Yusuf HAKSÖZLÜ

23 Aralık 2010

ENTELEKTÜEL DİL IRKÇILIĞI

Irkçılıktan söz açılınca hemen herkesin genel-geçer kâbul  ettiği ortak bir tanımdan başlayabiliriz.

 

Irkçılık; bir ırkın (kavmin) diğer bir ırka (kavme) göre üstün kâbul edilmesidir. Herhalde bu  tanımda üzerinde en fazla  durulması gereken sözcük “üstünlük” sözcüğüdür.

 

Sözkonusu “üstünlüğün” çerçevesini ve ölçüsünü hangi kıstaslar belirleyecektir? Şunu hepimiz  biliyoruz ki, Yüce Rabbimiz bu konuda da bizi başıboş bırakmamıştır. Hucurat Suresi 13. ayette üstünlüğün ölçüsünü takva olarak beyan etmiştir. Fakat bugün üstünlük iddiasında bulunanlar sadece renklerini veya ırklarını mı öne  çıkarırıyorlar? Yine ırkçılık çatışmaları her zaman farklı iki ayrı kavim arasında mı gerçekleşir? Veya aynı kavim içersinde de bazılarının başka mülahazalarla kendini üstün görme veya yanındakilerden ayrışma çabaları olamaz mı? Bu yazımızda ırkçılığın aynı  toplum içerisinde oluşan ve çoğumuzu çok yakından etkileyen bir  biçimi olan “Entelektüel  dil  ırkçılığı”ndan bahsetmek istiyorum.

 

Irkçılık demek ,herhangi bir şekilde diğerinden ayrışmak çabası ise -ki öyledir- o zaman konuşma ve yazma dilini diğerlerinden ayrıştırma çabasını da ırkçılık olarak adlandırmakta bir hata görmüyorum.

 

Bu konuşma ve yazma dilindeki farklılaşmanın, insanların  birbirleriyle olan ilişkisini doğrudan etkileyip, birbirini anlamayan bir  toplumun oluşmasına sebep olduğunu düşünüyorum.

 

Örneğin; yakınının bir trafik kazası  geçirip hastaneye kaldırıldığını öğrenen orta halli bir kişi, koşarak  geldiği hastanede, müracaat kısmındaki  görevlinin kendisine, yakınının “Ex” olduğunu  söylemesinden ne  anlam çıkarabilir? Konu hastaneden  açılmışken şahsımın yaşamış olduğu bir olayı anlatayım.  Yakın bir tarihte bir yakınımın diş çekimi için bir hastanenin diş hekimine gittik. Hekim dişi çekmekte haylice  zorlandı. Hatta dişin bir parçası kırıldı ve onu çıkartmak için tekrar uğraşmak zorunda kaldı. Neyse ki çekim işi bitti. Sıra emeğinin karşılığını ödemeye gelmişti. Vezne  bölümündeki görevliyi aradı ve kendisine “Çıkacak olan hastadan komplikasyonlu çekim ücreti alın” dedi. Veznedeki hanımefendiye bunun ne demek olduğunu sordum. Verdiği cevap “Ben bilmem doktor hanım bilir” şeklindeydi. Bu şekilde verilmiş olan bir  cevapta birkaç  ihtimal olmakla beraber  gerçekten de anlamını bilmiyor olabilirdi.

 

Benim asıl dert edindiğim hastanedeki konuşulan dil değil tabi. Benim derdim, meseleyi İslâmi câmiâdaki yazma ve  konuşma dilindeki ayrışmalara getirmektir.

 

Konumuza anlaşılır kılmak  için  örnek bir yazı denemesiyle devam etmek istiyorum:

 

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde  kuruluşundan günümüze kadar olan süreçte ‘jakoben laikler’ iktidarlarını mütemâdiyen sürdürdü. Ancak ‘global’leşen dünyanın değişen ‘konjonktürel’ şartları gereği, Türkiye’deki vesâyetçi ‘oligarşik’ yapı da değişime uğrayacaktı.

 

Bu yapıyı besleyen ‘statüko’cu jakoben kesim kendi ‘paradigma’larının iflasın eşiğine geldiğini fark ettiler. Söz konusu yapının ayakta kalabilmesi için farklı ‘paramatreler’ kullanılarak evrilmesi  gerekiyordu. Özellikle sistemle arası açık olan müslüman kesimi farklı ‘argüman’lar kullanmak suretiyle kendi sistemi içine çekecekti. Zaten müslüman kesimin bir çoğu ‘eklektik’ ve ‘pragmatik’ din anlayışı içersinde ‘sekülerizm’e doğru çoktan yol almıştı. Söz konusu müslümanlar kendi içerisinde bir ‘paradoks’u yaşıyordu. Bunu bir fırsat olarak algılayan jakoben kesim artık müslümanlara karşı katı olmayan, bunun yerine daha ‘sofistike’ politikalara yöneldiler. Bunda da başarılı oldular. Artık müslümanların bir çoğu onların kavramlarıyla Onlardan daha fazla konuşur duruma gelmiş oldu.”

 

Yukarıdaki bu anlatım biçimi, akademik çevrelerdeki insanların birbirlerine karşı yapmış oldukları anlatım şekli olursa tabi ki itirazımız olamaz. Ancak bu metinde geçen tırnak içi kelimelerin yarıdan fazlasını belki de tamamını gündelik dilimizde din ve siyaset  bağlamında kullanır olduk. Böyle bir anlatım biçiminden çevremizde yaşayan insanımızın yüzde kaçı bir şeyler anlar dersiniz?

 

Bu konuda açıkçası ben iyimser değilim. Böyle bir anlatım şekli daha başından anlatanla dinleyen arasında soğuk, çekingen ve mesafeli bir durum oluşturuyor düşüncesindeyim. Bir çoğunu tenzih etmekle birlikte bazısı da muhatabı karşısında böyle bir dil kullanmak suretiyle kendi yüksek “mevki”sinin sınırlarını çiziyor kanaatindeyim.

 

Yıllardır bunun birçok  benzeri geleneksel din “vaaz” edicileri tarafından çoğumuza reva görülmedi mi? Bir kelime bile olsun Arapça lisan bilmeyen bizlere bülbül sesli hafızlar tarafından yüzümüze/yüzünden Kur’an’lar okunmadı mı? Hele bir de şöyle harflerin “mahrec”leri de derinden gelmişse (ki hep derinden gelir), okuyanın “derin âlim”liğine söyleyecek söz kalmamıştır! Dolayısıyla hürmette/tazimde kendisine kusur edilmeyecektir. Olur olmaz sorular sormak;  akıldan bile geçirilmesi abestir.

 

Oysa ki bizler, Yüce Allah’ın herkesin anlayabilmesi için “apaçık” kolaylaştırdığı mübin kitabıyla kuşanmış ve onun hakikatlerini aynı kolaylıkta tüm insanlara anlatmakla sorumluyduk. Bu vahyin en güzel yaşayanı ve açıklayıcısı olan Hz. Peygamberin (s.a.v.) vârisleriydik. Onun söylediklerini toplumların en aristokratından tutun da, badiyede yaşayanlara, çobanlara, krallara, iş adamlarına ve yol kesen eşkıyalarına varıncaya kadar hepsi anlıyordu.

 

İlk nesil, birbirlerini anlayan, vahyin talim ettiği ortak kavramlarla meramını anlatan güzel bir “ümmet”ti. Özlemini duyduğumuz, Kur’an’dan  beslenen bir ümmetti.

 

Bugün bizler de o ümmetin vârisleri olarak aramızda farklılıkları en aza indirecek olan yazı ve konuşma dilini kullanmalıyız diye düşünüyorum. Aksi takdirde oluşan bu entelektüel dil bizi birbirimizden ayrıştıracaktır. Daha da vahim olanı ise,  kendimiz yazıp kendimiz okuyan veya kendimiz konuşup kendimiz dinleyen durumuna düşmemiz kaçınılmaz bir son olacaktır.