13-02-2019 21:26

İslam Davası

Rasulullahın davasına olan imanını iyi anlamalıyız. Onu başarılı kılan evveliyetle o imanıdır. Ardından, imanının gereğini yapmasıdır. Kırk senedir kendi toplumunda ‘müddessir’ ve ‘müzzemmil’ halde yaşayan Muhammed (a.s), Allah’tan aldığı vahiyle birlikte, birden tarihin ender kaydettiği o cevvaliyetle işine koyulmuş, bir anda bütünüyle gündemi belirleyen kişi olmuştur. Muhammed (a.s)’ın İslam davasındaki başarısını anlamamıza perde olan hususlardan biri, müddessir ve müzzemmil kelimeleriyle onu battaniyeye sarıp sedirine yatırmamız (uyutmamız)dır. Oysa müddessir ve müzzemmil buna değil, adeta ‘yok’ hükmünde olan bir insanın artık ‘var’ ve hem de en belirleyici olarak var olmasına denmektedir.

İslam Davası

Mehmet DURMUŞ / venhar.com

İslam davası çok büyük bir davadır. Kendisine ‘dava’ denilebilecek, ondan daha büyüğü yoktur. İslam davası üzerine Kur’an vahyinden bu yana sayısızca makale yazılmış, kitap neşredilmiş, nutuk îrad edilmiştir. İslam davası üzerine nice büyük üstadlar söylenmedik söz bırakmamışlardır. Ama bu yüce davanın ‘söz’den ziyade, eyleme dönüşmüşlüğünü gözümüz, gönlümüz ve kulaklarımız aramaktadır. O büyük üstadların, varsa bu uğurda güzel bir mirasları, işte odur bize yol gösterecek olan.

İslam davasını anlama-kavrama bağlamında mutlaka yazıp-çizmek gerekmektedir. Fakat yazılıp çizilenlerin bir kısmı bu yüce davayı uzaktan taşlamaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.  Diğer bir kısmı, sahibinin entelektüel tatminini sağlamakta, bir kısmı da elbette doğru şeyler söylemektedir. Ama şurası asla unutulmamalıdır ki, asıl davanın özü, bizzat yaşayarak gösterilenlerdir; derde deva olacak olan da bunlardır.

İslam davasının birinci ana umdesi, bu yüce davaya iman etmektir. İslam davasına iman, İslam’ın yegâne sahibi olan Allah’a imanın bir gereğidir. Allah’a iman ağacın kökü ise, İslam davasına iman, dallarıdır. Bu davaya yaşayarak şahitlik etmek ise, meyvesidir.

İslam davasına iman hiçbir şeye benzemez, başka hiçbir imanla kıyaslanamaz, şeriki yoktur. Çünkü başka davalar görece davadır. Başka davalar ya bir ucu menfaate dayandığı için davadır, ya içinde batıl bir maksat bulundurur ve sonuçta cahiliyedir. İslam davasının ise Allah’ı razı etmekten başka hiçbir gayesi, dayanağı ve kalkış noktası yoktur. İslam davası menfaat kaygısı içermez. Menfaat kaygısı içeren dava İslam davası değil, üzerine İslam kumaşından parçalar kesip yapıştırılan, göz boyama oyunudur.

İslam davasında korku olmaz. Çünkü bu yüce dava, sadece Allah’tan korkanların davasıdır. Allah’tan korkanlarda başka korkulara yer kalmamıştır. Kalplerimizdeki yersiz, asılsız, temelsiz korkuları Allah korkusuyla mübadele ettiğimizde, Allah davasını içimizde duymaya başlamışız demektir. Allah’tan başka birtakım korku unsurlarıyla bizi tedirgin eden, kalbimizdeki imanımızı sarsmaya çalışan korku ajanlarına değer vermemeliyiz. Kalbimize tesir edememeliler onlar. İslam davası gibi bir büyük davaya ev sahipliği yapan kalplerimiz, sürüngen yaratıkların giriş çıkışına kapalı olmalıdır.

İslam davasının tereddütsüz, tartışmasız örneği Rasulullah Muhammed (sav)’dir. İslam davasını anlamak ve kavramak için ona bakmak, onu okumak, onun hatt-ı hareketini anlamak yeterlidir. Onun bu mübarek davasında yanlışlar, tökezlemeler, ufuksuzluklar, korkaklıklar, kaçmalar, denizi geçip de derede boğulmalar yoktur. İslam davası Muhammed (a.s) nezdinde en berrak, damıtılmış, ayan-beyan, açık-seçik örnekliğine ulaşmıştır. Muhammed (a.s)’ın İslam davası örnekliğini takip etmek, kuşkusuz onun şehrini, sokaklarını, devesini ve entarisini bugüne taşımak değildir. Zaten bu zikrettiklerimiz davanın kendisi olmayıp, o günkü vasat ve vasıtalardır. Eğer ki topu taca atmak, davayı söz salatasına çevirmek gibi bir kirli niyetimiz yoksa, biliyoruz ki onun davasını ilkelere, hareket tarzına, eylem biçimine, ahlak kurallarına dönüştürerek bugünümüze getirebiliriz.

İslam davasının ikinci umdesi, bu yüce dava neyi gerekli kılıyorsa, onu yapmaktır. Aldığımız nefeslerimizi bile bu yüce davaya endekslememiz gerekir. İslam davasının ispatı, yaşamakla olur. Yaşayıp yaşamadığımızı ya da nasıl yaşayacağımızı yine, Kur’an’ın rahle-i tedrisinden geçmiş olan Allah Rasulü’nün o güzel örnekliğinde buluruz. Allah Rasulü bu yüce İslam davasını oturduğu yerden, başındaki sarığın sağladığı karizma ile ve on parmağında hazır bekleyen onlarca gizli mucize/olağanüstü hallerin kendisine sağladığı üstünlükle sürdürmüş ve başarmış değildir. Muhammed (sav)’in başarısı öncelikle onun azmi, kararlılığı ve gayreti ile doğrudan alakalıdır. Rasulullahın davasına olan imanını iyi anlamalıyız. Onu başarılı kılan evveliyetle o imanıdır. Ardından, imanının gereğini yapmasıdır. Kırk senedir kendi toplumunda ‘müddessir’ ve ‘müzzemmil’ halde yaşayan Muhammed (a.s), Allah’tan aldığı vahiyle birlikte, birden tarihin ender kaydettiği o cevvaliyetle işine koyulmuş, bir anda bütünüyle gündemi belirleyen kişi olmuştur. Muhammed (a.s)’ın İslam davasındaki başarısını anlamamıza perde olan hususlardan biri, müddessir ve müzzemmil kelimeleriyle onu battaniyeye sarıp sedirine yatırmamız (uyutmamız)dır. Oysa müddessir ve müzzemmil buna değil, adeta ‘yok’ hükmünde olan bir insanın artık ‘var’ ve hem de en belirleyici olarak var olmasına denmektedir.

Allah Rasulüne ve onun gibi, İslam davasını kendisine dava/iş edinen her mümine Allah’ın yardım edeceği kesin olup, buna iman etmek zorunludur. Lakin Allah, battaniyesine sarılıp yatan kimselere, bugüne göre söyleyecek olursak, bin bir türlü gaile güden, ardına sığınacak türlü gerekçeler icat eden, kalkmak (kıyam) için değil, oturmak (ku’ûd) için çabalayan kimselere değil, ataletten sıyrılan, üzerinden korku yorganını atan, dünyaya çakılıp kalmaktan şeytandan kaçar gibi kaçınan gerçek dava adamlarına yardım etmektedir.

İslam davası sabır istemektedir; tahammül, dayanıklılık, azim ve kararlılık istemektedir. Hafif rüzgarlardan, küçük sarsıntılardan, basit engellerden hemen yılan, başına gelen sıkıntıları abartarak ortalığı velveleye veren kimselerden dava adamı olmaz diye biliyorum…

İslam davası can ve mal ister. Canımızı ortaya koyup, malımızı esirgersek veya malımızı ortaya koyup canımız esirgersek, Allah da bizden cennetini esirgeyecektir.

İslam davası elbette ilim ister. İlimsiz dava da olmaz, dava adamı da. İlim ise öncelikle Allah’ın Kitabını iyi bilmektir.

Biz Müslümanlar, şayet bulunduğumuz halden şikâyet ediyorsak, ya iz’anımızda ya da ahlakımızda bir sorun var demektir. Çünkü Muhammed (sav) gibi davasını hayatı haline getirmiş dava adamları olduk da, Allah da bize, ona lütfettiklerini lütfetmiyor değil ki. Müminler olarak şu anda arzu ettiğimiz hayat şartları bakımından konumumuz, aldığımız mesafe eğer bir ‘hiç’se, demek ki İslam davası uğrunda gösterdiğimiz çaba da bir hiçtir. Yok eğer konumumuz ve mesafemizden memnunsak, demek ki çabamız da memnuniyet vericidir. Eğer konumumuz ve mesafemizi çok iyi görüyorsak, bu, çabamızın çok iyi olduğu anlamına gelmektedir. Hasılı, ne yapıyor, ne kazanıyorsak, biz kazanıyoruz; ne kaybediyorsak kendimiz kaybediyoruz.

Yüce İslam davasının izzet ve şerefi için bütün müminlerin başımızı ellerimiz arasına alarak makul ölçüler içerisinde düşünmemiz gerekmektedir. Düşünmeliyiz: Eksiklerimizi, nerede hata yaptığımızı, ihmallerimizi ve dünyaya meyledip etmediğimizi…

Davamız İslam davası olabilmek için müşriklerden, kafirlerden ve fasıklardan kesin olarak berî olmamız gerekir. Müşriklerle velayet bağı kurarak İslam davası güdülemez. İslam sadece Allah, Rasulü ve müminlerle velayet bağı tesis edenlere mümin demektedir.

İslam davası kıyamete kadar sürecek bir davadır ve hiç kimse bu yüce davaya bir değer katamaz, ancak İslam davası kişilere izzet ve şeref kazandırır vesselam.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !