Bünyamin ZERAN

30 Mart 2010

DOKUNULMAZLIKLARIMIZI KALDIRALIM

Her insanın hayatta dokunulmaz yanları vardır. Dokunmaya kıyamadığı ve dokunuldukça eksildiğini hissettiği yanları vardır. Hayat, insana dokunulmaz olan yanlarını tekrar düşündürecek hikmetli gözler kazandırır. Ama hayata hikmetle dokunabilmekten yoksun isek maalesef ki bu dokunulmazlıklarımızın aslında ne kadar ciddiyetle dokunulması zorunlu yanlarımız olduklarını göremeyiz.

Her birimiz hayata inandığımız, iman ettiğimiz dünya görüşüyle bakar ve sınırlarımızı ona göre belirleriz. Bu sınırlar da elbette dokunulmaz yanlarımızı inşa eder. İşte tartışmaya açtığım yer tam da burası. Müslüman bireylerin hayata bakışlarını Kur’an oluşturur. Tabii bu oldukça yuvarlak bir cümle tek başına alındığında. Çünkü her camianın ve mezhebin Kur’an’a yaklaşımı farklı. Bir konu üzerinde binlerce değişik görüş bulmak mümkün. Öyleyse Kur’an nasıl olacakta bunca değişik yaklaşım biçimlerini belli bir düzlemde toplayıp bir mecraya kanalize edecek. Kur’an Ehli Kitaba seslenirken “De ki: "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah'a ibadet edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin." Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun, biz müslümanlarız." 3/64 buyurur. Adem’den başlayıp Muhammed (as)’e kadar tüm peygamberlere tevhit dışında başka bir şey vahyetmemiştir. Tüm vahiyler tevhit ilkesini kökleştirmek ve hayata tevhidi bir ölçekten bakabilme erdemini kazandırmak için gönderilmiştir. Bizim dokunulmaz olan yanlarımız tevhidin kökleşmesine ne denli engel olmaktadır? Olmazsa olmazlarımızı kendi iç dünyamızda hiç tartışmaya açtık mı acaba?

Her insanın hassasiyetleri elbette farklıdır. Ama bu hassasiyetleri belirleyen bir merkezde olmalıdır. Eğer hayatım, ölümüm, namazım bir merkeze hasredilecekse sevgilerim öfkelerim, nefretlerimde bir merkezi güçlendirmek adına olacaktır. Kimi zaman bir insanı hadsiz severiz ve bu sevginin Allah adına olduğunu düşünürüz. Buna ikna olabilmek için vahyi bağımsız bir gözle kendi başımıza okuyor olabilmeli ve onu tüm hassasiyetimizle hayatımıza taşıyor olabilmeyiz. Bunu yapmayıp sorumluluklarımızı bir başkasına ya da başkalarına havale ettiğimizde hem vahiyden uzaklaşmış oluyor hem de başkalarının penceresinden hayata bakıyoruz. Dolayısıyla kendimiz olmaktan çıkıp başkalarının figüranı oluyoruz. Hayatı dublör olarak yaşıyoruz. Sahabeye baktığımızda “bu senin sözün müdür yoksa Allah’ın vahyi midir?” gibi hayati bir soruyu resule sorabiliyorlar ve söylenilen söz vahiy değilse belli bir edep dahilinde resule düşüncelerini açabiliyorlardı. Sahabe bu anlamıyla dublör olarak yaşamayıp (daha çok ilk dönem Mekke dönemi sahabelerini kastediyorum) hayatın bizzat başrol oyunculuğuna soyunuyorlardı. Bizim şeyhlerimiz, üstadlarımız bizim gözümüzde dokunulmaz kaldıkça tevhit çizgimizde gerileme olacaktır. Çünkü sevgilerimiz vahyi özümsemiş onu hayatın bir parçası haline getirmiş ve onun neticesinde ortaya çıkan sevgiler olmadığı için böyledir. Kendi tembelliğimizin doğurduğu sorgulamadan yoksun bir figüranın sevgisi olduğu için böyle olmaktadır.

Bir an tüm zincirlerimizden sıyrıldığımızı düşünerek bakalım hayata. Bizi hayata bağlayan gerçek bağlarımızı gözlerimizin önüne dökerek seyredelim hayatı. Ne kadarı tevhide yakın ne kadarı ondan uzak. Hangi olmazlarımız bizi tevhidi çizgiden uzaklaştırıyor? Sevdiğimiz kadın mı, ticaretimiz mi, itibarımız mı, üstadlarımız mı, meskenlerimiz mi, ailemiz mi yoksa çocuklarımız mı? Kim ya da neler bize Allah’tan daha sevgili geliyor? Allah, tevhidin bir kalpte kökleşmesi için her sevginin Allah’ın ve O’nun elçisinin gerisine atılmasını emir buyuruyor. Oysa bugün bizler bir konuyu biraz sesli düşünmek istediğimizde korkularımız ve bizi çevreleyen olmazlarımız bize susmamızı emrediyor. Ne kadar susarsak Allah o kadar incinir. Allah gibi büyük bir dostu incitmek bir müminin en büyük korkusu olmalıdır. Çünkü gerçek dost O’dur ve O dostluğunu üzerimizden çekerse hiç kimsemiz yoktur. Eğer O dostluğunu üzerimizde tutarsa o zamanda eksiğimiz yoktur. Kendimize biçtiğimiz kalıplarımız vardır bir türlü çıkamayız o kalıplardan. Aslında bir kurtarabilsek kendimizi dünyamız zenginleşecektir. Her şey sadece ismailimizi ya da İsmaillerimizi bir merkez adına kurban olarak sunabilmeyi göze almakla başlayacaktır. Ama kolay olan tercih edilir çoğu zaman sarp yokuşu tırmanmayı göze alamaz herkes. Yokuştan yukarı çıkıldıkça oksijen azalır, yol dikleşir, nefesler kesilir. Oysa düz alanda yürümek daha kolaydır. Herkes gibi yaşarsınız, herkes gibi düşünür ve herkes gibi ölürsünüz. Tıpkı bir sürü gibi.

Yaşamak demek inançların uğruna risk alabilmek demektir. Yaşamak inançların uğruna gerektiğinde hata yapabilmeyi de göz önüne alabilmek demektir. Kalıplar içinde kalarak bir hayat oluşturamayız. Sarp yokuşa kalıplar içinde de tırmanamayız. Her yükselişte yüklerimizden biraz daha kurtulmamız icap eder. Bizi bu dünyaya bağlı kılan, bize bu dünyayı sevdiren ve bizi süsüyle oyalayan, bizi görüntüsüyle aldatan ne kadar yükümüz varsa bir bir onları bırakarak sarp yokuşu tırmanabiliriz ancak. Aksi takdirde yokuşun henüz başlarında ayaklarımız tökezlerde tepe taklak kendimizi uçurumun dibinde bulabiliriz.