“Yeni 28 Şubat`a rağmen Allah yolunda sabırla yürümeli ve asla korkup sinmemeliyiz
Muhterem kardeşlerim, “Eski 28 Şubat” sürecindeki konuşma, savunma, yazı ve kitaplarımda ifade ettiğim bazı hususları “Yeni 28 Şubat” sürecinde de gerekliliğine inanarak tekrar gündeme getirmek ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Muhterem kardeşlerim, “Eski 28 Şubat” sürecindeki konuşma, savunma, yazı ve kitaplarımda ifade ettiğim bazı hususları “Yeni 28 Şubat” sürecinde de gerekliliğine inanarak tekrar gündeme getirmek ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Biliyoruz ki, Kur’an yolundaki mücadeleyi sürdürürken, pek çok sıkıntı, zorluk ve darlıkların gündeme gelebileceği, ancak bunların bir imtihan olduğu ve bunlara karşı sabredip direnmenin önemi ve gerekliliği de yine Kur’an’da ifade edilmektedir. Allah’tan daha fazla hiçbir şeyden korkmadan, mallarımızı ve canlarımızı Allah yolunda sarf etmekten çekinmeden fedakârca çaba göstermemiz gerektiği yine Kur’an’da emrediliyor.
Müslümanlar olarak, korkmamıza, çekinmemize ve sinmemize yol açacak hiçbir şeyimiz yoktur. Biliyor ve inanıyoruz ki, sadece Rabbimize kulluk yapmak üzere yaratıldık. Yine biliyor ve inanıyoruz ki, bu kısacık dünya ömrümüzde, imtihandan geçirilmekteyiz. Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki, Rabbimiz, dünya hayatımızda uygulamamız gereken hükümleri, ilke, ölçü ve mizanı; ahlâki, hukuki norm ve değerlerimizi vahiyle bize bildirmiş olup bunlar kıyamete kadar geçerli hükümler olarak Kur’an’da toplanmış bulunmaktadır. O halde yapacağımız şeyler, son derece açık bir biçimde belli olup Allah’ın koruması altında değişmeden muhafaza olunan Kitapta, elimizdeki temel kaynağımızda yer almaktadır. Vahyin ilk şahidi olan güzel örneğimiz Rasûlüllah (s) tarafından da Kitabı nasıl anlamamız ve nasıl yaşamamız gerektiğine dair pratik ve nasıl bir yöntem takip etmemiz gerektiğine dair yoldaki işaretler, Rasûlün mücadele sünneti olarak ortaya konmuş bulunmaktadır. Sonuçta, Kur’an’ı hakkıyla okumak, İslam’ı sahih bir yöntemle öğrenmek, yaşamak ve yaymaktan ibaret olan İslami mücadele programımız, hiçbir şart altında vazgeçemeyeceğimiz ve hayatımızda hiçbir zaman belirleyici olmaktan çıkaramayacağımız kulluk görevimizi oluşturmaktadır.
Kulluk eksenli hayat tasavvurumuz, İslami hayat nizamımız, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarını kuşatan bir muhteva arz etmektedir ki, işte hiç gündemimizden çıkmaması gereken tevhid budur. Tevhid, bireysel ve toplumsal hayatımızın (ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve hukuki) hiçbir alanını Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlamamak ve hayatımızda başka ilahlarca doldurulacak boşluklar bırakmamaktır. Ve sonuç olarak biz Müslümanlar, bu sorumluğumuzun gereklerini yerine getirmekle, hiçbir sebeple İslami kimlik ve ilkelerimizden vazgeçmeden ve taviz vermeden bu yolda yürümekle mükellef olduğumuzu aklımızdan ve hayatımızdan çıkarmamalıyız. Rabbimizin rızasını kazanabilmek için, kulluk görevimizi yerine getirirken, ödemek zorunda bırakılacağımız bedelleri de Allah rızası için ödemeyi göze almak mecburiyetindeyiz. Bize şahsiyet ve onur kazandıracak, zillete düşmekten koruyacak olan; “izzet ve şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğuna” (Nisa Suresi, 4/139) dair samimi bir imanla kuşanmamız gereken böyle bir adanmışlık ruhudur.
O halde, insanların cennete gitmesi için fedakarca bir çırpınışı, herkesin kurtuluşa ermesine vesile olacak bir daveti ve tüm insanlara yönelik merhameti, adaleti temsil eden bizler, neden korkacağız? Kimseye zulümden yana değiliz ve şiddete dayalı yöntemler yerine, merhamet, adalet ve hikmet eksenli daveti esas alıyoruz. Kimseye şiddet kullanarak ve terör estirerek dinimizi dayatmıyoruz. “Dinde zorlama yoktur.”(Bakara,2/256), “Dileyen iman etsindileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29) ayetleri çerçevesinde, sadece merhamete dayalı bir daveti götürmekle görevliyiz. Üstelik, dinimize ve bize savaş açmayan her türlü inanç ya da düşüncenin müntesiplerine, iyilik yapmaktan, müsamahave adalet ölçüleri içinde davranmaktan yanayız. (Mümtehine, 60/8).
Bize zorbalıkla egemen olan zalimler ise, Allah’a şirk koşarak bunca haksızlığı, zulmü, sömürü ve talanı gerçekleştirdikleri için, gerçekte korkması gerekenler kendileri olduğu halde, onlar korkmuyorlar da, bizler, hak, adalet ve merhamet temsilcileri olarak, neden korkacakmışız? Bu konuda, Hz. İbrahim’de (as) de bizim için güzel bir örnek vardır. O kendisine zulmeden müşrik kavmine ve şirk yönetimlerine şöyle sesleniyordu: “Allah’ın üzerinize, hakkında bir delil ve belge indirmediği şeyi siz Allah’a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin (Allah’a) ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?” (En’am, 6/81).
İşte ancak böyle İbrâhimî bir tavırla, çağdaş Nemrutların oluşturdukları korku krallıklarının temellerini sarsacak onurlu bir duruş ve direniş sergileyerek ve Allah’ın kitabı Kur’an’a sarılarak özgürlüğe kavuşabileceğimizi unutmamalıyız. Kur’an’la büyük cihadın ve Allah’ın rızasını kazandıracak tevhidî mücadelenin sorumluluğunu kuşanmaktan geri durmamalıyız. Kur’an’da müminler için: “Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman (topluca) kendilerini savunurlar veya topluca karşı koyarlar.” (Şûra, 42/39) denilmektedir. Mü’minler için mücadele isteğe bağlı olmayıp mü’min olmalarının tabii bir gerekliliğidir. Bu mücadele ise, tüm mü’minlerin kardeşlik hukuku içinde bütünleşerek, topluca üstlenmeleri gereken bir sorumluluktur.
Şuara 227. ayetinde ise, Allah’ın kınamasından hariç tutulanlar arasında “iman edip, sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve zulme uğradıklarında karşı koyup öçlerini (ve haklarını) alanlar (kendilerini ve haklarını savunanlar)…”zikredilmiştir. O halde bizler de zulmedenlere karşı hak ve hürriyetlerimizi alma mücadelesinin sorumluluğunu omuzlayarak, güç birliği ve yardımlaşma ile hakkımızı savunarak Rabbimizin rızasını kazanmaya çalışmalıyız.
Kimseye zulmetmemeli, kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapmamalıyız. Ancak, kendimize de haksızlık ve zulüm yapılmasına asla müsaade etmemeliyiz. Zulme rıza göstermemeliyiz. Kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın her türlü zulme karşı itirazın, başkaldırının, direnişin onurunu kuşanmalı ve mazlum kim olursa olsun mazlumdan yana âdil bir duruşu sergilemeliyiz. Diğer yandan laik siyasiler ve yandaşları tarafından dinimizin tahrif edilmesine, İslam’ın egemen zorbalarca kullanılıp istismar edilmesine, İslamî kavram ve değerlerimizin İslam dışı sistem ve yönetimlerce içinin boşaltılıp değişime uğratılmasına ve bâtıla meşruiyet kazandırmak amacıyla Hakk’ın ve İslam’ın araçsallaştırılmasına da kesinlikle müsaade etmemeliyiz.
Mehmet Pamak'ın makalesinin devamını okumak için tıklayın...