Şahin ÖZDAŞ
FİLİZDİN -II-
Yahudiler için Arz-ı Mev’ud’un sınırları kutsal kitapları olan muharref (tahrif edilmiş) Tevratlarında, insanın kanını donduracak hükümlerle şöyle çizilmiştir:
. “O gün Rab, Abraham’la ahd edip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, Kenileri ve Kenizzileri ve Kadmonileri ve Hittileri ve Perizzileri ve Refaları ve Amorileri ve Kenanlıları ve Gırgaşileri ve Yebusileri senin zürriyetine verdim!” (1).
. “Yahudi olmayanın kanını akıtmak Allaha kurban sunmaktır.” (2).
.“Yalnız Yahudi olanlara insan gözüyle bakılır. Yahudilerden gerisi sadece birer hayvandır.” (3).
.“Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.” (4).
. “İhtiyarı, genci ve ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için vurun, gözünüz esirgemesin ve acımayın.” (5).
Siyonizmin fikir babası “Theodor Herzl” 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan birinci “Siyonizm” kongresinde, “Ben, Basel’de Yahudi devletini tesis ettim. Bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyada bir kahkaha tufanı kopar. Fakat bundan beş sene, belki elli sene sonra muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır” (6) diyerek, çağrısını bütün dünyaya ilan etmişti.Siyonistler İsrail’de kurulan devletin “göstermelik”olarak kalmaması için, Yahudi nüfusun İsrail’e göç etmesini istiyordu. Oysa bulundukları ülkeleri sömüren Yahudilerin, İsrail’e gitmeye hiç de niyetleri yoktu. İşte o anda ortaya Hitler çıkarıldı.
İkinci dünya savaşına kadar sistemli bir şekilde sürdürülen göçte Hitler’in payı büyüktü. Çünkü Hitler eliyle katliamlar yapıldı.Hitler’in adamları Yahudilerden bazılarını öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak Yahudilerin mahallelerin sokaklarında dolaştırmaya, oraları terk etmemeleri durumunda kendilerinin sonunun da aynı olacağı tehditleri savurmaya başladılar. Bu olaylardan sonra Yahudiler çekirge sürüleri gibi Filistin topraklarına daha bir hızla akın etmeye başladılar. Böylece 1933 ile 1945 yılları arasında geçen 12 yıllık süre içinde Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu 800 bini buldu. Bu yüzden bazı tarihçiler Hitlerin Siyonist örgütlerle işbirliği yaptığını söylemişlerdir. Filistin topraklarındaki Yahudi terör örgütlerinin devlete dönüşme süreci 1947’den itibaren başladı.
Nihayet Yahudiler, 2. Dünya savaşı galipleri olan Amerika, İngiltere, Rusya ve Fransa gibi ülkelerin desteğini alarak ve Ortadoğu’daki iktidar boşluğundan da istifade ederek, Filistin topraklarının bir kısmı üzerinde, 15 Mayıs 1948’de “İsrail” adında “Yahudi Şeriatına dayalı” bir devletin kurulduğunu açıkladılar. İsrail işgalci Siyonist devletinin kuruluşu BM tarafından 1948’de resmen onaylanarak desteklendi. Bu destekle en mücehhez silahlarla donanmış “Siyonist Yahudi silahlı çeteleri” tarafından, Müslüman kitleler kendi öz vatanlarından korkunç kanlı eylemlerle kovuldular. “Siyonist İsrail rejimi” gerçekte bir devlet değil, “İşgal ve gasb olunmuş, çalınmış bir vatan” üzerinde kurulmuş, silahlı haydutlar rejimi durumundadır. Yahudileri başkaları katletmiş ve fakat bunun karşılığında onları katledenler değil, Müslümanlar şehit edilmiştir.
“FİLİZDİN –I-“yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, 1924 yılında Hilafet’i kaldıran M. Kemal ile başlayan tarihimize dönecek olursak;Filistin'dekomutaniken İngilizlerin mandacılığını (himayesini) büyük bir özveriyle istemeye kalkmış, aynı zamanda Fransız laikliğini de benimsemeye, ikame etmeye ve yaymaya başlamıştı. Çok daha sonraları okullarda tüm eğitim laiklik ideolojisine göre verilirken, okuldaki çocuklar laiklikle aşılanmış ve böyleceMüslümanlar çocuklarını Müslüman olarak okula gönderirken, çocuklar akşam okul çıkışı laikolarak evlerine dönmeye başlamışlardı.
Yani açıkçası başka bir deyimle Müslümanlar ciğeri kediye, kuzucuklarını kurda teslim etmişlerdi. Hala daha sığ veya sığır akıllılardan birçok zevat: Bütün dünya bu adamı kabul ediyor! Bütün dünya bu adamı takdir ediyor! Çünkü “7 düveli yendi!” gibi aralıksız maval okumaya devam ediyorlar. Yok ya! Yenmişmiş, miş, miş! Hele bu Kemalistlerin; “M. Kemal ne yapsın düşman çoktu!” gibi savunmalarına cevap vermeye bile değmeyeceğini düşünüyorum: “O cephede sadece İngiliz birliklerinin olduğunu sağır sultan duyup bildiği halde, siz hala bilmiyor musunuz? Hani ATA’nız 7 düveli yenmişti? Yoksa bir İngiliz ordusuna karşı mı galip gelemedi? Ayrıca müttefik “Liman Von Sanders Paşa” Alman olduğu halde Çanakkale’de altı buçuk ay nasıl dayanmış? M. Kemal elin Almanı kadar olamamış mı?
Filizdin’in elimizden çıkışının başlangıcını, 1918 tarihinden itibaren irdeleyecek olursak; Bakınız! M. Kemal kendi kafasına göre hareket ederek 5 Ekim 1918’de Halep’e gelmiş (7), iki gün sonra, 7 Ekim 1918’de İstanbul’daki bir arkadaşına (İngilizlerle) barıştan başka yapılacak bir şey kalmadığını bildirmiştir (8). Ekim sonuna doğru ise karargâhını tren istasyonunun iki kilometre kadar kuzeyinde bulunan tepeye almış ve Halep şehrini boşaltmıştır (9). Açıkçası M. Kemal, Filizdin cephesinde ağır zayiat verip Şam’a (Riyak’a), Şam’dan Halep’e ve nihayet Halep’ten de kaçması, takriben “40 gün” gibi kısa bir süreçte olmuştur.
19 Eylül 1918’de başlayan Nablus Meydan Muharebesi’nden itibaren, 26 Ekim 1918’de Halep kuzeyinde “Katma’da” yapılan son muharebeye kadar geçen ve takriben “40 gün” devam eden geri çekilme süresince, Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığının, “75 bin esir, 360 top, 800’den fazla makineli tüfek, 200 kamyon, 44 otomobil, 89 lokomotif, 468 yük ve yolcu vagonu” zayiatı olmuştur (10).
Oysa, Birinci Cihan Harbi’nde toplam esir düşenlerin sayısı 202 bin kadardır. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, en çok esiri, 75 bin kişiyle M. Kemal Paşa’nın kumanda ettiği “Filistin cephesinde” verdiğimizi yazmaktadır (11). Acaba! Sadece bir “geri çekilme” sürecinde bu kadar zayiat verilebilir mi, hayret ki ne hayret!
Hatta bu gelişmelere oldukça kızan Harbiye Nazırı Enver Paşa, Fevzi Paşa’ya “M. Kemal Paşa ordusunu bırakıp kaçmış, hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim” (12) demişti. Ayrıca M. Kemal, Halep’ten Sultan Vahideddin’e çektiği “çok gizli” telgrafta şöyle diyordu: “Müttefiklerle olmadığı takdirde, (İngilizlerle) ayrı olarak, mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır.” (13).
İlk kez 1932'de İngiltere'de basılan kitap M. Kemal'in sağlığında yayımlanan ilk biyografisi olmuş ve kitabın ismine “Bozkurt” ismi verilmiştir. Yanarım yanarım da bu uzun bacaklı, uzun kulaklı İngilizlerin “MÜSTEMLEKE!” bakanlığının yani diğer ismiyle; “diğer ülkeleri sömürme bakanlığının” varlığından haberi olmayanlara yanarım! Hani, Kızılderililerin güzel bir sözü vardır, şöyle derler: “Eğer bir suda iki balık kavga ediyorsa, bilin ki az önce oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” Peki, elin gâvuru neden bazı mankurtları “Bozkurt!” gibi isimlerle takdir ve taltif ettiriyor! Acaba nedenini zerr-i miskal hiç düşündük mü?
Canım ne var bunda yani! Türkiye’deki sevicilerini takdir ve taltif ettiriyor, hatta onlara “onur” belgesi bile veriyor. Yanılmıyorsam, 1995 yılıydı. O yılın vergi rekortmenliğini fuhuşhane sahibi olan, Yahudilere yardımları ile ün salmış, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan İslam düşmanı “Matild Manukyan” adında bir kadın almıştı. Bu kadın, köleci bir teslimiyetle kozmetik firmalarının sömürüsüne kendisini bırakarak saçlarını yaptırıp, çarpıcı renklerle makyajını tamamlayan, kokusunu süren, modern görünümlü kadınları pazarlama ustasıydı. Aynı zamanda “Sabancısını, Koçunu, Eczacıbaşını ve Doğanı geride bırakarak vergi rekortmenliğine koşmuş, Türkiye devletinin büyük ödülüne layık görülmüş veONUR belgesini hak etmişti.”
Sömürgeci kâfirlerin gayri meşru çocuğu olan Yahudi siyonist İsrail, Müslüman beldelerin ortasına sapladığı bir hançerle, İslam Ümmetinin başındaki hain liderler veAmerika, İngiltere gibi ülkelerin muvafakatiyle Gazze Şeridi'nde başlattığı menfur saldırıyla Müslüman kardeşlerimizin pak kanını küstahça akıtmıştır. Sözde “İslam ülkelerinin!” yöneticileri, ne Allah (cc)’tan, ne Rasulü (sav)'den ve ne de Müminlerden utanmaktadırlar. Saldırı sırasında bombardıman uçaklarını gözlemeleri, ölü ve yaralı sayısını saymaları, ardından da kınamada ve eleştirmede birbirleri ile yarışmaları adeta onların simgesi haline gelmiştir.
Zira düşmandan önce Gazze şeridini kuşatmaya alanlar ve halkını ölüme sürükleyenler bizzat kendileridir. Kaçarak kurtulmak isteyen savunmasız Filizdin halkının yaşlı, mecalsiz ve çaresizlerin kanlarının alınlarına dökülmesini sağladılar. Ardından da Gazze katliamına nasıl bir cevap vereceklerini "ele almak!" üzere toplantıların yapılması çağrısında bulundular. Bazen ikili temaslar halinde halklarının gözünü boyamak için uydurdukları A ve B planları, bazen zirve toplantıların yapılması, bazen dışişleri bakanlarının bir araya gelmesi ile göz boyadılar, bazen de Arap Birliği’ne çağrıda bulundular. Bu ise, adetleri olduğu üzere her zaman yaptıkları gibi, bir araya gelerek zıkkımlandıkları ve ardından da ne dedikleri belli olmayan “kem kümlü bir sonuç bildirgesi” ilan etmekten başka yaptıkları nedir ki?
Filizdin’de yaşananların sorumluları, yaptıklarını kendileri seyrettikleri gibi, aynı zamanda dünyanın da seyretmesini sağladılar. Maalesef bu seyirciler arasına artık “Müslümanları!” da katmayı başardılar. Sönen ocakların ardında tüten dumanları uçaklardan, televizyonlardan, uydudan veya başka şekillerde seyredenler, aslında kendi felaketlerini kameraya kaydediyorlar, ama farkında değiller. Bilmiyorlar ki, ilahi kayıt asla boşa işlemez, boşa kürek çekmez. Gayretullaha dokunanlar bunun faturasını en ağır biçimde elbette ödeyeceklerdir. Dökülen gözyaşları ve akıtılan kanlar, ilahi gazabın depolanıp felakete dönüşmesini sağlayacaktır.
Bilmem kaç yıllık Müslümanız, İslam kardeşliği hakkında hepimiz dahil etrafımızdaki “kerli ferli” veya “kelli felli”Müslüman olduğunu söyleyenlerden kaçta kaçı tevhidi bilince sahip olup vahdeti özlemektedir. Şuna inanınız ki; Namazda saf tuttuğumuz gibi yaşadığımız hayatın her safhasına bu saf düzeni aksettirilirse, hiçbir kâfir, hiçbir Yahudi topraklarımızı Allah (cc)’ın izniyle işgal edemez, çocuklarımızı öldüremez, namusumuzu çiğneyemez, insanımızın ayaklarını kilitleyemezdi.
Ayrıca Filizdin’de kardeşlerimiz vahşice şehit edilirken, burada satılmış aşağılık kurum ve kuruluşlar katliamlara alkış tutamaz, Yahudi sevicisi medya Siyonist saldırıları haklı göstererek öldürülenleri aşağılayan bir üslupla olayları aktaramazdı. Müslümanların dünyasında, dağınıklığın, parçalanmışlığın, acizlik içinde yalvarmanın, çocukları ziyaret edince zırıl, zırıl ağlamanın hiçbir faydası kalmamıştır artık.
Kundaktaki bebekleri bile öldürmekten çekinmeyen bu azgın katillerle olan hesabımız elbette görülecektir. Ve bu hesap, gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar durmadan aralıksız devam edecektir. Ama ben öyle hissediyor ve öyle İnanıyorum ki, Allah’ın izni ile TÜM ŞARTLAR BİR ARAYA GETİRİLDİĞİNDE bu hesap pek yakında görülecektir. Elbette bir gün nefesimizi tüketiriz, ancak küçücük bir “Filizin”kanlarıyla suladığı ağaçlar mutlaka ama mutlaka ayakta ölür.
Müslümanlar! Artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Aşağılık Yahudi varlığını kıytırık tepkileriyle eleştirerek veya kınayarak Filistin'deki Müslümanlara vahşice saldırmasına cesaret veren bu uşak yöneticilerinizi alaşağı etmenin zamanı tam gelmiş ve geçmiştir bile. Bunun yolu ise, sadece meydanlara dökülerek bu vahşete, bu saldırıya karşı nefret duygularınızı dile getirip ardından hiçbir şey olmamışçasına evlerinize çekilmeniz değildir. Sakın yöneticilere aldanmayınız. Yoksa yürüyüş, gösteri veya dayanışma eylemi yapmanıza izin vermeleri ile yetinir ve bağırarak yolda yürüdüğünüze müsaade ettikleri için kendilerine bol bol hayır duada bile bulunabilirsiniz! Sakın ha sakın böyle yapmayınız! Bilakis ağırlığınızı, onların yüksek tepelerde, ulaşılmaz Çanlı kaya üzerinde kurulu ihtişamlı saraylarına, mavi, pembe köşklerine, villalarına yoğunlaştırınız ki onları, ordularını savaş için harekete geçirmeye mecbur bırakabilesiniz. Ancak bu şekilde kâfirlerin Müslümanların kalbine zehirli bir hançer olarak sapladığı Yahudi varlığını kökünden söküp atabilirsiniz.
Velhasıl, ümmetin coğrafyasının her tarafı kan ve ıstırap içindeyken bir kısım insanların “harıl harıl” tatil planları yaptığı, kurbanı bilmem hangi derneğe ısmarlayıp içinden sıyrıldıkları günlerde, sürgünde, hapishanelerde, kamplarda, insan olmanın onuruna yakışmayan şartlar altında binlerce kardeşimiz de bayramı karşılayacaktır.
Bu vesileyle kardeşlik için, malını mülkünü, ailesini bırakıp bir derde deva olabilir miyim ümidiyle, ümmetin yetimlerinin başını hiçbir karşılık beklemeden okşamak için diyar diyar gidenlere bayram mübarek olsun. Seccadesinde ümmetin özellikle de Filizdinli kardeşlerimizin ahvali için gözyaşı döküp yakaran duacılara, bir lokmasını muhtaç kardeşiyle ve komşusuyla paylaşma derdine düşenlere bayram mübarek olsun.
Tatilden istifade ile soluğu tatil beldelerinde değil de, sıla-i rahim yaparak anne babasının hayır dualarını alma yarışı içerisine girenlere, bayramı vesile ederek filizlenmiş yavrularımıza “tevhidi” anlatarak ortalığı şenlendirenlere de bayram mübarek olsun.
Kurban bayramının; Ümmetin Kur'an'a topluca sarılıp dağılmamasına, tağutların zulmünden kurtulmasına, TEVHİDle dirilip şeref bulmasına vesile olması niyazımızla bayramımız mübarek olsun.
- BİTTİ -
Dipnotlar
(1)Tekvin-Bab:16 cümle:18
(2)(Talmud Bölüm Hoşemha-Mişpat Yoreh deah)
(3)(Talmud Bölüm Hoşemha-Mişpat Yoreh deah)
(4)(Samuel, Bab 15, cümlet: 3)
(5)(Hezekiel, Bab 9, cümle: 5-6)
(6)Vital, The Origins of Zionism, s. 396
(7) Necati Çankaya, Atatürk’ün Hayatı, Konuşmaları ve Yurt Gezileri, Tifduruk Matbaası, Ankara 1995, sayfa 22.
(8) Murat Bardakçı, M. Kemal’in Kaleminden: Orta Doğu’yu Nasıl Kaybettik?, Hürriyet gazetesi, 12 Ocak 2003, sayfa 18.
(9) Ayfer Özçelik, Ali Fuat Cebesoy, Hayatı ve Faaliyetleri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk Inkılâp Tarihi Enstitüsü, 1989, sayfa 119.
(10) Sabahattin Selek, Anadolu Ihtilali, Istanbul, Burçak Yayınevi, 1968 cild 1, sayfa 31.
(11) Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı’nın Çöküşü, Timaş Yayınları, Istanbul 2014, sayfa 76.
(12) Murat Sertoğlu, Mareşal Çakmak’ın Hatıraları, Hürriyet Gazetesi, sayfa 3, 11 Nisan 1975.
(13) Atatürk’ün Bütün Eserleri, cild 2, Istanbul 2003, Kaynak Yayınları, sayfa 232.
(14) Bozkurt: M. Kemal'in sağlığında Türkleri pek de sevmediği bilinen Amerikalı bir yazar olan “Harold Courtenay Armstrong”, onun bu özelliğini yani “Bozkurt” imgesine düşkünlüğünü bildiğinden, dönemin Türkiye'sini anlattığı kitabına “Bozkurt” adını koymuş. O’da sağlığında bu kitabı okumuş ve ülkede yayınlanmasına izin vermiştir.