04-04-2020 10:38

Koronavirüs sonrası muhtemel dünya tasarımları ya da bir gelecek tasavvurumuz var mı?

Salih Karaduman “virüs-sonrası” dünyanın daha şimdiden nasıl şekillen(diril)diği ve sonrasında bizi nasıl bir dünyanın beklediği hakkında ekonomi-politik güç ilişkilerine projeksiyon tutuyor.

Koronavirüs sonrası muhtemel dünya tasarımları ya da bir gelecek tasavvurumuz var mı?

"Koronavirüsten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Oturup, ticaretin ve serbest piyasanın kurallarını yeniden yazmalıyız. Ekonomimizin acil durumun masraflarını karşılayabilmesi için yeni kurallar koyuyoruz. Eğer gerekirse yeniden müdahale etmeye hazırız."

Bu sözler, kısa sürede tüm insanlığı evlerine hapseden koronavirüs tehdidini tasvir etmek için, virüsün en sert etkilere sahip olduğu İtalya’nın başbakanı Giuseppe Conte tarafından sarf edildi. Alman Şansölyesi Angela Merkel de, “Almanya olarak 2. Dünya Savaşından bu yana şimdiye kadar görülmemiş ciddi bir durumla karşı karşıyayız” ifadelerini kullandı. Merkel’in virüs sebebiyle kendisini karantinaya aldığı haberi de flaş haber olarak ajanslar tarafından paylaşıldı. İki dünya savaşının esas oğlanı ve kesin mağlubu Almanya’da en üst düzey yetkililer ağzıyla beyan edilen bu keskin cümleler oldukça dikkat çekici. Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemi” olarak ilan edilen koronavirüs tehlikesinin boyutları, yayılma hızı, daha ne kadar süre tehdit olarak hayatlarımızdaki yerini koruyacağı gibi sorular bu yazının kapsamının dışında kalıyor. Yazıda ele alınmak istenen temel husus, “virüs-sonrası” dünyanın daha şimdiden nasıl şekillen(diril)diği ve sonrasında bizi nasıl bir dünyanın beklediği hakkında ekonomi-politik güç ilişkilerine projeksiyon tutmaktır.

İktidarın kurulduğu her alanda ortaya çıkan yönetim modelleri  –devlet, şirket, vakıf, kurum, aile- kendi “hegemonya”sını tesis ederken, farklı oranlarda olmakla birlikte bir meşruiyet düzeyinden hareket eder. Tarihin gördüğü büyük işgaller, devletlerin başka devletler üzerindeki tasarruf ve müdahaleleri, devletlerin kendi “vatandaş”ları hakkındaki uygulamaları gibi birçok örnekte de görülebileceği üzere,  egemen unsurlar salt güce yaslanarak varlığını sürdürememiştir. Kaba kuvvetten başka dayanağı olmayan askerî-siyasî güçlerin ortak özelliği, hızlı kurdukları otoriteyi aynı hızla yitirmiş olmalarıdır. Moğollar ve Timurîler bu konuda verilebilecek en açık örneklerdir.

İki siyasî güç de net bir askerî zaferle ele geçirdikleri yabancı topraklarda iki sonuçla karşılaşmışlardır; ya işgal ettikleri yerde kurdukları geçici yönetimleri zamanla ve çeşitli sebeplerle sürdürülemez hâle gelmiş, bu sebeple kısa sürede yönetim erkleri dağılmıştır ya da işgalci unsurlar yerel dinamiklerle kaynaşmış ve söz konusu yerel güçler kısa süre içinde eski yönetimlerini elde etmişlerdir.

Modern dünyada iktidarın mahiyeti

Bilhassa Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan “yenidünya”, iktidarın mahiyetini günümüzde varlık gösteren tüm siyasî birimleri doğrudan etkileyecek denli şekillendirmiştir. XVI. yüzyıldan 1789’a kadar sınıfsal imtiyazını pekiştiren ve ekonomik gücünü siyasî bir kuvvete tahvil etmek isteyen burjuvazi, tüm memnuniyetsiz zümreleri de yanına katma becerisi sergileyerek önce Avrupa’yı, giderek tüm dünyayı saran bir süreci başlatmıştır. Burjuvazinin ve birlikte hareket ettiği alt sınıfların talepleri, Avrupa’da yeni siyasî birimlerin ortaya çıkma sürecini hızlandırmış ve “halk”ı doğrudan bir etken olarak siyasetin bileşeni haline getirmiştir. Modernlikle eş zamanlı ve etkileşim hâlinde olarak merkezî devletlerin güçlenmesi ve bürokrasinin nüfuzunun artmasıyla, devlet-burjuvazi-halk arasında süregelen ayrışma ve geçişkenlikler önem kazanmıştır. Bu sebeple XIX. yüzyılın başlarından günümüze kadar “siyaset”in kurucu unsuru, artık “klasik dönem”de rastladığımız yönetici-tebaa ilişkileri ekseninde şekillenen mutlakiyetçi yönetimler değildir; “yeni siyaset”in ana yönelimi, ekonomik-politik güçlerin sürekli inşa halinde olan beklentileriyle “halk”ın talepleri arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen denge arayışıdır.

Böyle bir mutlak denge hiçbir zaman mümkün olmadı. Tarihin bizlere gösterdiği “optimum denge” durumu için iki temel örnek verilebilir. Birincisi, Pax-Romana benzeri kurucu bir siyasî yapının görece geniş bir nüfuz yeteneğiyle sisteme önderlik ettiği ve paradigma inşa ettiği durumdur. Ancak, geleneksel devlet modern devlete nazaran birçok enstrümandan mahrumdu. Bu hususta birçok örnek verilebilir ancak vergi toplamanın devletin doğrudan imkân ve kadrolarıyla gerçekleştirildiği örnekler klasik dönem için yok denecek kadar az. Tanzimat Fermanı (1839)’nda vergilerin artık mültezimler aracılığıyla değil devletin doğrudan kadroları aracılığıyla toplanacağına dair bir madde bulunuyor. İstatistiklerden öğrendiğimiz kadarıyla, karşısında yüzyıllardır eşraftan mültezimi görmeye alışmış insanlar uzun yıllar “devlet”e vergi vermeyi reddetmişler; devletin vergi toplama becerisini kazanması biraz zaman almıştır. Şüphesiz ki devlet, birçok başlıkta olduğu gibi vergi toplamada da “meşru tekel”i elinde bulunduruyor. Üstelik bu gücüne birçok farklı beceriyi de eklemiş durumda.

İkinci “optimum denge” için kitlesel ölümlerin meydana geldiği dünya savaşları beklenecekti. Bilhassa II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık yetmiş milyon insanın ölmesi, nükleer silahların yol açtığı “dehşet dengesi” psikolojisi, Almanya’nın tekrardan sistemik bir probleme dönüşmesinin önüne geçilme arayışı ve diktatörlüklerin kategorik olarak reddi, Rusya’nın sistem-içi tutularak mücadelenin tespit edilmiş alanlarla sınırlı tutulması, buna paralel olarak Rusya’nın her türlü ideolojik farklılaşmaya rağmen Lenin döneminden itibaren marjinalizasyonu reddetmesi gibi “hâkim unsurlar”ın ortak paydalarındaki fazlalık, geniş kitlelerin asgarî müştereklerde buluşmasını kolaylaştırdı. Koronavirüs gündemi, şimdiden yeni ve üçüncü bir denge arayışı konusunda tüm muktedirleri ve virüs korkusuyla evlerine kapanan insanlığı ilke düzeyinde bir araya getirmiş görünüyor: Herkesin canının tehlikede olduğu ve tüm farklılıkları “şimdilik” bir kenara bırakmamızı salık veren ortak bir yaşama tutunma kaygısında birleşilmesi…

Yüzyıl Savaşlarından 11. Dünya Savaşı’na

Yüzyıl Savaşları (1337-1453) olarak adlandırılan dönemden II. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 tarihine kadar çeşitli yoğunluk düzeylerinde Avrupa-içi savaşlara sıklıkla rastlanmıştır, ancak 1945’ten sonra ABD’nin merkez ülke konumuna geçmesi ve savaşın Almanya’nın mutlak mağlubiyetiyle sonuçlanması neticesinde, tüm dünyanın kendisi etrafında şekillenmesi beklenen birçok kurum tesis edildi. Dünya Bankası (1944), IMF (1945), Birleşmiş Milletler (1945), Dünya Sağlık Örgütü (1948), NATO (1949),  Schuman Doktrini ve Avrupa Birliği’ne giden ilk adım (1951), Varşova Paktı (1955), CENTO (1955) Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (1958) gibi büyük savaş sonrasının müesses nizamının temel unsurları, yeni şartlar çerçevesinde örgütlendi. II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin yıkılan Avrupa’yı her anlamda yeniden inşa etmesini hedefleyen Marshall Planı’nın sloganının “Whatever the weather, we must move together” (Şartlar ne olursa olsun birlikte hareket etmeliyiz) olması bu bakımdan tesadüf değildir. Her ne kadar 1960’lardan itibaren Bağlantısızlar Hareketi, sömürge ve “sistem karşıtı hareketler”, bağımsızlığını elde eden uluslar gibi unsurlardan söz edebiliyorsak da, 1950’ler ve 60’ların ortak paydalarından birisi, yeni bir kitlesel savaşın ortaya çıkmamasına dönük ortak iradeydi. Hegemonyanın kendini yeniden-kurma kabiliyetinin toplumsal katmanlarla irtibatına tam da bu safhada bakmamız gerek.

Hegemonya, bilhassa modern dönemde hiçbir zaman rıza aygıtlarını mobilize etmeden gücünü toplumun alt katmanlarına kabul ettirmeye yanaşmaz. Başa dönecek olursak, İtalya ve Almanya başbakanlarının tüm “sistem”in yeniden yapılandırılması çağrısı, koronavirüs öncesi büyük bir şüphe ya da gereksiz bulunma tepkisiyle karşı karşıya kalabilecekken bugünlerde bu çağrıların hepimize en azından makul görünmesi tipik bir hegemonya restorasyonundan izler taşıyor. ABD’de her gün yeni virüs vakaları artarak devam etse de ABD Başkanı Donald Trump’ın, virüsü tanımlarken kullandığı “Çin virüsü” tabiri, virüsün etkilerinin görece azalmaya başladığı müstakbel dünyanın iktisadî ve siyasî şekillenmesi hakkında fikir veriyor. Yeni dönemde en azından ABD siyasetinin Çin aleyhine hücumlarını hegemonik bir rıza üretimi olarak okumaya imkân veren gelişmeler yaşanacak gibi görünüyor.

Virüsün müsebbibi olarak daha güçlü bir şekilde suçlanması yüksek ihtimal olan Çin’in yükselişi meselesi uzun süredir önemli bir başlık olarak tartışılıyor. Dünyanın en büyük ilk yirmi şirketinin tamamına yakınının üretim merkezlerini kendi topraklarında bulunduran ve bilhassa 1990’lardan itibaren yönetimdeki Komünist Parti’nin kapitalist pazarlara hem ithalat hem de ihracatta açılmasını ön gören yaklaşımıyla Çin’in, ABD ile politik rekabete girebilecek özellikler arz etmeye başladığına dair birçok yoruma rastlamak mümkün. Yaklaşık yetmiş yıla yaklaşan ABD hegemonyasının Çin’in yükselişinin de etkisiyle zayıflaması ve küresel sistemde liderlik yarışına girebilmeleri ihtimali daha çok konuşulur halde.

Çin kazandığında da “Amerikan hayat tarzı” kazanacak

Ancak bu yaklaşıma iki temel argümanla eleştiri getirmek mümkün: Birincisi, bildiğimiz boyutlarıyla küresel ekonomik sistemin mimarisi “Amerikan aklı”nın bir ürünü; dolayısıyla Çin’in ABD’yle kapitalizmin kriterleri çerçevesinde rekabet etmesi ve giderek “geçmesi” bile ABD hegemonyasının kültürel, siyasî, ekonomik –hatta ahlakî- üstünlüğünün carî olduğuna işaret eder. Özetle Çin, içinde yaşadığımız dünyada başarılı bile olsa bu başarı, “Amerikan hayat tarzı” olarak tanıdığımız, Heidegger'in “Americanusmus” olarak tarif ettiği insan türünün kriterlerini çizdiği bir dünya. Bu sebeple, dünyanın en eski kültürlerinden birisi olan bir medeniyetin küresel kapitalizmin açmazlarına deva olması zaten başlı başına bir sorun.

İkincisi, Çin’in otoriter siyasî rejimine mukabil serbest pazarın gereklerini yerine getirmedeki ısrarı, işçi maliyetlerinin artırılmasını da beraberinde getirdi; bunun anlamı da Çin’in 2000’lerin başlarından itibaren üretim için tekel ülke olma imtiyazını kaybetmesi olmuştur. Neoliberal sermayenin 1990’larda sergilediği büyük açılımın ana aktörü olma hüviyetini gittikçe kaybetmeye başlayan bir Çin’den söz ediyoruz. Çin’in bu özelliğini yitirmeye yüz tutmasının yanında, kapitalist sistem için bir diğer özelliği de, orta sınıfları görece güçlenen bir ülke olarak pazara dönüşme meyli göstermesidir. Tüm bu dinamiklere ABD’nin Cumhuriyetçi yönetiminin “Önce Amerika” ile özetlenen tutumu ve virüs dolayısıyla Çin’e yönelteceği eleştirilerin muhtemel dozu da eklenince, hegemonik restorasyonun Çin’in ehlîleştirilmesine yöneltilmesi güçlü bir ihtimale dönüşüyor.

Buraya kadar ele alınan kısımlar, hikâyenin devlet elitleri-vatandaşlar arasında cereyan eden kısmına odaklanmıştı. Bunun yanı sıra, 1970’lerden itibaren yükselen çok uluslu şirketlerin hegemonya bileşenlerinin en önemlilerinden birisi, belki de birincisi olduğu gerçeğini süreci analiz ederken dikkate almak gerekir. Dünyanın dört bir yanında üretim, dağıtım ve pazarlama ağlarına sahip olan şirketlerin artma eğiliminde olan özerklikleri ve onların yeni dönemde nasıl bir yer işgal edeceği gibi hususlar, virüs sonrası dünya sisteminin yönsemeleri hakkında kritik bir yer işgal ediyor. Birçok küresel şirketin, küçük ve orta düzeydeki “yerel” şirketlere kısmî üretim yaptırdıkları, bununla kalmayıp söz konusu yerel şirketlerin yönetim ve üretim alışkanlıkları hakkında kurallar vaz ettikleri bilinen bir gerçek. Küresel A şirketi, yerel B şirketine verdiği siparişlerin üretim maliyetini, işçi giderlerini ve hatta çalışma koşullarını tayin edebilecek bir standart tayin edebiliyor.

Üstelik bu türden şirket nüfuzu, içinde Türkiye’nin de olduğu birçok ülkede kendi sistematiğini kabul ettirmek konusunda büyük bir mesafe almış durumda. Bu karmaşık ilişkiyi, şirketlerin devleti mutlak araçsallaştırması olarak görmek yetersiz bir okuma olacaktır. Bonapartizmin[1] hâkim olduğu dönemler, yukarıda bahsedilen savaş durumu ya da olağanüstü şartların mevcudiyetinde devlet aygıtının nasıl bir aksülamel sergilediğine örnek teşkil eder. Bu durumun bir ileri merhalesi sosyal devlettir: Özellikle 1929 Buhranı sonrası Keynes’in kurumsal mimarîsini çizdiği bir alt-orta sınıf güçlenmesi, devletlerin şirketlerden istemesi muhtemel tavizleri de şekillendirmiştir.

Keynes ve “Paydaş Kapitalizmi”

ABD’de başlayan ve giderek tüm Avrupa’yı etkisi altına almaya başlayan bu krizin ve genel olarak ekonomi-politikte yaşanan sorunların adı, Keynes tarafından 1926 senesinde yazılan “The End of Laissez-Faire” kitabında konulmuş ve devletlerin ekonomi üzerinde şirketlerin memnun olmayacağı dozda müdahalelerinin olabileceği bir dönem tecrübe edilmiştir. Teklif açıktır: Sermayedar, bürokrat, vatandaş, zengin, fakir ayrımına gidilmeksizin yaşanan krizin “daha âdil” bir modelleme aracılığıyla yeniden ele alınması… Bu süreçte “daha güçlü” olan şirketlerden insanlığın tümünün lehine olacağı düşünülen “fedakârlık”lar beklenilmesi muhtemel. Şubat 2020 Davos Zirvesi’nin temasının “Paydaş Kapitalizmi” (Stakeholder Capitalism) olarak ilan edilmesi bu açıdan sürpriz değil.

Koronavirüsün ekonomi-politik sistemde ilk etapta en çok gündeme getirmeye şimdiden başladığı alan, yukarıda bahsedilen Keynesyen modelin yeni şartlarda tekrar ele alınması olarak görülebilecek izler taşıyan ve sosyal devlet anlayışının bilhassa sağlık hizmetine bakan kısmı. Virüsün özellikle 65 yaş ve üzerinde gösterdiği hayatî tehlike komplikasyonları ve devletlerin genelde sağlık politikaları, özellikle yaşlı nüfusa dair tasarrufları tartışılmaya başlandı. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasının nüfus kaybını telafi etmeye dönük nüfus teşvik politikaları ve 1940’lar sonu ile 50’lerin başında doğan “babyboomer kuşağı” bugünün yaşlı ve risk grubu potansiyelini oluşturuyor. Gerek ABD’de sosyalist olmakla suçlanan ve Trump yönetimi döneminde iptal edilen Obamacare reformları, gerekse başta İtalya, İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinin sağlık konusundaki hazırlıksızlıkları, günün sonunda 1980’lerde başlayan neoliberal ekonomik modelin güvencesizleştirici tutumu büyük bir korku doğurdu.

Her ne kadar Obamacare’in iptali ve ABD’nin özel sektör-tabanlı sağlık hizmeti neoliberal modele sadakat olarak okunabilse de, Trump yönetiminin sağlık desteğinde mutlak bir kesintiye gitmesinden ziyade onu yeniden formatlandırıyor. Bunun yanında, Demokratların teklifiyle 18 Mart 2020’de Senato’ya gelen ve Trump’ın da onayladığı “Önce Aileler” başlıklı acil koronavirüs tedbir paketi,[2] virüs testinin ücretsiz yapılmasını kapsasa da, yirmi yedi milyon ABD vatandaşının sağlık sigortasından mahrum olduğu düşünüldüğünde oldukça yetersiz kabul edilecek ve devlet-şirket-vatandaş ilişkilerinin en baştan ele alınmasında önemli bir köşe taşı olacak gibi görünüyor. Koronavirüs sınavında büyük zorluklar yaşayan İtalya’dan sızan koridorlarda tedavi edilen hasta görüntüleri, Lombardiya gibi virüsün daha yaygın olduğu bölgelerde belli bir yaşın üzerinde kalan enfekte insanların “ölüme terk edilmesi” ve kötü sağlık yönetimi manzaraları[3], meselenin ahlakî-etik boyutlarının da tartışılmasını tetikleyecek gibi görünüyor. Özetle, devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkinin her türden mâliyeti önümüzdeki sürecin temel dinamiklerinden birisi olabilir.

Türkiye’deki mevcut durum

Birçok ülkeye nazaran daha az kayıplar ve vakalar tespit edilmekle birlikte, koronavirüs tehdidinin yaygınlaştığı bir ülke olan Türkiye’de de mesele devlet ve toplum nezdindeki önemini bugünlerde giderek artırıyor. Okullar şimdilik bir buçuk aylığına tatil edildi ve uzaktan eğitime geçildi. 65 yaş üzeri vatandaşların sokağa çıkması yasaklandı. Sosyal temasın sıfıra indirilmesi, herkesin kendisini evinde “karantinaya alması” ve bu kapsamda “Evde Kal Türkiye” sloganıyla bir tür seferberlik ilan edilmesi gibi birçok tedbir açıklandı. Birçok devlet bankası ve kimi özel bankalar da kredi ödemeleri başta olmak üzere borç yüküne sahip vatandaşların taksit ve ödemelerini birkaç aylığına tehir etti. Özetle Türkiye de, dünyada yaşanan tedbir telâşesine büyük ölçüde uyum sağlamış görünüyor.

Devletin sosyalliğinin düzeyine dair teorik ve pratik tartışma şüphesiz sadece batı dünyasının meselesi değil. Türkiye’de devletin vatandaşının üzerine açtığı şemsiyenin mahiyeti tarihsel süreçten günümüze sıklıkla gündeme gelen bir husus. Özellikle Bizans ve Avrupa feodalitesiyle Osmanlı Devleti’nin toprak rejimi arasında kurulan benzerlik ve karşıtlıklara dair literatürde karşılık bulan tartışmaların geniş bir yekûn tuttuğu bilinmektedir. “Patrimonyal devlet” tartışmalarında vurgulanan tek şey, devletin tebaası üzerindeki mutlak otorite arayışı ve rakipleri olan Avrupa devletlerinden bu konuda görece üstünlüğü değildir.

Bu başlık altında dile getirilen önemli bir husus, Mehmet Genç’in “provizyonizm” (iâşecilik)  ilkesi olarak belirlediği klasik Osmanlı düzenini tasvirde mühim yer verilen prensiptir. Bu ilkeye göre devletin temel amacı, Osmanlı tebaasının olabildiğince fazla ve kaliteli ürüne asgarî fiyatlandırma aracılığıyla ulaşmasıydı. “Sosyal devlet” tartışmalarının tarihsel izleğini takip etmek için önemli bir yaklaşım olan bu maddeyle Osmanlı kalemiyesi gelir dengesizliğinden doğabilecek muhtemel hoşnutsuzlukları, aldıkları sıkı vergi ve denetim tedbirleriyle büyük ölçüde bertaraf etmiştir. Bu uygulamayla aynı zamanda, ekonomik gücünü politik bir güce dönüştürmesi muhtemel kişi ve zümrelerin önü de kesilmiş, dolaylı yoldan bir siyasî denetim de sağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet Türkiye’sine intikal eden önemli hususlardan birisi, “Devlet Baba” olarak isimlendirilen devlet otoritesinin hâkimiyetini sürdürürken aynı zamanda vatandaşının sosyal hizmetlerini de mümkün olduğu nispette karşılamasına yönelik beklenti olmuştur.

Elbette neoliberalizm için pederşahî bir devlet anlayışı Türkiye’de de sürdürülebilir olmadı. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada, yazının geneline konu olan hegemonik dönüşümlerin mutlak bir kurgu üzerinden organize edildiğini iddia etmek komplo teorisyenliğinden öteye geçmez. Hegemonya tam da “gerçek hayat”larda vuku bulan açmaz ve krizlerin kronik hâle gelmesiyle kendisini yeniden-kurma teşebbüsünde bulunan bir özellik arz etmiştir. 1980’lerde Türkiye’de ve dünyada meydana gelen ve hâlâ büyük ölçüde tecrübe etmekte olduğumuz Neoliberal anlayış da insanların günlük yaşayışlarından büyük ekonomik yapılara uzanan geniş bir yelpazede yaşanan krizler neticesinde geçerlilik kazanmıştır. Örneğin, 1970’lerin sonunda, Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede siyasî istikrarsızlık, reel ücretlerde düşüş, ürün tedarikinde zorluk, enflasyon oranındaki büyük yükseliş gibi günlük hayatın akışını etkileyen gelişmeyi gözlemlemek zor değildir.

Ekonomik dönüşümlerin ve krizleri etkileri

Bunun yanında, ekonomik dönüşümler de hiçbir zaman saflaştırılmış halde, sadece ekonomik verileri ilgilendiren bir süreç olmamıştır. Nitekim Türkiye’de 1970’lerde artan sağ-sol çatışmaları, köyden kente göçlerin doğurduğu sosyal, psikolojik, kültürel ve ekonomik problemler gibi birçok husus da neoliberalleşme sürecinin küresel bir genişleme elde etmesinin önünü açmıştır. 24 Ocak 1980’de ekonomide alınan kararlar ve 12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbe sonrası Türkiye’nin yönelişleri, sosyal devlet anlayışında önemli değişiklikler yaşanmasına yol açmıştır. Nitekim 12 Eylül darbesinin temel vurgusu, “anarşi ortamı”nın siyaset mekanizmaları tarafından engellenememesi ve akan kanın durdurulamaması sebebiyle darbeye “mecbur kalındığı”ydı. Yerel ve küresel bağlantılarıyla 12 Eylül yönetimi, “haklı gerekçeler”in önlerini açtığı bir süreçten hareket etmiş ve Neoliberal dönüşüm sürecine Türkiye’nin eklemlenmeye başladığı süreci başlatmıştır denilebilir.

Güvenlik kaygılarının ön plana çıktığı bir dönemde vatandaşın talepleri, demokratik süreçler ve sosyal devlet anlayışının gündeme getirilmesi dahî oldukça zordur. İçeride güvenlikçi politikaların baskın karakterine karşın, ithalat ve ihracatın serbest bırakıldığı, ilk bölümde bahsedilen ve sosyal devlet tezlerinin önemli araçlarından olan KİT’lerin devre dışı bırakılması gibi serbest pazar ekonomisinin gereklerine uygun bir döneme girilmiştir. Bunun yanında, sağlık politikalarında 1987 senesinden itibaren, Neoliberal modelin sağlık alanındaki uzantısı olarak “verimliliğin artırılması” modeline uygun bir şekilde sağlık hizmetlerinin kamu hastaneleri merkezli olması anlayışı terk edilmeye başlanmıştır. 1990 senesinde Sağlık Bakanlığı’nın hiyerarşik yapısında gerçekleştirilen değişiklikler yanında, özel sektörün sürece dahlinin önü açılmıştır.

1990’lı yılların Türkiye’sinde yaşanan koalisyonlar, siyasî istikrarsızlıklar, popülist bir politik tavrın rekabetçi yaklaşımları gibi sebeplerle, partilerin gündeminde sosyal devlet tezlerinden ziyade baskın olarak “refah devleti” ve bireysel tüketimin kolaylaştırılmasına dönük meseleler daha çok yer almıştır. Herkesin bir araba ve bir ev sahibi olması, gecekondulaşmanın yaygınlığı dolayısıyla tapu sözlerinin seçim vaadine dönüşmesi gibi hususlar sıklıkla gündeme gelmiştir. Ancak, devlet-vatandaş ilişkilerinin Türkiye açısından dönüm noktası sayılabilecek noktalarından birisi, 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi olmuştur. Çoğu şehir çeperlerinde bulunan, denetimleri zayıf ve sağlıksız yapıların yıkılması, devletin bu sürece hazırlıksız yakalanarak vatandaşların temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda gerekli reaksiyonu gösterememesi gibi gelişmeler sebebiyle, sosyal devletin varlığı ve gücü büyük bir tartışma konusu olmuş, bu dönemde birçok sivil yardım kuruluşunun faaliyeti kimi zaman devletin yardımlarından daha büyük bir teveccühe mazhar olmuştur.

Türkiye’deki sosyal devlet tartışlarının yoğunlaştığı konular

Günümüze gelecek olursak: Türkiye’de güncel sosyal devlet tartışmaları son dönemlerde üç başlığa yoğunlaşmış görünüyor: İstanbul ve Elazığ’da yakın zamanda meydana gelen depremler sonrasında büyük deprem gündemlerine ne kadar hazır olunduğu konusunda virüs gündemi öncesi odaklanılmıştı. İkinci olarak, bir türlü istikrarlı bir modele kavuşamayan ve virüs günlerinde “uzaktan” formüller denenmek zorunda kalınan eğitim ve üçüncüsü, birçok başka tartışmanın konusu olmakla beraber alt ve orta gelirli ailelere -başta TOKİ projeleri olmak üzere- ev sahibi olma imkânlarının sunulması…

Koronavirüsün kısa sürede doğurduğu atmosfer sebebiyle bu üçlü görece önemini azaltsa da, virüsün kontrol altına alınmaya başlandığı safhada şüphesiz dördüncüsüyle birlikte ele alınacaktır. Aslında devletin sağlık hizmetlerine dönük olarak gerçekleştirilen hamleler –Genel Sağlık Sigortası (GSS), sağlık hizmetlerinin Neoliberal paradigmanın gereklerine de uygun olarak özelleşmesi ve standartlarının yükselmesi, kamu ve özel sektörün birçok yeni hastane ve sağlık tesisi açmaları gibi- bu sahada görece iyileşmelerin yaşandığı bir duruma işaret etmekteydi. Ancak virüsün ve meydana getirdiği toplumsal psikolojinin seyri, büyük kredi ve teşviklerle ayakta tutulmasına itina edilen “sağlık sektörü”nün hangi istikamete evrileceği konusunda belirleyici olacak gibi görünüyor.

Sonuç yerine ya da geleceğimiz hakkında irade beyanı

İnsanlığın büyük bölümünü evlere hapseden virüsün moral bozucu etkileri hâlihazırda katlanarak sürerken “hegemonyanın muhtemel hamleleri”ne ve onun tarihsel siciline odaklanmanın anlamı nedir? Hegemonik inşa süreçleri, yazının bütününde ele alındığı üzere, tam da mevcut kargaşa ortamının zayıf psikolojisi üzerine yaslanıyor. Sosyal medya başta olmak üzere virüsün mutasyona uğrayıp ölümcüllük düzeyini artırmasından, hastalığa yakalananların duygusal ve umutsuz videolarına kadar birçok mecrada devam eden tedirgin edici yayın, virüsü şüyuu vukuundan beter bir belirsizlik olarak algılamamıza yol açıyor.

Aslında belirsizlik ironik bir şekilde kapitalizmin en büyük düşmanlarından biridir: Yatırımcı standartları belli bir siyasî otorite, muhkem bir toplumsal yapı ve ön görülebilir bir hukuk düzenine şahit olmadan en küçük bir adımı bile atmaz. Bu bakımdan kapitalist mekanizmanın herkes ve her şeyden daha fazla bu belirsizliğe bir son verilmesini istediğini varsayabiliriz. Ancak, Wallerstein’in Modern Dünya-Sistemi çalışmasının bütününde bize yetkinlikle gösterdiği bir şey var: Feodal dönemin yıkıntıları arasından tedricen zuhur eden kapitalizm, eski feodal beylerin ekseriyetinin kapitalist girişimciye dönüştüğü bir ekonomik sistem olmuştur. Başka bir ifadeyle, önceki dönemin “seçkinler”i, geniş halk kitlelerine nazaran geniş çaplı değişimlere adaptasyon konusunda daha büyük avantajlara sahip olmuştur ve koronavirüsün mağdur ettiği kitlelerden belki de en az zarar gören –hatta uzun vadede bunu faydaya dönüştürebilecek olan- zümre sermaye sahipleri olabilir. Kimsenin iflas etmeyeceğini ve büyük ekonomik kayıplar yaşamayacağını iddia etmek anlamsız. İflas da kapitalist mekanizmanın önemli aygıtlarından birisi; adeta ekonominin doğal seçilimi olarak işlev gördü ve görmeye devam edecektir.

Koronavirüs gündemlerinin normal bir düzeye gelmesi neticesinde tüm insanlığı beklemesi muhtemel başka hususlardan da bahsedilmeli. Başta ABD ve Avrupa olmak üzere tüm dünyada yükselen popülizmin ve “öteki-karşıtlığı”nın artış göstereceğine dair genel bir kanı mevcut. Dikkate alınması gereken bu ön görüye rağmen, insanların evlerine kapanıp “güvenilir” ve sahasında uzman isimlerden büyük bir endişeyle açıklama bekledikleri bu dönemle birlikte, retoriği önemseyen, çatışmacı bir dil kullanan ancak teknik uzmanlığı tartışmalı siyasetçilerden ziyade, bu dönemde kısa sürede edinilen bir alışkanlık olarak icraat-odaklı ve uzmanlaşmış politik figürlerin orta vadede yükselişine şahit olabiliriz. Yine de virüs sonrası dünyanın başta Çin olmak üzere virüsün müsebbibi sayılabilecek ülke ve kurumlara yöneltmeye şimdiden başladıkları suçlamalar bir süre daha güncelliğini koruyacak gibi görünüyor.

Türkiye özelinde eğitim başta olmak üzere sosyal teması asgarîye indiren modellerin, insanî ilişkilerin yerini alıp alamayacağı ve insanoğlunun toplumsallaşma temayülünü bugüne dek var oluşunu izah eden öncelikli hususlardan biri olmaktan çıkarıp çıkaramayacağı da gözlemlenecek. Eğitim ve iş hayatı başta olmak üzere birçok sahada an itibariyle uygulanan internet temelli modellerin geçici bir çözüm mü yoksa bundan sonrasını da kapsayacak kalıcı uygulamalar mı olduğuna zamanla şahit olacağız. Yapay zekâ tartışmaları da bu meselenin tam ortasında bulunuyor. Emeğin ve iş gücünün otomasyonu tartışmalarında Sanayi Devrimi’nden günümüze uzanan gündem ve tartışmalar, insanların birbirleriyle kurageldikleri her türden temasın tehdide dönüştüğü bugünlerde kendisine geniş bir meşruiyet sahası bulabilir. Bu tür “geçici çözüm”lerin kalıcılık düzeyini sadece hegemonik arayışlar değil, insanlığın toplamda gösterdiği tavır da belirleyecektir.

“Sıradan insanlar” olarak, gidişatının öznesi olamadığımız girift bir akışa muhatap olmuş durumdayız. Olabildiğince evden çıkmadan, hijyenik bir takıntının eşlik ettiği ve giderek dozunu artıran düzeylerde can sıkıcı bir noktaya doğru ilerliyoruz. İhtiyaçlarımızı karşılamak için attığımız her adımda zorlanıyor, sevdiklerimize, eşyalarımıza, günlük kullanım gereçlerimize dahî dokunurken kendimiz ve onlar adına tedirginlik yaşıyoruz. Sürece dair zihnimizde dolaşan komplolara, bu virüsün “aslında” diğerlerinden hatırı sayılır bir farkı olmadığına dair zaman zaman kapıldığımız umutlara rağmen, hayatımızın akışını kendi elimizle zorlaştırıyoruz. Her şeye rağmen “sıradan hayatlarımız”da imkân sahaları mutlak bir daralmaya muhatap olmadı. Bu sebeple, hayatımızın şekillenmesinin sadece nesnesi değiliz. Yukarıda özetlenen tarihsel süreç ve “muktedirlerin” arayışlarının ana başlıklarından haberdarız.

Tarihin bize öğrettiği bir şey daha var: Savaşlar ve büyük kırılmalar sonrası köklü değişimler sonrasında, hegemonyaları yıkmaya yönelen başka hegemonik teşebbüsler, statüko tarafından kısa sürede manipüle edilebiliyor. Kısacası “büyük girdi”ler “küçük çıktı”lar verebiliyor. Halbuki “küçük hayatlarımız”da aldığımız küçük gibi görünen kararlar, attığımız adımlar, başta kendi dünyamız olmak üzere başka insanların dünyalarında da büyüyen yankılar bulabiliyor. “Bulaşan” tek şey virüs değil. Küçük gibi görünen şirketlerin sergileyeceği sahih bir duruş, birden fazla insanın içinde bulunduğu, dünyayı kurtarmaya yönelik olmasa da hem mevcutla hesaplaşabilen hem de doğruyu ayakta tutmaya azmeden kişilerin alacağı bir karar, sadece insanın lehine olması için atılan “basit” bir adım… Örnekler çoğaltılabilir. Bu örneklerde de görülebileceği üzere “küçük girdi”ler “büyük çıktı”lar doğurabiliyor. Kim bilir, belki de sınırlı sayıda da olsa bu hedefleri kendilerine ölçü edinen insanlar, hegemonyanın her türlüsünün kabul ettirmek istediği şeylere karşı bir “maya”yı koruyarak başkalarına da umut aşılayabilirler…

Salih Karaduman 


[1] Devlet gücüne hiçbir unsurun mutlak anlamda hâkim olamadığı, bu sâyede devletin askerî ve/veya bürokratik elitlerinin duruma vaziyet ettiği siyasî durum.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !