Şahin ÖZDAŞ
ENVER’LAND
Sarıkamış üstünde kar,
Kar altında Mehmet yatar.
Gülüm donmuş kara dönmüş,
Gören sanmış yârin sarar.
Kimi Yemen kimi Harput,
Üzerinde ince çaput,
Avut yiğit gönlün avut,
Yar sarmazsa Mevlam sarar.
(Anonim halk türküsü)
İlkokul yıllarımın yaz tatillerinde çoğunlukla soluğu camilerde alırdım. Camideki müezzinlik görevini üstlenerek kaamet getirmenin keyfine diyecek yoktu. Hatta çoğu günler camiden hiç çıkmazdım. Özellikle namazdan sonra musalla taşının üstünde oturan yaşlı dedelerle sohbet etmek için bulduğum en esaslı yol buydu.
Dedelerin görüp duydukları, birebir yaşadıkları tarih olmuş hayat hikâyelerini ağızlarından dinlemeye pek bayılırdım. Yemen’in çöl ateşi sıcaklığını yaşayanlardan, Erzurum’un Köprüköy ayazını iliklerinde duyup yaşayanlara kadar. Bazen de yukarıdaki “Sarıkamış Türkü’sünü” ninelerin oturduğu yerde sağa sola sallanarak acıyla, gözyaşıyla ağıtlar yakarak söylediğini duyar bir anlam veremez, “Ah! Saf ninem, yine aklına ne geldiyse” der, umursamadan geçip giderdim.
Bunlar zihnimde yer etmiş öncelikli sebepler olsa bile, oldum olası resmi tarihi doğru kabul etmediğim gibi pek de sevmem. Hele bu “resmi tarih” militarist zihniyetin ürünü ise kabul etmem asla mümkün olamaz. Bir bakarsınız ki resmi tarihin “kahraman” ilan ettiği nice “sünepeler” gerçek tarihte tu kaka ilan edilmiş, korkaklıkları gün yüzüne çıkmış rezil rüsva olmuşlardır. Araştırmalarım ve bizzat tarihi yaşayanlardan duyup işittiklerim hafızamda hep “gerçek tarih” olarak yer etmiştir.
Ancak ülkede sahte tarihin beyanları Kemalizm dininde esas ilan edilirken, gerçek tarihin beyanları izhar edilmesin diye ne menem kanunlarla önü kapatılmıştır. Tamam, esas da peki kime, kimlere, neye göre esas? Hele tarihsiz! bir esas var ki bu da “KISSA” da olan “GERÇEK” esastır. Şimdilerde öyle değil mi? Yok, kadının beyanı esastır! Yok, erkeğin beyanı esastır! Onun bunun kasasını, esasını, yasasını bilmem ben! Elhamdülillah Müslümanlar için sadece ve sadece Allah’ın beyanı esastır. Arkadaş ben bunu bilir, bunu söylerim, gerisi lafı güzaf. Hepsi bu kadar.Buradaki amacım, dağarcığımda gerçek tarihten bir parça kırıntı kalmışsa -ki kalmıştır- onu ve Sarıkamış harekâtının başladığı Köprüköy’de bizzat yaşadıklarımı okuyucularımla paylaşmaktır. Evet, Sarıkamış’ta ve hiç de uzak olmayan bir zamanda sadece bir hayalperestin kişisel ihtirası uğruna askerlerimizi karlara gömdük, üstelik tek kurşun atamadan. Kimi kendi ebediyetini ihtiras ateşiyle yakıp kül ederken, kimileri de koca memleketi meşale ateşleriyle harabeye döndürebiliyor.
Sarıkamış faciası, tamamen cehalet ve ihmalkârlık sonucu bu vatanda yaşayan muhtemelen 68.000 le 90.000 arasında ana evladının soğuktan donarak öldüğü ve düşmana bir tek kurşun bile sıkamadığı çok vahim bir olaydır. Aynı zamanda eldeki imkanlarla en iyisini yapmak yerine birtakım hayallerin kör ettiği gözlerle savaşmanın sonucuna da bir örnektir.
Geceleri –20,30,45 dereceye kadar varan soğuklarda askeri iki metre karın içerisinde yürütmek pek de akıl işi olmasa gerek. Hem doğulu olmam ve hem de Sarıkamış harekâtına katılan 9. Kolordu birliğinin bulunduğu Erzurum’da 4 yıl görev yapmam ve de Aralık ayında Sarıkamış harekâtının başladığı yer olan Köprüköy’de tatbikatlara katılmamdan dolayı karın ve soğuğun ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Ayaklarınızdan başlayan donmanın yavaş yavaş tüm vücudunuza yayıldığını acı ile hissedersiniz. Yapılacak tek yol, olduğunuz yerde durmamak ve her daim hareket halinde olmaktır. (Tabi ki donan ayağınızla hareket edebilirseniz!)
Yıl 1985; yine bir tatbikat sırasında gündüz giymiş olduğum postal, gece bir mengene gibi ayaklarımı sıkmaya başlamıştı. O gün de nöbetçi subayı idim. Nöbetçi askerleri gece mevzilerinde kontrol ederken, donacak duruma gelen ve postal tarafından sıkılan ayaklarımın acısına dayanamayarak, ezikliğimi ve zayıflığımı askerlere belli etmeden “Ah! Vah!” inlemelerimle sabaha kadar kıvranmıştım. Adım atmam bile neredeyse imkânsız hale gelmişti. Nöbetçi Askerler ise olduğu yerde zıplıyor, atlıyor ve kendilerini karların içine vuruyorlardı. Şafak sökmeden can havliyle ayaklarımdan postalları çıkarmış uyku tulumunun içine girmiştim. Bir saat sonra sabahın ayazında postallarım dörde beşe katlanmış, patlak bir top gibi olurken ben de soluğu hastanede almıştım. Nice gariban askerlerin ise ayakları donmuştu. Benim gibi askerler uyku tulumunun içinde gerçekten donma tehlikesi geçirip ordudan atılırken, baş tacı ilan edilenler uyku tulumu içinde sahte pozlu bir fotoğraf veya resimle başkomutan ilan edildiler.
Düzenin “gerçek tarihini” incelediğinizde sayısız korkunç facialarla dolu olduğunu görürsünüz. Oysa “resmi tarih” sonradan ortaya çıkan uyduruk, sahte zaferlerle övündüğü kadar, yaşadığı hezimetlerden dersler çıkarmak zorunda hissetmez kendisini. Bunu yapamadığı sürece de Türkiye tarihi insanlar için hiçbir anlam ifade etmez. Bizlere öğretilen tarihin içinde facialardan pek söz edilmemiştir. Söz edilse bile özellikle “Sarıkamış faciası” kahramanlık diye kütüğüne kaydedilmiştir. Enver'in günahını azaltmaya çalışan “resmi tarih” goygoycuları Sarıkamış katliamını hem kahramanlık diye kaydetmiş ve hem de utanmadan Sarıkamış’ta savaş sırasında, tifüsten ve donarak ölenler ile esaret altında ölenlerin toplam sayısının 138.000 olduğunu yazmışlardır. Nasıl bir kahramanlıksa?
Başkumandan ve padişah damadı olarak birçok yetkiyi elinde tutan Enver paşa dünya Türklerinin birleşmesi anlamına gelen ve benim de uzun yıllar peşinde koştuğum (Kürt ana babadan olma Türkçü çocuk, gülerler adama!) “Turancılık” adında bir fikir ortaya atmış ve “Turan Fatihi” olmanın hayali ile yanıp tutuşmuştur. “Düşman ülkesi viran olacak, Türkiye büyüyüp Turan olacak!” diyerek, 12 milyonu bile birleştiremediği halde tüm dünya Türklerini birleştirmeye kalkmıştır.
Etrafında bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmamışlardı. Çetecilikleriyle meşhur Dr. Bahaeddin Şakir ve arkadaşları Erzurum’a gelirlerken, yol kavşaklarına “Turan’a buradan gidilir!” diye işaret levhaları bile koydurmuşlardı. Sarıkamış harekâtı sonrası bu büyük hezimet ve kıyıma söylenebilecek anlamlı bir cümle bulamayan, metni hazırlayan Enver paşanın yaveri tarafından acayip bir şekilde “vatan fikrini belleklere yerleştiren yer” diye de uydurulmuş bir tanım yapılmış, tarihe kaydı düşülmüştü. Almanlar ise Türkiye’ye giden trenlerin üzerine bile “ENVERLAND’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmışlardır. “Devlet-i Ebed Müddet’ten Enverland’a!” Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakınız: “Beni Napolyon’a benzetmişlerdi, kabul etmem, çünkü ben ikinci adam olamam.”
Iğdırlı Ali Çavuş yazlık giysiler içerisinde titreye titreye yazdığı mektubunda halini şöyle anlatıyordu: “Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelince de yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen çölünde giydiğimiz yazlıkları üzerimizden atacağımızı müjdeledi. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki ateşe kavuşsak.”
İstanbul’dan gelecek olan kışlık giysileri beklerken, Karadeniz’de başka bir facia yaşanıyordu. Ruslar Osmanlı ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüşlerdi. Bunu bildiği halde ihtirasından vazgeçmeyen Enver Paşa, Sarıkamış’a teftiş için gittiğinde, askerin aç ve perişan halini görünce askeri birliklere çektirdiği telgraflarda “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim, ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuzun olmadığını gördüm. Lakin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Biraz sabredin, zaten düşman çekilmekte. Siz bu imanınızla karları bile eritirsiniz. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız.” diye belirtirken, İstanbul’a çektirdiği telgraflarda ise “Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir.” Gibi inanılmaz yalan ifadeler kullanmıştı.
Tarih, 16 Aralık 1914. Soğuk bir kış günüdür. Hafız Hasan İzzet Paşa askeri okuldan talebesi olan Enver paşayı “Karakış başlamıştır, her yerde kar var, bu mevsimde ve bu şartlar altında harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz” diyerek ikaz etmesine karşılık, her verdiği emrin hemen yerine getirilmesine alışkın padişah damadı ve orduların başkomutanı 34 yaşındaki Enver Paşa, asabileşerek “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!” tehdidini savurur. Hafız Hasan İzzet Paşa ise istifa ederek ordudaki görevinden ayrılır. Nihayetinde Erzurum’da tifüs hastalığından ölür.
Bölge çoğu sene boyunca karlarla örtülüdür. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçer bile. Sıfırın altında -45 dereceye kadar düşen soğuk düşmandan daha düşmandır. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi. Yapılan harekât plânına göre 9. Kolordu Sarıkamış Dağları’nı, 10. Kolordu ise Allah’u Ekber Dağları’nı aşarak Rusları kuşatıp imha edecekti. Tarih böyle bir faciayı ne yazmış, nede görmüştü. Sarıkamış harekâtında 43. Alay 1. Piyade taburuna ait yemek listesi beni duygulandırdı ve bu gün bu listeyi yazarken bile ürperiyorum:
Birinci gün; Sabah üzüm hoşafı, öğle yok, akşam yağlı buğday çorbası ve ekmek.
İkinci gün; Sabah yok, öğle yok, akşam üzüm hoşafı ve ekmek.
Üçüncü gün; Sabah üzüm hoşafı, öğle yok, akşam yok sadece yarım ekmek.
Dördüncü gün; Sabah yarım ekmek, öğle yok, akşam şekersiz üzüm hoşafı.
Çok geçmeden, tarihler Aralık ayının 21’ini gösterirken, “Sarıkamış Faciası” olarak bildiğimiz harekât başlatılır. Dondurucu soğuğa rağmen kış kıyamette paltosuz, postalsız, aç, bir lokma ekmeğe hasret, çarık ve yazlık gömlekle binlerce insan dehşetli bir tipinin ortasına “can pazarına” sürülürler. Düşeni kaldırmamak için emir vardır. Zaten kimsede de kimseyi kaldıracak güçte kalmamıştır. Son bir gayretle Sarıkamış’a yüklenmek isteyen Enver Paşa inadından dönmemiştir. Acımasız emrini hemen verir: “Saldırı sırasında her üst, bir adım geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir.”
Askerler ordunun işaret taşları gibi yollara dizilirler. Ayrıca açlık da son haddine ulaşmıştır. Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlış yapmış ve sonuçta “tekerlekli araçların geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya olarak zor geçmişlerdi. Tekerlekli araçlar ve kısıtlı mühimmat karlara saplanıp kalmış, tek tek birerli sıralarla yürüyen askerlerin güçleri tükenmiş, hasta ve mecalsiz olarak Rusların karsısına dikilmişler ama ne yazık ki çoğu kurşun bile atamadan donarak ölüp gitmişlerdi. Sadece bir gecede on binlerce asker beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Bunun yanında kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi. Tıpkı “buzdan ağaç olmuş askerler ormanı” gibi.
Hatta bir köy evinin önünde yatan üstleri karla örtülmüş cesetler görülüyor. Hilmi Bey, evin kapısını açtırıyor. İçeride odun tomrukları gibi üst üste dizilmiş cesetler var. Soğuktan bronz heykeller gibi duruyorlar, hiç bozulmamışlar. Yarbay Aziz duygularını gizleyerek: “bunları niçin defnetmediniz?” diye soruyor. Hilmi Bey, çaresizce başını öne eğiyor: “Toprak donmuştur. Kazma işlemez” diyor. (A. Müderrisoğlu, Sarıkamış Dramı, s.196)
Karlar erimeye başladıktan dört beş ay sonrasında binlerce asker cesedinin ağaç dallarında asılı kaldığı ortaya çıkmıştı. Yöre köylüleri, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri görüp dehşet içinde ürperiyorlardı; “O iskeletler nasıl çıktı oraya?” diye. Oysa ağaçların üstüne çıkan “iskeletler” değildi. Ağaçların boyunu aşan karların üzerinde yol almaya ve dağı geçmeye çalışan askerler bastıkları ağaç dalları üzerinde donup kalmışlardı! Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, birçok cesedin gözlerini ise kuşlar didikleyerek oymuştu. Açıkçası o yıl yabani dağ hayvanları, çakallar, kurtlar, kuşlar, kargalar insan etine doymuştu. Etlerinden sıyrılan iskeletlerde karların erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Yöre köylüsünden bir ihtiyar dede şöyle anlatmıştı: “Buradan o dağlara baktığımızda, üzerlerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu ancak yanlarına gidince anladık.” Bilmiyorum ben gözyaşlarına boğulurken sizleri daha fazla ağlatmaya ne hacet? Üstünde ince bir gömlekle -45 derece, iki metre karın ve dondurucu tipinin üstüne atılan askerlerin ardından ağlayın ağlayabildiğiniz kadar. İnanıyorum hiç görmediğiniz ve adını birkaç sefer duyduğunuz Türk dedenizle benim Kürt dedemin iskeletleri de orada ağaç dallarında asılı kalmıştır.
Enver Paşa hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a döner. Arkasında binlerce kefensiz kar çiçeği bırakarak. Facia için Enver Paşa şöyle der: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi?” İşte, asıl vebali yüklenenler, o generalleri o makama getirenlerdir. Bilerek onların suçlarına ortak olmuşlardır. İşgüzarlık yapmayı komutanlık sayanlar, hak etmediği makama uçarak oturanlar, bu milletin canını daha çok yakar. Söyleyeceğimi abartılı bulabilirsiniz, ama şunu iyi biliniz ki, gerek Çanakkale’de gerekse de Sarıkamış’taki kıyım Müslüman evlatlarını ve münevverlerini azaltmaktan başka hiçbir işe yaramadı. Şu da anlaşıldı ki; “ırkı kutsamaya” kilitlenmiş yamuk kafalar, kafatasçılar, şahlar, şıhlar, paşalar, kaya gibi adamlar adeta Allah’ın azap kamçısına müstahak Semud kavmi misali, elleriyle yonttukları putlara, kayalara toslayacak. Toslamasına toslarda duayı fiiliyatta arayan biz Müslümanlar ise dimdik ayakta kalacak, Allah’ın yardımıyla; “Türk milliyetçiliği de, Kürt milliyetçiliği ezilip gidecektir.”
Bana gelince, iki Enver’e de hakkımı helal etmiyorum. Biri 90 bin kişinin katili, diğeri 70 bin kişinin. Biri kar aradı, diğeri kâr aradı. Biri buzların içinde, diğeri açlığın içinde dondurdu insanımızı. Birisi sarayın damadı, diğeri Albay’ın damadı. Biri Turancı, diğeri ihlasçı. Hadi şimdi çıkın işin içinden…