Sistematik köleleştirme kurumu modern okul
Sanayi devriminin ortaya çıkardığı metropollerin sokaklarında, başıboş dolaşarak tehlike arz etmeye başlayan çocukları kontrol edebilmek amacıyla kurulan ve günümüze kadar ana hatlarıyla formunu muhafaza eden modern okul sistemi, pandemi sonrasında köklü bir değişim geçirmek zorunda kalacak mı?
Murat Ural/Dünya Bizim
Sanayi devriminin ortaya çıkardığı metropollerin sokaklarında, başıboş dolaşarak tehlike arz etmeye başlayan çocukları kontrol edebilmek amacıyla kurulan ve günümüze kadar ana hatlarıyla formunu muhafaza eden modern okul sistemi, pandemi sonrasında köklü bir değişim geçirmek zorunda kalacak mı? Bu soru post-korona döneminde gündemimize gelecek en önemli meselelerden biri olarak önümüzde duruyor. Pandemi sebebiyle okulların uzaktan eğitime geçmesiyle birlikte, bugüne kadar marjinal bir yaklaşım olarak görülen “evde eğitim” birden bire merkezi ve pratik bir görünüm alıverdi. “Hayat eve sığar” sloganının doğal bir uzantısı olarak, eğitim de evin dört duvarı arasına sığdırılabileceği düşünülen bir süreç haline gelmiş oldu.
Sadece eğitim boyutunda değil birçok alanda mutasyona uğrayarak “Ev-rim” geçirme tehdidi altında bulunan insan hayatı, tarihin hiçbir döneminde tabiilikten ve tabiattan sapma riski ile bu kadar ciddi bir biçimde karşı karşıya kalmamıştı. Okulların mevcut müfredatının sanal ortama taşınmasıyla birlikte tek sahici sosyalleşme imkanı da ellerinden alınmış olan çocuklar ve gençler okulu bu kadar özleyebileceklerini hiç tahmin etmemişlerdir sanırım. Her ne kadar tıpkı ev gibi kendisi de dört duvarla sınırlı bir mekan olsa da yüz yüze eğitimin insani farkı ve arkadaşlarıyla olan sosyal temaslarının sıcaklığı, öğrencilerin okulu ‘sevimli’ bir şekilde hatırlamaları ve özlemeleri için yeterli olsa gerek.
Hayatın akışının zorunlu olarak yavaşladığı şu günlerde modern eğitim ile ilgili meselelerin merkezinde yer alan okul kavramı üzerinde durup düşünmenin tam zamanı. Bilge psikiyatrist R. David Laing, daha 1960’lı yılların sonunda “Yaşantının Politikası” isimli kitabında (1) “Tarihin öylesine hızlandırılmış bir değişim anında yaşıyoruz ki, günümüzü yalnızca kaybolmaya yüz tuttuğunda görmeye başlıyoruz” diyor ve ekliyordu: “Hakikat ile toplumsal ‘gerçeklik’ arasında pek bağ yok. Etrafımızda sahte olaylar var, biz de onlara bu olayları doğru ve gerçek ve hatta güzel göstermeye ayarlı bir yanlış bilinçlilikle uyum sağlıyoruz. İnsanların toplumunda hakikat, artık şeylerin ne olduğundan daha çok ne olmadığında mukim. Toplumsal gerçekliklerimiz sürgün edilmiş hakikatin ışığında bakıldığında çok çirkin ve güzellik, eğer bir yalan değilse, artık neredeyse hiç mümkün değil…
Sistematik köleleştirme kurumudur modern okula
Hakikat ile bağı kopmuş bir “toplumsal gerçeklik” olarak okulun “hikmetli” bir şekilde tahlil edilerek yeniden tanımlanması ve sıhhatli bir zemine oturtulması önemli ve acil bir ihtiyaç. Bu bağlamda istifade edebileceğimiz ve ‘Modern Okulu’ öğrenme sürecini devlet eliyle tekeline alan bir kontrol kurumu olarak niteleyen İvan Illich, ‘Okulsuz Toplum’ adlı kitabında (2) ‘Eğitim Miti’ni köklü bir sorgulamaya tabi tutarken şunları söylüyordu:
“Elbette ki, okul, amacı insanoğlunun dünya görüşünü şekillendirmek olan tek modern kurum değildir. Aile yaşamının, askerliğin, hastalıkla mücadelenin ve medyanın gizli müfredatı insanın
dünyasını -düşüncesini, dilini ve taleplerini- kurumsal olarak yönetmede etkin bir role sahiptir. Okul, eleştirel yargı oluşturmanın birincil işlevine sahip olduğuna inanıldığından dolayı, insanları daha derinden ve daha sistematik bir şekilde köleleştirmektedir.”
Düzene uygun kafaların (3) “gönüllü bir kölelik süreci” sonucunda imal edildiği modern okul sisteminde “okula dayalı öğrenme biçimi”nin bir süre sonra kitlelerde “bağımlılığa” yol açtığını ifade eden Illich, “İnsan, bir kez okulun bir ihtiyaç olduğunu kabul ettiğinde, diğer kurumlar için de artık kolay bir av haline gelmektedir. Genç insanlar, kendi hayal güçlerinin müfredatın sunduğu eğitimle şekillendirilmesine izin vermektedirler ve her çeşit kurumsal plânlamaya karşı şartlandırılmaktadırlar” tezini savunmaktaydı.
Bu radikal okul eleştirisi marjinal bir tepki olarak pratikte karşılığını bulamadı. Ancak kitabının yayınlanmasından epey sonra kendisiyle yapılan mülakatta görüşlerinde bir yenileme yapan Illich aynen şu ifadeleri kullanmaktaydı (4): “Okullara karşı çıkmıyorum. Zorunlu eğitime karşı çıkıyorum. Okullara karşıtlıkta aynı konumda değilim... Özgürce gidip gelinebilecek okul kişinin kendisine öğretici ödevler kurgulamasına olanak sağlayan kuruluştur. Zorunlu olduğu zaman ise ‘Birleşik Devletler’de olduğu üzere, sersemlemiş, ‘öğretilmiş’ zihinsel olarak gösteriş budalası olmuş ve daha önce hiç görülmemiş bir halk yaratmaktadır” diyerek ekliyordu; “Okulsuzlaşma ile ben okulların devlet kurumu olmaktan çıkarılmasını kast ediyordum. Okulların ortadan kalkmasını hiçbir zaman istemedim.”
Illich aynı mülakatta, şu an dünyanın gündeminde olan ve gitgide yaygınlaşan ‘Uzaktan Eğitimi” öngörüyormuşçasına, “Dünya’yı evrensel bir dersliğe çevirebilecek birçok yol var” derken, insanların öğrenme süreçlerini kendilerinin yönetebileceği bir modeli kast etmekteydi. Ancak pandemi sonrası ciddi bir alternatif haline gelen ve okulsuz topluma doğru bir adımmış gibi duran “uzaktan eğitim” modeli, kontrol aracını ulusal devletlerin elinden alarak, mahiyeti henüz belirsiz olan bir “dünya devleti”ne devretmeye matuf gözüküyor. Yani kurum olarak okulun geleceği tartışmalı hale gelse de, bir kontrol aygıtı olarak “Eğitim Miti” şekil değiştirerek daha da baskın bir şekilde fonksiyonunu icra etmeye devam edecek gibi.
Dünya vatandaşı üretmek gayesi
Yerel anlamda ‘vatandaş’ üretiminden, vasıfları güncellenmiş, 21. yüzyıl becerileriyle donatılmış ve sıkı bir teknoloji tüketicisi olan “dünya vatandaşı”nın üretimine geçişi kolaylaştıracak bir okul ve eğitim anlayışının ayak sesleri şimdiden duyulmaya başladı bile. Okulun “Eğitim Miti”nin bir aygıtı olmaktan çıkıp “insanî öğrenme süreci”ni destekler hale gelebilmesinde, anahtar kavramlardan biri “Zorunlu Eğitim” olsa gerek. Toplumsal gerçeklik ve hakikat ilişkisini “okul” bağlamında kurabilmenin ilk gerek şartı, eğitimin zorunlu olmaktan çıkarılmasıdır, diyebiliriz. En azından temel eğitimden sonrası ferdin “talebine” bırakılmadıkça gerçek bir insani öğrenme ortamını elde etmek mümkün olamayacak. Klasik medrese eğitimindeki –aktif- “talebe” kavramıyla, modern eğitimdeki –pasif- “öğrenci” kavramlarının işlevleri arasındaki bariz fark bize ışık tutacaktır. “İnsanî öğrenme” ile
kastımız, talebe dayalı ve “yapay zeka”nın öğrenme biçiminden farklı bir sürecin imkanlarına dikkat çekmektir. Pragmatik ve yapılandırmacı olmayan, kendisinden keyf alınan ve belki sonuçları hakkında kesin öngörülerde bulunulamayacak bir süreçten bahsediyoruz.
Illich’in görüşlerine benzer bir şekilde zorunlu eğitimi kuvvetle eleştiren John Taylor Gatto, ‘Zorunlu Eğitim: Bir Kitle İmha Silahı’ kitabında (5) “Hepimizin hem toplumda etkili olmak hem de bağımsız kalabilmek adına olayların iç yüzünün aslını nasıl keşfedeceğimizi ve kendi öğrenme sürecimizi nasıl yöneteceğimizi bilmeye ihtiyacımız var, fakat gün boyu süren hapishane hayatıyla okul, insanların kendi adına bir şeyler öğrenme şevklerini söndürür. Gerçek öğrenmeye dönük gayretler, okulda düşük sınav sonuçlarına yol açar. Eğer okulda eğitim adına bir şeyler gerçekleşiyorsa bu, okul sayesinde değil, okula rağmen meydana gelir. Okulun gerçek meselesi öğrenmek değil, başarıdır” derken, pandemi sonrasında eve gerçek anlamda hapsolan öğrenciler için okulun bir özgürlük fırsatı haline dönüşebileceğini tahmin etmemişti şüphesiz.
Evet, bu aşamada durup düşünmemiz gereken şey, mevcut okul sistemimizin pandemi sonrasında nasıl daha özü-gür ve insani bir hale dönüştürülebileceği olsa gerek. Müfredat ve sınav kıskacındaki okullarımızda yine Gatto’nun ifadesiyle “dikkatler hiçbir zaman düşünme ya da performans kalitesine yönelmiş değildir; dikkatler tamamen farklı bir şeye, başaranların attıkları şeref turuna yetişmeye yönelmiştir...” Müfredat ve başarı sarmalından kendisini kurtaramayan “akademik başarı” odaklı bir eğitim anlayışı, uzaktan da yakından da olsa “Eğitim Miti”nin hizmetkârı olmaktan kurtulamayacaktır.
Nasıl bir insan modeli?
Okulların sadece paketlenmiş bilgileri transfer eden bir aracı kurum olmaktan çıkıp, bir sahici sosyalleşme imkanı olarak kendini zenginleştirmesi ve dört duvar dışına taşarak hayat ile irtibatını artırması şart. Atölyelerde gerçekleştirilen yaşam becerileri çalışmalarının, uygulamalı derslerin ve tabii ki sanat eğitiminin katkısı bu anlamda çok değerli. Ancak en önemli unsur “talebe” ve “muallim” arasında modellenen ilişkinin yeniden hayat bularak “temsil” kaynaklı bir ahlaki tutumun eğitimin temel hedefi haline getirilebilmesi olacak. İnsanın yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bu kritik ve tarihi eşikte başarı-güç odaklı makine-insan’ın mı, yoksa erdem-fazilet odaklı insân-ı kâmil’in mi tarafında olduğumuz da bu “temsil” sorunuyla doğrudan alakalı.
Bütün bunlara ilaveten; “sosyal bir varlık” olma özelliğinden arındırılıp, “The Matrix” filminin insan yetiştirme tarlalarındaki “hasada” benzer bir şekilde yaşamaya ikna edilmeye çalışılan faniler olarak “ev” in ontolojik değerini de unutmamamız gerektiğini hatırlatmak isteriz.
Ne hayat ne de eğitim dört duvar arasına sığdırılamaz ancak, eğitimin de hayatın da insanî mayası “ev”de varlık bulur. Ya da bir başka ifadeyle hayat, evde mayalanır ama sosyal ilişkiler içinde çoğalıp anlam-değer kazanır.
Kaynaklar:
- Yaşantının Politikası, R.D.LAING -Vadi Yayınları
- Okulsuz Toplum, I.ILLICH -Şule Yayınları
- Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur, E.A RAUTER -Kaldıraç Yayınları
- İ. İllich İle Söyleşiler, D.CAYLEY- Yeni İnsan Yayınları
- Bir Kitle İmha Silahı: Zorunlu Eğitim, J. TAYLOR GATTO-Edam Yayınları