Bünyamin ZERAN

07 Ekim 2010

DÜŞÜNCEYİ DİRİ TUTABİLMEK GEREK

Bir düşüncenin kendini diri olarak tutabilmesi için o düşünceyi yüklenen, sorumluluk sahibi bireylerin o düşünce uğruna cidiyetle kafa yormaları gerekir. Eğer gayri ciddi bir şekilde düşünceye sahip çıkılırsa düşünce zamanla kendi menzilinden sapar ve başkaca düşüncelerin menziline girer. İşte o vakit düşünce orjinalliğini yitirir ve başkalaşmaya başlar. Her düşünce muhakkak ki orjinalliğini bir kaynaktan alır. Örneğin felsefenin kaynağı tamamen Batı iken tasavvufun kaynağı Hindistan’dır. Dinin kaynağı ise Allah’tır. Allah göndermiş olduğu vahiylerle dini besler, geliştirir ve kemale erdirir.

Yüce Allah, göndermiş olduğu mesajın diri tutulmasının şartı olarak bir toplumun nefsinde olanı değiştirmesini ileri sürer. Yani birey vahyi yaşamaya dönük olursa vahiy diri kalır. Allah elçisine “Sen üstün bir ahlak üzeresin” derken elçisine üstünlük katan şeyin vahiy olduğunu deklare etmekteydi vahiyde elçinin onu yaşamasıyla tarihin ve toplumun önünde dipdiri durmaktaydı. Alah’ın resulü kendisine inen ilk surede belirtildiği her bir şeyi yaratan rabbin adıyla okumayı öncelliyordu. Onun için vahye büyük bir ciddiyet ve özenle yaklaşıyordu. Karşısındaki sistemi, sistemden nemalanan Ebu Cehil’leri, sistemin uşaklarını, mazlum halkı, eşini, yakın çevresini, ticaretini vs. hepsini büyük bir ciddiyetle ele alıp Allah için en doğru olan hamleyi nasıl yapacağını ve tüm olumsuzlukları Allah için nasıl olumlu hale getireceğini hesabediyordu. Çünkü Allah O’na yaratan rabbin adıyla okumasını öğütlüyordu. Eğer resulün iyi bir önder olduğunu kabul ediyorsak ki bundan şüphemiz yoktur aynı ciddiyeti ve özeni biz niçin gösteremiyoruz sorusunu sormamız gerekiyor. Böyle davranışımızın bir çok nedeni olabilir. Düşüncenin kaynağı olan vahye mesafeli duruyor olabiliriz mesela. Vahiyle araya mesafe koymak Kur’anı okumamak ya da uzun aralıklarla okumak gibi anlaşılmamalı. Bu mesafeden kastım kişinin yaşadığı gerçekliklere kendini kolayca teslim etmesidir. Bunu biraz açmamız gerekecek.

Peygamberlerin mücadelesine baktığımızda Allah’ın kendilerinden razı olacağı bir mücadele yöntemini benimsemişlerdir. Bu mücadele yöntemi kolaycılığı seçmek olmamış aksineinsanlar için tahammülü zor olanı seçmek olmuştur. Nuh’a yanındaki ayak takımını göndermesi karşılığında iman edeceklerini söyleyen ülkenin ileri gelenlerine Nuh, “aa ne kadar güzel yönetimi islamileştiririm bu sayede ileri gelenler ne güzelbana itaat edecek bu ayak takımını da bir şekilde gözetirim nasıl olsa” dememiş tam tersine ben onları kovamam demiş. Yani sürece teslim olmamış. Musa Medyen şehrine varıp Firavundan kurtulduğunda “oh ne ala burda yaşayım burda rahat içinde öleyim” dememiş. Vahiy onu tekrar Firavun’un karşısına dikmiş ve tüm İsrailoğullarını Firavun’un onca gücü ve otoritesine rağmen, israiloğullarının tüm kaypaklığına rağmen “lanet olsun ben kendimi ve kardeşimi alıp burdan gidiyorum” dememiş. En zorlu yolları aşındırarak yürüyüşüne devam etmiş.

Muhammed (as)’a Mekke’nin emirliği teklif edildiğinde “Oh ne ala! Yönetimi devraldım mı her şeyi kafama göre tasarlar islamıda en ala şekilde bu şehre hakim kılarım. Ne gerek var Mekke’nin ulularını karşıma almaya yanıma alır yolumaöyle devam ederim” dememiş. Ya ne demiş: “Sağ elime güneşi sol elime ayı verseniz bu yoldan dönmem” demiş.

Bu örnekleri daha epeyce bir uzatırız. Hiçbir Nebî yaşadığı sürece teslim olmamış aksine yaşadığı süreci hikmetle gözlemleyerek onu Allah adına kazanca dönüştürmesini bilmiştir. Bilal’in kızgın kumlarda üstüne taş bastırılarak dolaştırılmasını gözü yaşlı bir şekilde seyretmiş, Sümeyye’nin şehadet haberiyle irkilmiş ama yaşadığı tüm acılara rağmen ne yılgınlık göstermiş ne de bir an olsun ciddiyetsizlik. Çünkü peygamberler yaratan rabbin adıyla okuma hikmetine sahiplermiş. Günümüzün iman edenleri olma iddiasını taşıyanlar kaynağını vahiyden alan bir hareketi yaşatmaktansa sisteme ulanarak sürece dahil olmayı geçerli yol olarak görmektedir. Nerdeyse yayınların çoğu, konuşmaların içeriği kullanılan kelimeler kendine güvenini kaybetmiş, aşağılık kompleksi içinde bir ruh halini andırmaktadır. Oysa vahiy sade ve nettir. “Allah'ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ona ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım? Öyle ise iki taraftan hangisi güvende olmaya daha layıktır? Eğer biliyorsanız söyleyin" (6/81) buyurmaktadır. Ve yine “De ki: "Bizim başımıza ancak, Allah'ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü'minler, yalnız Allah'a güvensinler." (9/51) buyurmaktadır.

Bir şeye güvenmek nedir biliriz. Ama kabul edelim ki bir çoğumuz müslüman olma iddiasını taşıyanlar devletin herhangi bir üst makamındaki şahsiyetin gölgesinde olmaktan daha fazla Allah’a güven duymuyoruz. Oysa bizi yaratana, bize rızık verene, bizi yaşatana,öldürene ve ölümden sonra hesaba çekene daha fazla güvenmek zorundayız. Zaten ayet de öyle demiyor mu: “Mü'minler yalnızca Allah’a güvenirer.” Allah’a güvenmek, işimize öyle geldiği için kolaycılığı seçmemektir. Bedeli ne olursa olsun vahyin çizdiği ölçüde hareket etmektir. Hiçbir zaman ye’se düşmeden en ufak bir psikolojik çöküntü yaşamadan etrafımızdan herkes dağılsa bile Huneyn savaşında ashabın kaçıştığını gören Resul'ün hiddetinden atını düşmanların üstüne doğru sürmesi kadar kararlı bir duruşla vahye sadık kalmak ve onu dipdiri tutmak zorundayız.

Bugün bu ülkede meydana gelen değişimlerde, üniversitelerde başörtüsü serbestliği de dahil olmak üzere hiçbirinde müslümanların gücünden çekinilerek ortaya konulan bir değişim yoktur. Ama kendini bir şey yapmış gibi görme gafletinde olanlar var. Sistem müslümanları ciddiye almadığı gibi tîye alıyor. Bunun sebebi müslüman olma iddiasında olanların sürece dahil olma hevesleri, vahiyle aralarındaki mesafe ve bunun doğurmuş olduğu Allah’a tam olarak teslimiyetsizlik yani güvensizlik.

Neden kısa vadeli kazançlar için bütün bir hayatı mahvedebilecek yolları arşınlayalım ki? Unutmayalım ki hem kendi cennetimiz için hem de bütün bir evren için müslüman değerlerini taşıyor olmak büyük bir lutuftur. Dünyayı Allah’tan daha iyi imar edebilecek, daha iyi düzene sokabilecek başkaca bir ilah olmadığına, yaratmada, rızık vermede, cezalandırmada ve ödüllendirmede tek olduğuna tanıklık etmişken ona güvensizlik duymak olsa olsa ikiyüzlülüktür. Kul ile şeytan arasındaki savaş kıyamete kadar sürecek bir savaştır. Şeytan dosdoğru yolun üzerine oturarak insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden ve arkalarından yaklaşarak (7/17) ve dahi insanların onu göremeyeceği yerlerden o insanları görerek(7/27) bir mücadele seyri olacaktır ama şeytanın hilesininde zayıf olduğu hatırlatılmıştır. (4/76)

Bu mücadele seyrinde önemli olan vahiyle diri kalabilmektir. Eğer vahyi yaşamın kendisi amacı haline getirebilirsek ve her şeyi yaratan Rabbin adıyla okumayı becerebilirsek ve Allah’a koşulsuz teslimiyetle, koşulsuz güvenmeyi başarabilirsek önümüzde kızıl denizlerin yarıldığına şahitlik edebiliriz. Aksi takdirde diz boyunu geçmeyen sığ sularda boğulup kalırız.