beyaz ile siyah kadar açıktır. Bazılarının “gri” gibi “ara renkler“ araması, kendi “kuruntu”larından ibârettir.

Mekke müşrikleri şunu çok iyi biliyorlardı: Din’i yalnız âlemlerin Rabbine has kılmak demek, kurmuş oldukları zulüm ve sömürü düzeninin yıkılması demekti. Geçmişten günümüze iktidar sahiplerinin zihin algısı hep bu yönde süregelmiştir. Bugün de din’i Allah’a has kılmaya gayret gösteren mü’minler; köktendinci, aşırı dinci, fundamantalist, radikâl dinci gibi yaftalamalarla toplum dışına(marjinalliğe) itilmeye çalışılmaktadır. İktidar sahipleriyle kavgası olmayan, batının kavramlarını içselleştirmiş “ılımlı” olanlar göz bebeği olarak  görülmektedir. Kim ne isim koyarsa koysun, bizim için en iyi isim koyucu Yüce Allah'tır. O bize Müslüman ismini vermiştir.

”Ben Müslümanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir ki? Selam olsun “Ben Müslümanım” deyip de hakkıyla gereğini yapanlara.