Bünyamin ZERAN
FARK EDEBİLİYOR MUYUZ?
Fark etmek duygusu üzerine hiç düşündük mü? Hayatınızda fark ettiğini sandığınız ama uzunca bir yaşamın sonunda fark edemediğinizi gördüğünüz şeyler olmadı mı? İnsan, gözüyle tüm evreni görebilir ama tümüyle fark edemez. Fark etmek psikolojik olarak algıda seçicilikle alakalı bir durum olduğunu düşündüğümüzde bizim fark edebildiklerimizde algılarımızın ne yönde çalıştığı ile ilintilidir. Bir sinemanın içine bir grup insan yerleştirelim. Sinema perdesinin önünde ani görülemeyecek kadar hızlı bir cisim hareket ettirelim ve sinemadaki insanlara ne gördünüz diye soralım. Kuşkusuz aldığımız cevaplar o an için kişinin ihtiyaç hissettiği şeyler olacaktır. Aç ise ekmek görmüştür, susuzsa suyla ilgili bir şey görmüştür. Fark edebilme duygumuz aynı zamanda bizim hayatı nasıl algıladığımızı da gösteren birer belge özelliğini taşımaktadır.
Allah, Kur’an’ın ilk suresinde insana fark etme duygusunu veriyor: “Yaratan Rabb’in adıyla okumak…” tüm evreni, insanın kendisini, yaptığı ve yapacağı eylemleri terbiye eden bir Rabb’in adıyla okuyabilmeyi fark edebilme. İşte konunun en başına dönüyoruz böylece. Bizim fark ettiklerimizle fark etmemiz gereken ama bir türlü fark edemediğimiz şeylerin ayırdımını yapabilmeye dönüyoruz. Çağımızın Müslüman portresinin sınıfta kaldığı konulardan biri de fark etme duygusudur maalesef. Modernizm, bireyi tüketim köleliği içine hapsedip değerlerinden arındırırken ve bireyde sorumluluk duygusunu yok ederken Müslüman bireylerin çoğunluğu maalesef bu savaşıma kayıtsız kalmaktadır. Allah’ın adıyla hayata gereğince bakabilme yetilerinden uzaklaşmaktadırlar. Haliyle bu durum giderek kayıtsızlığa ve çağın popüler kültürüne angaje olmaya yol açmaktadır. Oysa farkında olmak duygusu bireye ilahi sorumluluklarını hatırlatır. Çağın popüler kültürüne karşı değerlerinle ayakta durmayı, tağutlarla her kulvarda savaşım verebilmeyi zorunlu hale getirir. Farkında olmak bireye hangi safta durduğunu ve safın neresinde olduğunu hatırlatır.
Çoğu zaman kendimizi İslami bir yaşam içinde en ön safta olduğumuza ya da en azından İslamın safında olduğumuza inandırırız. Bu durum İslami belli bir ritüel kalıplarda düşünmemizden ileri gelir. İslam belli kalıplara sığmayan ve hayatın her alanında söyleyecek sözü olan bir yaşam şeklidir ki teorisini Kur’an oluşturur pratiğini ise Müslüman. Enfal suresini hemen göz önüne getirecek olursak yerinden yurdundan edilmiş hicrete zorlanmış ashab başlarında Allah’ın resulü olduğu halde bedir savaşına girişirler ki bu savaş müminlerle tağuti güçlerin ilk savaşıdır. Onca sıkıntı, onca darlıktan sonra ilk defa masaya yumruklarını sertçe vurduğu ve talihin Müslümanlardan yana döndüğü bir savaşı yaşarlar ve bilindiği gibi savaş müminlerin üstünlükleriyle son bulur. Öncelikle mümin karşısındaki gücün tağuti bir güç olduğunun ve kendilerinin de Allah’ın mümin kulları olduklarının farkındadırlar. Ne var ki fark etme duygusunu ganimet paylaşımı sırasında unutmuşlardır. Sermayeyle tanışma, refahla yüzleşme durumunda o islamın ilk çekirdeği dediğimiz, Allah resulüyle birlikte birçok işkence ve zulümden yüzünün akıyla çıkmış müminler bir anda hangi safta olduğunu unutmuşlardır. Onun içindir ki Allah müminleri ganimet konusunda uyararak ganimetlerin tamamının Allah ve Resulünün olduğunu bildirmiştir. Öyleyse farkında olmak iman ettim demekle bitmiyor aksine iman ettim demekle fark etme duyumuzu daha da keskinleştirmemiz gerekiyor ki Bedir savaşındaki müminlerin pozisyonuna düşmeyelim.
Her insan kuşkusuz hayata farklı pencerelerden bakar. Kimisi ideolojik bakar kimisi ideolojilerden arınmış yalın halde bakar. Kimisi dinsel içerikli bakar kimisi dinin halkları sürüleştirmek için bir afyon olduğunu düşünerek bakar. Birde hayata bakamayanlar vardır. Fark etme duygusunun kendilerine katacağı zenginlikten bi haber kimseler vardır. Bunlar hayatı sorumluluk almadan gündelik yaşarlar. Ne kendilerine, ne ailelerine ne de dünyaya dair hiçbir kaygıları bakış açıları yoktur. Duyularını kaybetmiş bir güruhtur.
Descartes gibi “düşünüyorum öyleyse varım” veya Camus gibi “başkaldırıyorum öyleyse varım” cümlelerini kurabilmek varlığını fark edebilmekle ilgilidir. Eğer insan hayatında bir devrim ya da hicret yapacaksa kendisini devrime veya hicrete sürükleyen unsurları fark etmesi lazım. Bir şeylerden rahatsız olmalısınız ki kendinizi rahat ve huzurlu hissedeceğiniz bir hayata adayabilesiniz. Yani çirkinlikleri fark etmelisiniz ki güzelliklerin peşine düşebilesiniz. Allah, toplumlara tevhidi deklare ederken putları ve tağutları fark ettiriyor. Onların ne kadar güçsüz, ne kadar çaresiz ne kadar kibirli, ırkçı, toplumları sınıfsal tabakalara ayıran ifsadçı, şehvet düşkünü, toplumların kanını emerek kendilerine hayat bahşeden aşağılık birer yamyam oluşlarını fark ettiriyor. Sonra da tevhidin insanı nasıl özgürleştirdiğini, toplumsal dengeyi nasıl kurduğunu, insanların etnik ve sınıfsal farklılıklarından dolayı birbirlerine hiçbir üstünlüklerinin olmadığını, olamayacağını deklare ediyor. Allah, müminlere buyuruyor ki içinde Allah’ın adının anılmadığı her şeyden uzak duracaksınız. Yani Allah’ın yüceltilmediği, Allah’ın yüceltmediği her türlü eylem haramdır. Çünkü Allah’ın adının yüceltildiği her eylemde denge unsuru söz konusudur. Vasat ümmet dediğimiz unsur söz konusudur. En ideal toplum ancak Allah’ın isminin yüceltildiği toplumdur. Her an için Allah’ın isminin eylemlerimizde ve düşüncelerimizde tarafımızca yüceltilip yüceltilmediğini görebilmemiz için fark etme duygumuzu sürekli açık tutmak zorundayız.
Fark etme duygusu insana verilmiş bir sorumluluktur. Yola çıkmadan önce yolu fark etmek zorundayız, yola çıktıktan sonra da yolun dosdoğru olup olmadığını. Fark edebilme algımızı bir kontrol edelim, sağlıklı çalışıyor mu yoksa çalışmıyor mu... Yukarıda da belirttiğimiz gibi bazen fark ettiğimizi sanırız ama fark etmemişizdir. Yolda olduğumuzu sanırız ama yoldan çıkmışızdır. Yolu fark ettiğimizi sanırız ama yolsuzuzdur.