19-02-2012 09:11

‘Guantanamo Pakistan’

Mehmed Durmuş: Size bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Her ne kadar ‘bir kitap’ diyorsam da bu, aslında bir kitap değildir. Bu, görünürde bir kitaptır ama kapağını açıp da sayfalarını çevirdiğiniz zaman sizi alıp götürecek bir cehennem gezisidir.

‘Guantanamo Pakistan’

 

‘Guantanamo Pakistan’

Size bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Her ne kadar ‘bir kitap’ diyorsam da bu, aslında bir kitap değildir. Bu, görünürde bir kitaptır ama kapağını açıp da sayfalarını çevirdiğiniz zaman sizi alıp götürecek bir cehennem gezisidir. Pakistan’ın Taftan şehrinden giriş yaparsınız bu cehennem için, bir süre şehrinin belki dünyanın en geri kalmış köy ve kasabalarında yol aldıktan sonra otostop yöntemiyle bir pikaba binersiniz ve yorucu bir yolculuğun eseri olarak kamyonetin içinde tam uykuya dalmışken, yolu kesmiş olan Pakistan askerlerinin sizi alıp askeri bir kamyona bindirmesine karşı koyamazsınız… Sonra o kamyon sizi alır götürür, karanlık dehlizlere, yeraltında Allahtan başka hiç kimsenin sesinizi, çığlıklarınızı duymayacağı sorguhanelere, işkence hücrelerine

İşte bakın, ‘kitap’tan çıkıp gittiniz siz de çoktan, Pakistan’ın ölüm hücrelerine...

Bağışlayın, ya da ‘pardon!’, 173 gün geri dönemeyeceksiniz, çıkarken eşinizle, çocuklarınızla, varsa anne-babanızla helalleşseniz iyi olur…

Evet, size bahsetmeyi düşündüğüm kitap, Habbab Çetin Akdeniz adındaki bir insanın, Pakistan işkencehanelerinde geçen 173 gününün hatıratıdır. Habbab Çetin’i tanımıyorum. Habbab ismi sonradan kendisinin Çetin adına ilave bir isim olabilir mi, bilmiyorum. Tabi ki önemli değil. Çetin, Pakistan’da bodrumlarda işkencehanelerde birlikte işkence gördükleri, işkencelerine şahit olduğu Müslüman kardeşlerine, kendisi oradan kurtulduğunda şahit olduğu o işkenceleri, Pakistan istihbaratının yaptıklarını yazacağına söz vermiş ve yazmış. Ben de hiç değilse Çetin Akdeniz’in yaşadıklarını size tanıtmayı görev bildim. Bunu küçük bir vicdan borcu olarak hissettim. Kitap, sayesinde evime kadar ulaşmış olan Âdem Özköse’ye teşekkür ediyorum.

Çetin Akdeniz kitabı kendi imkânlarıyla yayınlamış olmalı ki, bir yayınevi adı bulunmamaktadır. Baskı tarihi de yok fakat henüz yeni olduğunu tahmin ediyorum.

Size, Çetin Akdeniz’in Pakistan istihbaratı elinde hayvanların bile barınamayacağı işkencehanelerde yaşananları birebir aktaramam. Sadece özet bilgiler vermeye çalışacağım. Böylece, -maalesef- sizler de biraz ‘rahatsız’ olacaksınız. Yeryüzünde insan görüntüsünde nasıl ve ne kadar varlıklar yaşadığına tanık olacaksınız. Bir insanın bu kadar nasıl vahşileşebileceğini havsalanız almayacak, belki günlerce okuduklarınızın etkisinde kalacaksınız. Çocuklarınızın yüzüne bakamayacak, eşinizin yanına yaklaşamayacaksınız. Belki biraz iştahınız azalacak… Belki de önünüze gelen nimetlerin kadr ü kıymetini bileceksiniz.

Şu da var ki, aslında işkence yeni bir şey değildir, sanırım insanlık tarihiyle yaşıttır.

Çetin’in 173 gün tutsak kaldığı sorgu hücrelerinde, diğer tutuklular kadar işkence görmediği anlaşılıyor. Fakat bu kadar süre zarfında tam anlamıyla işkence cehenneminin ortasında, o işkenceleri bizzat yaşamaktan beter olmuştur. O işkenceleri izlemek, yaşamaktan beterdir.

Yer altında bir tür mezar-evlerde her gün ölüp dirilen, her biri dünyanın bir bölgesine mensup bu insanlar birbirleriyle biraz tarzanca, biraz beden diliyle ve dil bilenler de bildikleri dillerle konuşup dertleşmektedirler. Birbirlerinin anası, babası, eşi, dostu, kısaca her şeyidirler. Kur'an, en büyük sığınaklarıdır. Vakit namazlarını hiç kaçırmamaya özen göstermektedirler, bazıları gece namazlarını hiç terk etmemektedir. Teyemmüm yapmaktadırlar hücrelerin küf kokan duvarlarında.

İşte yer altındaki o hücrelerde Çetin, Arap Müslümanların kendisine taktığı isimle ‘Şedit’, konuşma fırsatı bulduğu her tutuklu müslümanla konuşmaya, hikâyelerini öğrenmeye çalışmış. Bunlardan Sıvat’lı Esedullah adındaki bir gencin maruz kaldığı işkence dayanılır gibi değil. Esedullah, ilk Sıvat katliamında evsiz barksız kalan bir buçuk milyon insandan biridir. Enkazdan çıkardıkları birkaç parça ile çoluk çocuğuna bir baraka yapar. Kendisi bir ekmek kuyruğunda iken ISI elemanları alıp götürürler. O esnada hanımı gözaltına alındığını işitir ve askeri aracın olduğu yere gelir. Kafasına çuval geçirilmiş, elleri kelepçeli kocasını bırakmaları için yalvarır ama yalvarmaları en küçük bir tesir meydana getirmez. Araç hareket eder, dört aylık hamile kadın da arabanın arkasına asılır. Biraz sürüklenir ve sonra yere düşer.

Esedullah’ı işkencehanede hücreye kapatmışlardır, işkencenin her türlüsünü tatbik ederler. Sordukları soruların hiçbirini bilmemektedir ve cevap veremez. Hamile eşini alıp getirmişlerdir. Hücreye hanımını da girdirirler. Sorularına doğru cevap vermezse, hanımının namusuyla korkuturlar. Kadıncağızın elbiselerini paramparça ederler. Sorgu subayı askerlere, her türlü muameleyi yapabilecekleri talimatını verir. Fakat içlerindeki kin teskin olmamıştır ki kadını tekme-tokatla, sopalarla dövmeye başlarlar. Kadının vücudundan et parçaları savrulur. Yediği dayakla kadıncağız yere yıkılır, hücrenin içerisi kan revan içinde kalır, dört aylık bebeği düşmüştür. Bütün bunlar daracık hücrede olmaktadır ve kadının eşi Esedullah, elleri kelepçeli, ayakları zincirli oradadır… Kadıncağız yerde tam bir cenaze gibidir. Buna rağmen son bir hamle yapar, sürünerek kocasına doğru yaklaşır, ayaklarını kavrar ve öper. Kısık sesle şunu söyler: “Canım sana feda olsun Esed!...” Esedullah baygındır. Bir daha eşinden ve çocuklarından hiç haber alamamıştır.

Habbab Çetin Akdeniz’in anlattığı işkenceler akla hayale gelmedik türden. Burada sadece işkencelerin isimlerini saysak sayfalarca tutar. Bunlardan birini, en hafiflerinden olanını bahsedip, bu kısmı geçmek istiyorum. Eliniz arkadan kelepçelidir, ayaklarınızda kalın zincirler var. İşkenceci askerler, kafanıza şeffaf bir naylon torba geçiriyorlar. Kendi aralarında, kaç dakika dayanacağına dair bahis tutuyorlar, yani oyun oynuyorlar. İlk nefes alışlarınızda belki çok zorlanmıyorsunuz. Üç, beş, on derken naylon yüzünüze iyice yapışıyor. Renginiz morarıyor, yüzünüz gözünüz şişmeye başlıyor. Ciğerleriniz parçalanacak gibi oluyor. Yere yıkılıyorsunuz. Mutlaka o insanlar o anda ölümü en yalın biçimde hissetmişlerdir. Sonra sizi kaldırıp, naylonu çıkartıp yeniden takıyorlar ve kendi bahis oyunlarını tekrar ediyorlar.

İşte böyle, Pakistan istihbaratının zindanlarında işkence seansları.

Burada şöyle bir parantez açmak istiyorum. Pakistan istihbaratı, el Kaide üyelerini ya da el Kaide sandıklarını işkenceye tabi tutmaktadır. El Kaide’nin yöntemi, yaptığı eylemlerin haklı ya da haksız tarafları ayrı bir bahistir. Çetin Akdeniz’in anlattığı işkenceler, değil bir el Kaide üyesine, yeryüzündeki hiçbir insana yapılamaz, yapılmamalıdır. Hiçbir insan o işkencelerin en küçüğünü bile hak etmiş olamaz.

İşkencelerden geçirilen insanlar hayatları boyunca asla iyileşemeyecekleri kalıcı hastalıklara mübtela olmaktadırlar. Zaten oradan akli dengesi yerinde kalarak çıkabilmek bir mucizedir. Kimi kadınları timsahlara yedirmişlerdir.

Pakistan’da Amerikan askerleriyle birlikte yapılmaktadır sorgular, işkenceler.

İşte yeryüzünde, hemen şuracıkta, burnumuzun dibinde değilse bile, bize çok da uzak olmayan Pakistan’da bunlar olmaktadır. Muhtemelen şu dakikalarda da aynı işkenceler sürmektedir. Burnumuzun dibinde Irak’ta bunlar yıllarca yaşandı ve hala da yaşanmaya devam etmektedir. Bütün bunları ‘insan’ suretinde birileri, insan olan başkalarına yapmaktadır: ne için? Bu işkencelerle ne elde edilmektedir? Hangi mevziler korunmakta, nelerin kaybedilmesinin önüne geçilmektedir? Koskocaman bir Hiç!

Sadece müstekbir devletler, başta ABD olmak üzere batılı devletler, İsrail kendi güvenliğini sürdürmekte, onların piyonları Arap ve diğer halkı Müslüman ülkelerin diktatörleri koltuklarını korumaktadırlar. Olan ise Müslüman halklara olmakta, Müslümanlar yıldırılmakta, korkutulmakta, tedhiş edilmekte, hayattan bezdirilmektedir.

Demek ki cehennem hiç boşuna değilmiş… Cennet de öyle.

(Kaynak: Mehmed Durmuş-İktibas)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !