``Şirk``in ayak sesleri
Kul ile Allah arasına serpiştirdikleri bu ilahları, kamuflaj malzemesi olarak kullanan “mele” takımı; kibir ve gururlarından, oyunbazlık ve hokkabazlıklarından, gariban halka karşı ahkam kesiliyorlardı! Bunlar, zalim krallara, despotlara, müstekbirlere karşı ise kırıtarak, sırıtarak, büklüm büklüm oluyor, envai şekil ve kılıklara bürünerek çok yüzlülüğün alasını sergiliyorlardı. Çünkü onların eteklerine yapışarak dünyalık mal, mevki, makam, şan ve şöhret devşirmekteydiler.
Mehmet Taş / Ufkumuz Haber
“Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Ve sakın bırakmayın; ne Vedd’i (aşk tanrısını), ne Suvâ’ı (nesli verdiği sanılan putları), ne Yeğus’u (yağmur tanrısını), ne Yeûk’u (kuvvet tanrısını) ve ne de Nesr’i (gök tanrısını)” (Nuh, 23)
Hazreti Nuh, kavmini putları reddetmeye ve Allah’a kulluk etmeye davet ettiği zaman, kavminin “mele” takımı (ileri gelenleri, kodamanları) pek çok tuzaklar kurarak; ayak takımı olarak gördükleri halkı peygambere karşı kışkırttılar ve onlara: “Sakın ilahlarınızı bırakmayın!” dediler. Çünkü bu mele takımı, bu ilahlardan dünyalık mevki-makam, şan-şöhret, mal-mülk devşiriyorlardı. Dolayısıyla mazlum halka dayattıkları sultalıklarından hiç de vazgeçme niyetinde değillerdi. İşte bu yüzden “sakın ilahlarınızı bırakmayın” diye din kisvesi altında halka emirler yağdırıyorlardı!
Evet, ne kadar da manidar hal, tavır ve davranışlardır! Mele takımının kendilerine, ‘sakın bu putlarınızı bırakmayın’ diye tembihledikleri ve sefihler diye tabir ettikleri kimseler de onlara kulak vererek bu putlara dört elle sarılıyorlardı. “Sakın ilahlarınızı bırakmayın!” Bu ilahlar sizi alıp en büyük ilaha götürür, sizi tehlikelerden, belalardan, kötülüklerden korurlar! Her daim sizleri gözetir ve yardımınıza yetişir, himmetlerini sizlerden esirgemezler!
Tüm bu söylemler, bu gün bizlere de ne kadar tanıdık geliyorlar!
Kul ile Allah arasına serpiştirdikleri bu ilahları, kamuflaj malzemesi olarak kullanan “mele” takımı; kibir ve gururlarından, oyunbazlık ve hokkabazlıklarından, gariban halka karşı ahkam kesiliyorlardı! Bunlar, zalim krallara, despotlara, müstekbirlere karşı ise kırıtarak, sırıtarak, büklüm büklüm oluyor, envai şekil ve kılıklara bürünerek çok yüzlülüğün alasını sergiliyorlardı. Çünkü onların eteklerine yapışarak dünyalık mal, mevki, makam, şan ve şöhret devşirmekteydiler.
Yine Arabistan’da insanlığın yüz karası olan putperestlik hayat sürdürmeye başlamış ve dönemin sefihleri, Mekke’nin muhtelif bölgelerine dikilen nice putlara saygıda bulunuyor, onlar adına adaklar adıyor ve tapıyorlardı. Hatta; her ailede, her evde birer put bulunduruluyordu, daha da ötesi, kişilere ait özel putlar, günlük, anlık putlar ediniliyordu.
Hakk ve hidayetten yoksun bu putçulukla beraber, toplum içerisinde artık hayâ ve iffet adına hiçbir şey kalmamış, zina olağanlaşmış, soygun ve tefecilik ayyuka çıkmış, vicdan, merhamet yüreklerde çoktan kaybolmuştu. Akrabalık gözetilmez, fakir ve yoksullara asla bakılmıyordu. Soy-sop, evlatların çokluğu, zenginlik, kibir, üstünlüğün ölçüleri olmuştu.
Bu kahredici cahiliye hali sürüp giderken, Âlemlerin Rabbinden, bütün bu huysuzluk ve soysuzlukları kaldırmak üzere pak İslam gelmişti. Bu Rabbani vahiy, her türlü putçuluğu temelden reddederek, insanları bir olan Allah’a kulluğa davet ediyordu. Biricik önderimiz de, Rabbinden almış olduğu “Yalnız Allah’a kulluk” davasının icaplarını, emredildiği üzere yerine getiriyordu. Bu şekilde kalplere tahakküm eden putçuluğu kaldırıp, şirk ile kirlenen kalpleri vahiy nuruyla tertemiz hale getirime çabasını gösteriyordu. Bu gayret ve çabalarla beraber, İlahi adalet kalplerde yer etmiş, putçuluk yerle yeksan olmuştu.
Acıdır ki daha sonra yine cehalet ve dünyevi saiklerle beraber ilahi vahyin kurduğu hayat düzeni tahrif edilmeye başlandı. İslam’ın kendisiyle savaş halinde olduğu putçuluk, İslam’ın bir cüzü haline getirilmeye kalkışıldı. Hint, Yunan, Sasani gibi pek çok inanç ve kültürden, İslam’a aykırı olan nice inanç, fikir ve uygulamalar ithal edildi! Bu fikir ve uygulamalar, başta tasavvuf olmak üzere, çeşitli felsefi akım, ideolojik düşünce, etnik bağnazlık, grupsal tutuculuk gibi sapkınlıkların marifetiyle İslam’danmış gibi Müslümanlar arasında yayma ve toplumsal hayatta cari kılma yoluna gidildi. Kur-an’da adı geçen mele takımı, nice oyunlarla Kur-an bilincinden uzaklaştırılan ve avam takımı olarak gördükleri halkı tekrardan Kerametlerle, ilhamlarla, rüyalarla fevç, fevç cennete götürme çabalarına başladılar! Bu gün yine yığınlarca ümmet içinde insanlara cennet dağıtan “Ğavslar, efendiler, şeyhler, mürşidler, kutublar, reisler, başkanlar, liderler” vardır!
Rabbimizin buyurduğu aziz İslam, günümüzde çok yönlü saldırılara maruz kalmaktadır. Ama İslami inanç ve anlayışın bu saldırılarla en çok aşındığı, bozulduğu çevrelerin başında tasavvuf çevreleri gelmektedir. Zira bu çevreler akıl, ilim, basiret, feraset alanlarını ıskalamakta; tümüyle ilham, rüya, tezkiye, terbiye, müridin mürşide teslimiyeti ve deruni arınma yoluna gitmektedirler. Bunu yaparken de vahyi ve sahih sünneti arka plana atmaktadırlar.
İmam Şatıbi şöyle der:
“Sufiler ayete, hadise ve şer’i naslara aykırı da olsa kitaplarda nakledilen mutasavvıfların sözlerine ve menkıbelerine bağlanıyor ve bunları kendileri için adeta bir din haline getiriyorlar. Mutasavvıfların söz ve davranışlarına hüsnü zan gösterdikleri halde, Muhammed(sav)’’e gelen İlahi şeriat konusunda hüsnü zan beslemiyorlar. Bu ise hakka tabi olmak manasına gelmez, kişilere uymak (şahıs-perest) manasına gelir.” (Süleyman ULUDAĞ, İslam Düşünce Yapısı, S.64)
İslam, sadece Âlemlerin yegâne Rabbi olan tek İlaha kulluğu şart koşar. Ötesini şirk olarak görür. İşte bundan dolayıdır ki Rabbimiz, her Müslüman’ın günde defaaten ve de bilinçli olarak şu beyanı ilahiyi tekrarlamayı şart koşmaktadır: “Bizler, ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz…” Ve Rabbimiz, yine iman edenlere şöyle bir hatırlatmada bulunuyor: “Allah ile birlikte başka kimseye dua etmeyin (yalvarmayın)!” (Cin, 18)
Evet, bu ilahi beyan, Müslümanlar için uyarıcı bir şiardır. Her ne şekilde olursa olsun sadece Allaha kulluk edilir ve sadece O’ndan yardım dilenir. O’ndan başkasına asla yalvarılmaz! Bu düstur, tevhidin mihenk taşıdır.
Dıhlevi, şirk konusunda şunları söyler:
“Her kimse hastaların şifa bulması, fakirlerin zengin olması ve benzeri konularda ihtiyaçlarını Allah’tan başkasına arz ediyor, onlardan yardım bekliyor, isteklerinin gerçekleşmesi için onlara adaklar kesiyor ve bereket umuyorlar ise; bu şirktir!” (Dihlevi)
Tasavvuf ise şunları kayıt altına almaktadır:
“Mürid, (Mürşidin huzurunda) mürşidin yüzüne bakmayarak, boynunu eğip şöyle durmalıdır:
Sanki kendisi, sahibi olan efendisinden kaçmış ve daha sonra yakalanıp geri getirilmiş bir köle gibi tevazu ile durmalıdır!
Boynu bükük ve kusurunu itiraf eden bir kişi gibi olmalı ve daima huşu, huzur, saygılı ve hürmetkâr olmaya dikkat etmelidir!
Mürşidi emretmediği müddetçe oturmamalıdır! Emredilmedikçe konuşmamalıdır!
Âşık olan kimse, âşık olduğu kimseden başkasına ihtiyaç duymadan nasıl duruyorsa, öyle durup, mecliste olanlarla asla ilgilenmemeli, yani yüzünü çevirip bakmamalıdır. Çünkü müridin mürşide olan aşkı, gerçekte Mevla Teâlâ’ya olduğundan, mürşide tazim ve âşık olmak, gerçekte Mevla’yadır!” (Risale-i Halidiyye Tercümesi)
Şirk, Allah(cc)ı inkâr etmek değil, Allah(cc)’a ait olan bazı sıfatları başka birine veya bir şeye teşmil etmektir. Bu kapsama; başkasından şifa dilemek, medet ummak, insanüstü bir vasıf atfetmek, ondan rızık beklemek, ondan ahirete dair yardımlar ummak gibi pek çok hal, durum ve düşünce-inanç girebilir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Onlara; ‘insanların inandıkları gibi siz de inanın’ denildiğinde; ‘Biz de sefih (akılsız) olanların inandıkları gibi mi inanalım!’ derler. İyi bilin ki asıl sefih (akılsız) olanlar kendileridir, ama kendileri bunu bilmezler!” (Bakara, 13)
Vahyin ışığında; gereği gibi inanıp, gereği gibi yaşayanlardan olmamız dualarımla.