Bünyamin ZERAN

12 Nisan 2012

DÜŞÜNCE, KURUMLARDAN ÜSTÜN TUTULMALIDIR

İnsan yaşadığı hayata karşı kendini sorumlu hissetmelidir. Ama modern çağ insanı hayata karşı sorumlu olmaktan öte sorunlu hale getirmektedir. Sorumluluk sahibi insanla sorunlu insanın hayat içinde bıraktıkları iz de birbirinden oldukça farklıdır. Biri hayata sıkıca tutunmuş ve akışa kendini kaptırmamış biridir. İlkeleri, değerleri vardır diğeri ise ilke ve değer yoksunu kendini taşımaktan dahi aciz bir duruşu vardır. İslam sorunlu insandan ziyade sorumluluk sahibi insanı önemser ve sorunlu insanların da vahiyle yeniden dirilmesini ve sorunlardan sorumluluklara terfi etmesini ister. İslam bir şeye değer verecekse kendisiyle tanımlar o şeyi. İslamdan başka bir din hiç kimseden kabul edilmeyecektir, çünkü Allah indinde din islamdır. Bu demektir ki insan her ne yapacaksa, her ne inşa edecekse yalnızca islami sınırlar içinde ve yöntemler içinde yapacaktır. Aksi takdirde yapılacak işler dünyevi anlamda ne kadar karlı ve ne kadar niceliksel olursa olsun bir değeri olmayacaktır.

İslam, şahıslardan önce ilkelerle bakar hayata. İslam için ne şahıslar, ne de kurumlar ön planda değildir. Şahısları ve kurumları değerli kılan ancak bu şahıs ve kurumların kendilerini yalnızca islami olan ilkelere adamış olmalarıdır. Düşüncenin serüveninde işler bazan karışır. Sıralamalar zamanla yer değiştirebilir. Önce bir fikir gelişir sonra bu fikri temsil edecek kurumlar oluşturulur sonrasında ise fikrin değerliliği kurumun değerliliğine dönüşür. Böylece düşünce hantallaşır ve kurumsal yapı korunmaya alınır. Kurumsal yapıların korunmaya çalışılması ilkelerden dahi öne alınmaya başlanınca haliyle tabular oluşur ve başkaları o yapının içinde ötekileşir. İlkeler, yöntemler esasından sapar ve artık kurumun tepesindeki insanların şahsi kanatleri dini bir ilke gibi algılanmaya başlanır. Kendini o kuruma ait olarak düşünen insanlar zamanla aktivitelerini kaybeder ve yalnızca emir komuta ile mekanik çalışan robotlara dönüşürler. Sorgulayan olmaktan çok itaat eden olmaları beklenir. Farkında olmadan kurum kişilerden daha üstün hale getirilir. Milliyetçi anlayışın devleti vatandaştan üstün tutma anlayışı da yine bu aynı mantıktan ileri gelmektedir. Yani bir nevi düşünce ekollerinin kurumları üstün tutmaları da ayrı bir milliyetçilik dalgası şeklinde tezahür eder. Ayrı olması deken ırk eksenine dayanmaz belki ama grup milliyetçiliğine dönüşür.

Nebevi hareketler iyice irdelendiğinde görülecektir ki Allah’ın vahyi her daim herkesten üstündür. Hiçbir kurum ve şahıs resul de dahil olmak üzere vahyin üzerine çıkamamıştır. Muhammed bin Abdullah’ı Mekke’de ve kıyamete kadar tüm yeryüzünde şerefli, değerli ve üstün kılan Allah’tır ve Muhammed’in (sav) vahye olan sımsıkı  bağlılığıdır. Eğer Muhammed (sav) elçi olmasaydı belki adını bile işitmeyeceğimiz sıradan bir insan olurdu. Burdan şuraya gelmek istiyorum ki nebevi hareketlerin bize öğrettiği en büyük derslerden biri kendimizi ancak vahye bağlı olmakla, islama nispet etmekle değerli görmemizdir. Ama günümüz dünyasında algı olumsuz anlamda değişmektedir. İlkeler yerini yapılara ve cemaatlere terk etmektedir. Bu sapmanın önüne geçmek zorundayız. Aydın ve sorumluluk sahibi insanlar düşüncenin önünü açmalı  ve vahyin en doğru şekilde algılanabilmesi için çaba göstermelidir. Elçiler, vahyi gerektiği gibi temsil edebilmek için yurtlarından sürülmeyi, işkenceyi, ölümü ve tağutla savaşı göze alarak büyük fedakarlıklar ortaya koymuşlardır. Aynı zamanda aileleri ile ters düşmeyi, evlatlarından ve eşlerinden gerektiğinde vazgeçebilmeyi (Nuh’un ve Lut’un örneği) bize göstererek önemli olanın kurumlar olmadığını kurumları da önemli kılan ancak vahye bağlılık olduğunu götermişlerdir. Öyleyse bir kurum eğer düşüncenin önünü  tıkamaya başlamışsa ve topluma dair, insana dair projeden yoksunsa güçlü bir eleştiriye tabi tutulmalı ve gerektiğinde o kurum aşılarak düşüncenin kamil bir şekilde yaşamasına alan açılmalıdır.

Vahiy, elçilere çok sade ve anlaşılması basit bir kuralı sürekli hatırlatır: “ … ben, yalnızca bana vahyedilene uyarım ve ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” (46/9)Yalnızca bize vahyedilene uymak ve apaçık uyarıcı olmak demek kendi nefsimizden başlayarak etrafımızda olan ve etrafımızda dönen her şeyi vahiyle düşünmeye sevketmektir. Bir yapı da olunsa, örgüt de olunsa farketmez. Çünkü nasıl bir çalışma içinde olursak olalım vahye uygun bir hareket içinde sürekli dinamik, sürekli üretken ve insana dair hesapları olan bir düşünce içinde olmak zorundayız. Kurumlar olacaksa bu şartla olmalıdır. Aksi takdirde kurumlar düşüncenin önünde kocaman engeldirler ve insanı tembelleştirmekten başka bir işe yaramazlar. Nasıl ki içinde yaşadığımız dünyada adı islam şeriatıyla yönetiliyor olsa da islami olmadığını iddia ettiğimiz devletler varsa ve bizim bu iddiamız o devletlerin islamın temel kabul ettiği ilkelerden mahrum olmaları yüzündense aynı şekilde kimi kendini islama nispet etmiş kurumlarında islami temel ilkelerden yoksunlaşması onları değerli olmaktan çıkarır ve değersiz bir parça haline getirir. Düşünce kurumlara kurban edilmemelidir tam aksine gerektiğinde kurumlar düşünceye kurban edilmelidir.

İnsanı meleklerden üstün kılan, vahyi kabul etmiş olmasıdır. Yani düşüncedir. Kendini islami ilkeler, hassasiyetler ve metodla tanımlamayan hiç kimsenin Allah nazarında değeri yoktur. Müslümanlar bu konuda maalesef henüz bir yetkinliğe ulaşabilmiş değildir. Başlangıçta samimi bir şekilde fikrin önderliğine inananlar zamanla farkında olmadan o fikri en doğru kendilerinin temsil ettiğini düşünerek grup miliyetçiliğine sapmakta ve kurumu korumaya şartlanarak düşünceyi baltalamaktadırlar. Bu yanlışa düşmemek için kurumların sürekli vahiyle kendini sorgulayan ve gerek grup içi eleştirileri diri tutarak ve gerekse grup dışı eleştirilere kulak kabartarak bencillikten ve korumacılıktan uzak bir şekilde acaba bu eleştiriler gerçek mi diye sürekli kendin sorgular vaziyette olması gerekmektedir. Aksi takdirde Allah bir topluluğu giderir yerine yepyeni bir topluluk getirir. bu sünnetullahtır. İçimizden hangimiz giderilen ve yerine yeni bir topluluk getirilenlerden olmak isteriz ki?

İnsan kıyamet günü Rabbiyle buluştuğunda, eğer dünyada doğru şeyler yapmamışsa “Keşke hayatım için önden bir şeyler takdim etseydim diyecek” (89/24). Doğru şeyleri yapmak, ancak vahyi doğru algılamakla mümkündür. İnsan fani olduğunu ve hiçbir şeyin sahibi olmadığını bilmek zorundadır. Bazan kurumları o kadar sahipleniriz ki hiç ölmeyecek gibi hep oraya hükmetmek isteriz. Oysa bizler herbirimiz kendimizi bir merdiven gibi düşünmeliyiz ki geriden gelenler için basamak olalım da omzumuza basıp daha ileriye gidebilsinler ve düşünceyi vahyin ilkeleri doğrultusunca daha ileriye taşıyabilsinler. Biliyorum bu ülkede müslümanca yaşamak zordur ama müslümanca ölmenin de bir yolu olmalıdır. O da vahye sımsıkı sarılan kardeşler olarak yola ve yolculuğa devam etmektir.