Gençlik Nereye?
Gençliğin, aslında doğru ifade etmek gerekirse her sınıftan ve her yaştan insanın sorunsuz olduğu dönem hiç olmamıştır. Sorunsuz bir insan ve toplum arayışında olmadığımı belirtmeliyim. Bununla beraber, gençliğin sorunlarına dikkat çekilmesi gerektiğine inanıyorum.
Her çağda, o günün gençliği, yetişkin kuşaklar tarafından ‘sorunlu’ görülmüştür, bunu kabul ediyorum. Fakat bugünkü gençlerimizin sorunları, böyle bir cümlenin rehavetine sığınarak geçiştirilemeyecek kadar çeşitli ve kaygı vericidir.
Gençliğimizin ilk sorunu, doğayla olan ilişkisi, daha doğrusu doğayla ilişkisizliğinde düğümlenmektedir. Öyle zannediyorum ki tarihin hiçbir döneminde insan (dolayısıyla genç nesiller) tabiattan bu kadar kopuk, bu kadar uzak olmamış, tabiata bu kadar bigâne kalmamıştır. Çocuklarımız ve gençlerimiz tabiatı tanımıyor, tabiatla ilgilenmiyor, en kötüsü tabiatı sevmiyor. Tabiata ilgi duymuyor. Tabiatın, başlangıçtan beri insanları heyecanlandırmış hiçbir unsuru, genç nesilleri heyecanlandırmıyor.
Gençlik tabiata kör ve sağır.
Peki, bu neden böyle?
Birkaç nedeni var benim görebildiğim. Kanaatimce en başta gelen birinci neden şu ki, teknolojinin aldatıcı/sanal dünyası genç nesilleri kuşatmış ve yutmuş vaziyettedir. Maalesef bilgisayar dünyası genç nesillere cennet vaad ediyor. Bilgisayar teknolojisi Samiri’nin buzağısı rolünü üstlenmiş vaziyettedir. Gençlik hayatın, her türlü iyi/güzel şeylerin, kendisini mutlu edecek değerlerin bilgisayar monitörü içerisinde bir hazine gibi saklandığını sanmaktadır. Ekmeksiz kalmaya razı ama bilgisayarsız kalmaya asla razı olmayan bir nesil yetiştirmiş vaziyetteyiz.
Artık Ruslar’ın Kazak gençleri mankurtlaştırmak için uyguladıkları onca işkenceye gerek kalmamıştır…
Peki, gençliğimiz neden tabiattan bu kadar kopmuş, teknoloji denilen ışıltılı alet edevatın içerisine kafasını gömmüş vaziyettedir? Bu, öncelikle yaşadığımız dönemin modern koşullarıyla alakalıdır. Ben yaşta olanlar, tabiatın bağrında yaşayan nesillerin son halkasıyız. Bizlerin çocukları bizden bambaşka bir hayatla karşı karşıyadırlar. Bu, köyden kaçarcasına koptuğumuz, şehre doluştuğumuz, bu yüzden de şehirleri beton çöplüklerine dönüştürdüğümüz bir hayattır. Köydeki yaşam tarzımızla şehirdeki yaşam tarzımız birbirine tamamen zıttır. Köyde ekmeğimizi, sütümüzü, yumurtamızı, pekmezimizi, domates ve soğanımızı kendimiz üretiyorduk. Yani çalışıyorduk, alın teri döküyorduk. Evlerimizde elektrik bile yoktu ki, bilgisayar olsun… Doğayla, hayvanlarla iç içeydik.
Hayat şartları bizi ister istemez tabiatla iç içe yapıyordu. Piknik diye bir şey bilmezdik çünkü her gün piknikteydik… Zayıflamak bir garabetimiz yoktu. Gıda terörüne maruz değildik. Belki biraz pasaklıydık ama şimdi anlıyoruz ki, dünyanın en kaliteli ve en ‘temiz’ besinlerini yiyip içiyormuşuz.
Bunları şunun için anlatıyorum: gençliğin sorunlarını konuşurken, gençliğin, kendisini cenderesine hapsettiği teknolojik dünyayı kendisinin oluşturmadığını, bu dönemin koşullarının onu bu cendereye itelediğini düşünmemiz gerekiyor.
Peki, buna rağmen çocuklarımızı ve gençlerimizi bu cendereden çıkartma imkânımız yok mudur? Bugünkü hayat şartlarını, yukarıda kısaca temas ettiğim bizim çocukluğumuzun şartlarına geri döndürmemiz mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şey kalmaktadır. Çocuklarımıza vereceğimiz bir bilinç eğitimi ile bu sorunu kısmen de olsa aşabiliriz. Çocuklarımıza tabiatı sevdirmenin yollarını aramalıyız. Teknolojinin, Samiri’nin buzağısını andıran etkisine karşı bilinçlendirebiliriz. Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa, bari beş yaşındaki çocuğumuzu bilgisayar denilen ‘yabancı’ aygıtın zindanına terk etmeyelim. Bunun için elbette ki önce ailenin, sonra okulun bilinçlenmesi gerekmektedir. Ama okulla ilgili karamsar bir tablo var karşımızda. Çünkü milli eğitim bakanlığı okulları teknoloji çöplüğüne döndürmek istemektedir. Şimdi bütün sınıflara ‘akıllı’ tahta yerleştirilmek niyeti, mesihi bir müjde gibi verilmektedir.
Bu durumda en sağlıklı eğitim kurumu olarak aile kalmaktadır. Ailenin yanı sıra, basiretini yitirmemiş birtakım vakıf ve dernek gibi sosyal mekânlar da önemli işlevler görebilirler.
Peki, teknolojiye karşı tabiat ne işe yarayacaktır? Tabiat sevgisi insanı hayata bağlayacak, sevgiyi, yaratılış mucizesini, insanın içinde yüzdüğü nimetler cennetini öğretecek; insanın sorumluluğunu hatırlatacak, insanın, halife olarak tayin edildiği bir dünyayı tanımasını sağlayacaktır. İnsanı bir karganın getirmediğini, tamamen amaçsız olarak dünyaya düşmediğini, onu var eden bir kudretin, kendisine halife misyonunu layık gördüğünü idrak ettirecektir.
Öte yandan tabiat sevgisinin insanın beden ve ‘ruh’ sağlığı üzerinde yapacağı olumlu etkiyi ne kadar anlatsak azdır.
Çocuklarımız sokakta arkadaşlarıyla oynamaktan değil, teknolojik bir aygıtta tek başına sanal bir oyunu durmadan tekrar etmekten hoşlanıyor. Aynı apartmanda oturan sınıf arkadaşıyla internet üzerinden sohbet(!) ediyor.
Gençliğimizin ikinci önemli sorunu, eğitim-öğretimle ilgilidir. Formel eğitim insanların bütün hayatını kuşatmış vaziyettedir. Diploma diye post-modern bir tür tanrı icat edilmiştir. Bu tanrı sayesinde herkes çocuğunun geleceğini garanti etmek sevdasındadır. Baş döndüren bir ‘geleceği kurtarma’ yarışı herkesi bir yerinden yakalamaktadır.
Formel eğitim, eski devşirme sistemine rahmet okutturmaktadır. Beş yaşından itibaren çocuklarınız sizin değildir artık. Ve hem de, yaşadıkları sürece sizin hiç olmayacaklardır. Onlar artık okuldan okula koşacak, okul bitince iş için sınavdan sınava seğirtecek, bir an önce bir iş kuracaktır. Kendisine, kendisi gibi çalışan bir (erkekse hanım, kız ise bey değil) bir ‘partner’ edinecektir ve hayat düzeni tümden değişecektir. Ev kirası ya da ev edinmek, araba almak için bankalar çocuğunuzu partneri ile birlikte çoktan ipotek altına almıştır bile.
Eğitim kurumu adı verilen okullar, gençliğin bambaşka bir sorununu teşkil etmektedir. Okullarda çocuklarımız düşünmeyi değil, sınava yönelik soru çözmeyi; fikir edinmeyi değil, soru bankalarını ezberlemeyi öğrenmektedirler. En iyi çocuk, sınavlardan en yüksek puanı alan çocuktur…
Okullarda, yeni dönemin insan, doğa, ahlak, hayat, toplum anlayışı genç dimağlara en ileri düzeyde zerk edilmektedir. Yeni anlayışın omurgasını para oluşturmaktadır. Bunu, teknoloji, iyi bir eğitim formasyonu ve iyi bir iş (gelecek) kurma gibi seküler hedefler takip etmektedir.
Üçüncü önemli sorun olarak maalesef, teknolojinin kattığı güç ve yeni dönem insan anlayışının getirdiği bakış açısıyla birlikte gençliğimiz alabildiğine özgürleşme, bireyleşme yolundadır. Aile, akraba, komşu, mahalle ve toplum bu yeni gençliği pek fazla ilgilendirmemektedir. Kendisi hayatın merkezidir.
Aslında ‘mahalle’ diyoruz da, mahalle yok olmuştur yeni dönemde. Sokak hakeza. Dolayısıyla gençlik için mahalleden ‘amca’, ‘teyze’ gibi büyükler de tarihe karışmıştır. Böyle olunca, alt katta oturan teyze, üst kattaki komşusunun liseye giden çocuğunun otobüste kendisine yer vermemesine razıdır, yeter ki oturduğu koltuktan koridora doğru uzattığı ayaklarıyla geçmesine engel olmasın…
Buraya kadar zikrettiğimiz üç sorunun birbiriyle alakadar hâsılası olarak, gençlik büyük bir ahlakî çöküntü ile de karşı karşıyadır. ‘Ahlakî çöküntü’ ile kadın-erkek ilişkilerinde iffet, namus, haram-helal gibi terimlerle tanımlanan davranış biçimlerini kastediyorum.
Okullarda genel kabul görmüş bir anlayış olarak mahremiyet denilen kavram neredeyse tamamen dumura uğramıştır. Kız-erkek arkadaşlığı, beş yaşından itibaren, devşirilmiş çocuklarımıza ‘itina ile’ aşılanmaktadır. Televizyon dizileri ve eğlence/magazin programları bu anlayışı perçinlemekte, internet ise iyice çileden çıkartmaktadır.
“Bu dediğiniz ‘tehlike’ her zaman vardı, her dönemde büyükler bu kaygıları taşımışlardır” mealinde bir eleştiriyi duyar gibi oluyorum. Bu gerçeği biliyor ve kısmen katılıyorum fakat bu sefer durum, geçmiş çağlardakinden çok farklıdır. Liberal yaşam tarzı ciddi şekilde ürünlerini vermeye başlamıştır. Doğa yürüyüşlerini seven biri olarak, kırların en mutena kesimlerinde karşılaştığımız bazı olayları burada zikretmek istemem. Meselenin en kötü yanı, Kitabımızın ‘fahşa’ ve ‘münker’ adını verdiği bu olaylara karşı kimsenin bir müdahalede bulunamaması ve hemen herkesin, şahit olunan çirkeflikleri bir şekilde içine sindirmiş olarak, fahşa ve münkerin yanından geçip gitmesidir.
Bu arada bir de kitabın öteki sayfası var: ‘dindar gençlik’… Bir taraftan yukarıda özetlediğimiz seküler gençlik yetişirken, diğer tarafta ise dinî duyarlılığı hayli belirgin bir gençlik kesimi de var. Fakat maalesef gençliğin bu kesimi de çok iç açıcı değil. Çünkü burada da gençlik, adına cemaat denilen organizasyonlar tarafından paylaşılmış durumdadır. Bilhassa neo-nurculuk olarak adlandırılan grubun eğitim anlayışı daha büyük sıkıntılarla malul. İlgili grubun dershane, okul, yurt ve evlerinde gençler tam bir tek tipleştirme eğitimine maruz kalmaktadırlar. Adı geçen mekânlarda gençler/çocuklar, kerameti kendinden ve müfrit şakirtlerinden menkul bir ‘tek adam’ figürüyle adeta afyonlanmaktadırlar. Dini, ahlakı, tefsiri, hâsılı her şeyi o ‘tek adam’ bilmektedir. Sohbet halkalarında sanki vahiymiş gibi tek tür kitaplar okutulmakta, farklı görüşler beyan edenler ‘sapkın’ muamelesi görmektedirler.
Bu mesele, bu günlerin canlı tartışması olan ‘dindar gençlik’ meselesini alakadar etmektedir ve bunu da bir başka yazıya bırakmamız daha doğru olacaktır.
Sözün özü, insani değerleri tanıtamadığımız bir gençliğimiz var. Kişi başına düşen milli geliri hızla artan, teknolojik araç gereçlerin en ilerisini kullanmakla övünen, beş yaşından kırklı yaşlara kadar, sonu gelmez sınavlar girdabında boğulan bir gençlikle karşı karşıyayız.
Bu girdaptan kurtulmak için çocuklarımıza sohbeti, okumayı, tabiatı gezmeyi, akraba ziyaretlerini sevdirmeliyiz. Çocuklarımıza kendi ellerimizle ‘geleceği garanti etmek’ adı altında öldürücü bir rızık korkusu telkin etmemeliyiz. Kısacası Din’i iyi tanıtmalı, iyi anlatmalı, iyi öğretmeli, birlikte iyi yaşamaya çalışmalıyız.
(Mehmed Durmuş / İktibasdergisi.com)